Miraciye Üzerine





Author: Abdullah AYMAZ - min read. - Post Date: 02/14/2023
Clap

Sehl-i mümteni ifadeler kullanmada çok başarılı olan Süleyman Çelebi Hazretleri, “Vesîletü’n Necât “ (Kurtuluş Vesilesi ) ismini verdiği “Mevlid” eseriyle edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Vezni bozmadan küçük tasarruflarla Miraciye bölümünü Mevlid’den aktarmaya çalışacağım.

Bu seneki Mirac Kandilini maneviyat atmosferinin çok yüksek olduğu bir mekânda kutlama imkânımız oldu… Itrî'nin Cennet nağmelerini andıran derunî seslerle ortaya koyduğu tekbir ve salâvatlar ile heyecanlanıp coştuktan sonra fem-i muhsinlerin tilavet ettiği İsra ve Necm sûrelerinin lahûtîliğinde ehil ağızların okuduğu Mevlidin Miraciye bölümünden bazı beyitler gönülleri iyice çûş u hurûşa getirdi. O anda duyduklarımı yazma imkânım yoktu. Mekânın mehâbeti ve ortam buna elvermiyordu. Aradan birkaç gün geçtikten yani o hissiyat söndükten sonra yine Bediüzzaman Hazretlerinin düşünceleri etrafında bir şeyler yazmaya karar verdim.*

 

Sehl-i mümteni ifadeler kullanmada çok başarılı olan Süleyman Çelebi Hazretleri, “Vesîletü’n Necât “ (Kurtuluş Vesilesi ) ismini verdiği “Mevlid” eseriyle edebiyatımıza bir şaheser kazandırmıştır. Allah ondan razı olsun ve kendisine rahmet eylesin.

Vezni bozmadan şimdi kullanılan Türkçeye göre bazı kelimeler üzerinde küçük tasarruflarla Miraciye bölümünü Mevlid’den aktarmaya çalışacağım.

Süleyman Çelebimiz, Efendimiz’in (s.a.s) bir perşembe gecesi Ümmü Hânî’nin hücresinden başlayan Mirac olayını şöyle anlatıyor:

Anda iken nâgehân ol yüzü Ak

“Cennet’e var” dedi. Cebrâil’e Hak:

“Bir murassa[1] tâc al, hulle[2] kemer

Hem dahi al bir burâk-ı muteber

Ol Habîbim’e ilet binsin anı

Arşımı seyrelesin görsün Beni”

Cebrâil çün Cennet'e vardı revân

Gördü kim bî-had Bûrak otlar hemân

İçlerinde bir Burâk ağlar katı

Yimez içmez kalmamış hiç tâkatı

Gözlerinden yaşı Ceyhûn eylemiş

Ciğerini derd ile hûn eylemiş

Dedi Cebrâil nedir ağladığın

Hüzn ile cân û ciğer dağladığın

Bâkî yoldaşın yiyüp içüp gezer

Sen inilersin, de, cânın ne sezer

Dedi kırk bin yıldurur kim yâ Emîn[Cibril-i Emîn]

Aşkdır bana yemek içmek hemîn

Nâgehân bir ün işitdi kulağım

Gitti aklım bilmezem solum sağım

Yâ Muhammed diyuben çağırdılar

Bir sadâ birle ki, yürekler deler

Ol zamândan bilmezem kim n’olmışam

Ol adın ıssına âşık olmuşam

Yüreğim içinde eridi yağım

Âşık oldu görmeden bu kulağım

Cennet'i başıma âşkı dar eder

Gece gündüz işimi âh u zâr eder

Gerçi zâhir Cennet içre tururam

Mânâda hasret azabın görürem

Ger eremezsem visâline onun

İdiserim terkini cân ü tenün

Cebrâil dedi Burâk’a ey Burâk

Verdi Hak maksûdunu kılma firâk

Kimde kim âşkun nişanı vardurur

Âkibet mâşûka onu irgürür[Erdirir]

Gel berü ma’şûkuna irgüreyim

Yüreğin zahmına merhem vurayım

Aldı Cebrâil Burâk’ı ol zaman

Tâ Cenâb-ı Ahmed’e geldi hemân

Hak selâm etti sana yâ Mustafâ

Kim mübarek hâtırın bulsun safâ

Dedi kim gelsin konuklarım anı

Arşımı seyreylesin görsün Beni

Dâim ister Hazretimden her melek

Arş ü Kürsî Sidre çarh-ı nüh felek

Cümlesi onun yüzün görmek diler

Ayağına yüzler sürmek diler

İşbu gece bir gecedir ey Emîn

Olısar ayn’el-yakîn[3] hakke’l-yakîn[4]

Bu gece zâhir olur esrâr-ı Hak

Gösteriserdir sana dîdâr[5] Hak

Zemzemeyle doldu kevn ile mekân

Arş’a vardı dediler Fahr-i cihân

Hem sekiz cennet kapısın açdılar

Yolun üstüne cevâhir saçdılar

Gel gidelim Hazret’e yâ Mustafâ

Muntazırdır [Beklemekte] onda ashâb-ı safâ[6]

Sana Cennet'den getirdim bir Burâk

Davet-i Rahmandır[7] ey nûr-ı Hak

İşitip anı Resûl oldu ferâh

Şadlık[bahtiyarlık] geldi kamu[8] gitdi terâh [sıkıntı]

Durdu yerinden hemân-dem [Hemen]Mustafâ

Koydu tâcı başına ol pür-sefâ

Çekdi ol demde Burâk’ı Cebrâil

Önüne düşdü ana oldu delil

Hoşsüvâr[9] oldu ana Şâh-ı cihân[10]

Açdı perrini Burâk uçdu heman

Tarfetü’l-ayn[11] içre Sultân-ı ümem[12]

Geldi Kuds’e erdi ve basdı kadem [Ayak]

Enbiyâ ervâhı karşı geldiler

Mustafâ’ya cümle ikram kıldılar

Erdi ol dem Hak’dan ervâha nidâ

Kim kılalar Mustafâ’ya iktidâ

Pes [öyle ise] geçip mihrâba ol Hayrü’l Enâm

Enbiyâ ervâhına oldu imam

İki rek’at kıldı Aksâ’da namâz

Öyle emretmiş idi ol bî-niyâz

Gördüler nûrdan kurulmuş nerdübân [Merdiven]

Nerdübândan oldular göğe revân

Erdiler evvel göğe bi’l-ihtirâm

Kapı açıldı ve girdi ol hümâm

Gördü gök ehli ibâdette kamu

Her biri bir türlü tâatte kamu

Kimi tesbîh[13] ü kimi tahmîd[14] okur

Kimi tehlîl[15] ü kimi temcîd[16] okur

Kimi kıyam içre kimi kılmış rükû’

Kimi Hakka secde etmiş bâ-huşû’

Kimisini aşk-ı Hak almış-durur

Vâlih[17] ü hayrân ü mest[18] kalmış- durur

Hep gök ehli cümle karşı geldiler

Mustafâ’ya izzet ikrâm kıldılar

Merhaben bik yâ Muhammed[19] dediler

Ey şefaat kânı Ahmed dediler

Her biri kutluladı mirâcını

Dediler giydin saadet tâcın

Bu kerâmetler ki Hak verdi sana

Vermedi hiç kimseye önden sona

Yürü kim meydân senindir bu gece

Tôp [Top] hem çevgân[20] senindir bu gece

Ermedi evvel gelen bu devlete

Kimse lâyık olmadı bu rif’ate

Her ne hâcet dilesen makbûldür

Cümle maksûdun senin mahsûldür[21]

Ol gece durmadı cevlân eyledi

Öyle kim eflâkı[22] seyrân eyledi

Her birinde türlü hikmet gördü ol

Tâ ki vardı Sidre’ye[23] irişdi yol

Cebrâil'in durağıdır ol makâm

Nüh-felek tâ kim tutalıdan nizâm

Kaldı Cebrâil makâmında hemîn

Dedi ona Rahmeten li’l-âlemîn[24]

Bilmezem bu yolları ben n’ideyim

Kim garîbem bunda kanda gideyim

Cebrâil dedi Resûl’e ey Habîb

Sanmagıl bu yerde sen seni garîb

Senin için yaradıldı nüh-felek

İns ü cinn ü hûr ü Cennet hem melek

Bunda hatmoldu benim cevlân-gehim

Mâverâsından[25] dahi yok âgehim

Bana böyle emredipdir Zül-celâl

Açmayam ben bundan öte perr ü bâl [Kanat ve kol]

Ger geçem bir zerre denlü ilerü

Yanaram başdan ayağa ey ulu

Dedi Cebrâil’e o Fahr-i cihân

Pes makâmında dur imdi sen hemân

Çün ezelden bana aşk oldu delîl

Yanar isem yanayım ben ey Halîl

Lî ma’a’llah[26] vakti benimdir hemân

Tâki kurbân eyleyem baş ile cân

Râh-ı âşkda [Aşk yolu] kim sakınır cânını

Ol kaçan [Ne zaman ki] görse gerek cânânını

Râh-ı âşkı sanma gâfil serseri

Belki kemter[27] nesnedir vermek seri[Baş]

 

Mirâciye İçin İzahlar

Peygamber Efendimiz‘in (s.a.s) miracının Mekke’den Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmı Cennet’ten getirilen bir binek (Burak) ile gerçekleşmiştir. Efendimiz‘e gelen rivayetlere göre Burak, ön ayağını gözün gördüğü en uzak yere atar. Dağa rastlayınca arka ayakları yükselir, inişe geçince ön ayakları yükselir. İki kanadı var. Rengi beyazdır. Burak, eğerlenmiş ve gemlenmiş vaziyettedir. Burak kelimesinin berkten (şimşek) gelmesi muhtemeldir. Süratle yol aldığı için şimşekle ilgili bir isimdir.

Süleyman Çelebî Hazretleri, bu Burak’ın Efendimize (s.a.s) olan aşkını anlatıyor. Bu Cennet bineğinin bu hissiyatının izahını da Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade ediyor:

“Cennet’ten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zât, ehl-i velâyet olduğu ve rivayete binâ ettiği için, elbette bir hakikati o suretle ifade ediyor. O hakikat şu olmak gerektir ki: Âlem-i Bekâ’nın (Cennet‘in) mahlukları, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuruyla pek alâkadardırlar.

Çünkü O’nun getirdiği nur iledir ki, Cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve insle şenlenecek. Eğer O olmasaydı, o ebedî saadet olmazdı ve Cennet‘in her nevi mahlukatından istifadeye müstaid (yetenekli) olan cinler ve insanlar, Cennet’i şenlendirmeyeceklerdi. Bir cihette (Cennet) sahipsiz, virane kalacaktı. Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyan edildiği gibi, nasıl ki, bübülün güle karşı aşk destanı, hayvanlar taifesinin nebatlar taifesine aşk derecesine ulaşan, aşkı gösteren şiddetli ihtiyaçlarına karşılık, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanların erzaklarını taşıyan nebatat kafilesine karşı ilan etmek için Rabbânî bir hatip olarak, başta gülün aşığı bülbül ve her neviden bir nevi bülbül seçilmiştir. Onların nağmeleri de, nebatâtın en güzellerinin başlarında hoş geldin deme nevinden, Allah’ı tesbih edercesine güzel bir karşılamadır, bir alkışlamadır. Aynen bunun gibi, âlemlerin yaratılmasına sebep ve dünya ile âhiret saadetine vesile, Âlemlerin Rabbi’nin Habîbi olan Muhammed Aleyhisselâm’ın zâtına karşı, nasıl ki, melaike nevinden Hz. Cebrâil Aleyhisselâm, mükemmel bir muhabbetle hizmetkârlık ediyor, melaikelerin Hz. Âdem Aleyhisselâm‘a inkiyad ve itaatini ve secdeye varmalarının sırrını gösteriyor. Öyle de, Cennet ehlinin, hatta Cennet‘in hayvanlar kısmının da O Zât’a (s.a.s) karşı alakaları, bindiği Burak’ın âşıkane hissiyatı ile ifade edilmiştir.” (Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli, Birinci Nükte )

Peygamber Efendimizin (s.a.s) mucizelerinin içinde hayvanlar ile ilgili pek çok mucize vardır ki, bu mucizeler onların Efendimiz'e (s.a.s) karşı aşk ve iştiyaklarını da göstermektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s), Ebu Bekir Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtike Binti Hâlid el-Huzâiyye denilen Ümmü Mâbed hânesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resul-i Ekrem (s.a.s) Ümmü Mâbed’e ferman etmiş: “Bunda süt yok mudur?” Ümmü Mâbed demiş ki: “Bunun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?” Resul-i Ekrem (s.a.s) gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş ki, “Kap getiriniz, sağınız!” Sağmışlar. Resul-i Ekrem (s.a.s) Ebu Bekir Sıddık ile sağılan sütten içtikten sonra, o hâne halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.

Mekke fethinde, mübarek güvercin taifesi Resul-i Ekremin (s.a.s) başı üstünde gölge yapmışlardır. Hz. Âişe-i Sıddîka (radiyallahuanha) haber veriyor ki: Güvercin gibi dâcin denilen bir kuş hânemizde vardı. Resul-i Ekrem (s.a.s) hazır olsaydı, hiç debelenmezdi, sükutla durdururdu. Ne vakit Resul-i Ekrem (s.a.s) çıksaydı, o kuş başlardı harekete; giderdi gelirdi, hiç durmuyordu.

Resul-i Ekrem’in (s.a.s) Adbâ ismindeki devesi, Efendimiz‘in (s.a.s) vefatından sonra kederinden, ölünceye kadar hiçbir şey yemedi ve içmedi!... Câbir İbn-i Abdillah’ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürümüyordu. Resul-i Ekrem (s.a.s) o deveye ufak bir dürtmekle dürttü.

O deve, Peygamberimizin (s.a.s) iltifatından o kadar bir çeviklik, bir sevinç peydâ etti ki, daha süratinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetişilmiyordu.

Mirac’ın Mekke’den Kudüs’e kadar olan bölümüne işaret eden âyet, “Âyetlerimizden bir kısmını kendisine göstermek için kulumuzu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya seyahat ettiren Allah her türlü noksandan münezzehtir... “ (İsra Suresi, 1) âyetinde geçen Mekke ve Kudüs’ten başka Kudüs’ün mübarek kılınan çevresi de söz konusudur.

Şeddâd İbn-i Evs rivayetine göre Peygamber Efendimiz (s.a.s) geceleyin yürütüldüğü zaman Hz. Cibril Aleyhisselam, “İn ve namaz kıl!” der. Efendimiz (s.a.s) iner ve namaz kılar. Cebrail Aleyhisselam: “Burası Yesrib (Medine) idi.” der. Rivayetin devamında aynı tarzda Peygamber Efendimiz (s.a.s) muhtelif yerlerde iner ve namaz kılar. Arkadan Hz. Cebrail: “Burası Tûr-i Sîna, Allah’ın Hz. Musa ile konuştuğu yer idi.” “Burası, Hz. İsa’nın doğduğu Beytü’l-Lahm idi.” “Medyen idi” diye açıklamalar yapar.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) Kudüs’te Mescid-i Aksa’da peygamberlerin ruhlarına imam olmak için mihraba geçiyor ve iki rekat namaz kıldırıyor. Oradan “nurdan bir merdivene “ biniyor ve göğe çıkıyor.

Gökçek yüzlüler, gök kapılarını açıp ihtiram gösteriyorlar. Orada Efendimiz (s.a.s) görüyor ki, gök ehlinin her biri bir ibadetle kendinden geçmiş vaziyette. Kimisi, Sünhânallah, diyor kimisi Elhamdülillah, kimisi Allahü Ekber… Meleklerin bazısı kıyamda, bazısı rükûda, bazısı da secdede… Hak aşkı ile mest ve hayran vaziyette kendinden geçmiş olanlar da var. Dikkat edilirse, namazda bunları hepsi var.

Namaz aslında bütün âlemin bütün tabiat ve fıtratın bir ibadeti. Aslında insan namaz kılarken tabiat ve fıtratla bütünleşmiş oluyor. Çünkü ağaçlar ayakta gibi, dört ayaklılar rükûda gibi, sürüngenler secdede gibi, dağlar oturuyor gibi ibadet ediyor. Âyet-i kerimeler her şeyin ibadet ettiğini ifade ediyor:

“Hiçbir şey yoktur ki, Allah’a hamd ile tesbih etmiş olmasın.” (İsra Suresi, 17/44)

“Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler. Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir.” (Nur Suresi, 24/41)

Gök ehli gelip Efendimiz‘e (s.a.s) izzette, ikramda bulunuyorlar, Mirâcını kutluyorlar. Efendimiz (s.a.s) bütün yedi kat gökleri seyran eyliyor ve Sidreye varıyor.

Ayın ikiye bölünmesi, bütün insanlık için Efendimiz’in (s.a.s) gönderilmiş bir peygamber olduğunun mucizesi idi. Mirac ise Peygamber Efendimiz‘in (s.a.s) bütün melekler ve ruhanîlere karşı âlemlere rahmet oluşunun bir mucizesiydi.

Miraç Şehsuvarı Muhammed Gülünü (s.a.s) koklamak; Andelîb-i zü’l-Kur’ân’ı (s.a.s) dinlemek için söz sultanlarının eserlerine nazarımızı dikip, kulak kesilmeliyiz:

Ey gök yolcusu,

Yolculuğunda meleğin kanadı

Mevsimi geçmiş bir gül yaprağı gibi kuruyan;

Yetiş bize kıyamet bildiricisi

Kıyametteki sevinç muştucusu,

 

Yetiş kabaran yeni toprağa

Kur’an tohumunu ekmek için

Gül tohumlarını saç bize

Gül bahçesi olan türbenden. (Sezai Karakoç)

 

Çağırınca Peygamber,

Ağaçlar geldi, eğildi huzurunda,

Dallarıyla kökleriyle yürüdüler;

Çünkü yok ayakları…

Çizgiler çekerek yol ortasına

Güzel yazılar yazarak

Dalları, budakları.

Kalktın bir gece

Gittin mukaddes bir yerden mukaddes bir yere

Kapkaranlık gecelerde

Dolunay nasıl ilerlerse

Alımlı alımlı…

(İmam Bûsırî)

 

“Her şey mucize O’nda çehre, kaş, göz ve kirpik;

Yere düşmeyen dua, fezayı saran iplik!

 

Kurtuluş mührü ayak, Kur’an’a mecra ağız

O ki, âlem o yüzden; O ki, o yüzden varız!

 

O, her kum tanesine kubbe doğurtan nefes

O, bir ses, bir ses, ölüm perdesini delen ses…”

 

Sidretü'l-Münteha ve Refref

Alûsî'nin Alâî tefsirinden naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz'in [s.a.s] İsrâ gecesinde beş bineği vardı:

  1. Beytü'l-Makdis'e kadar Burak
  2. Dünya semasına kadar Mirac
  3. Dünya semasından yedinci semaya kadar meleklerin kanatları.
  4. Sidretü'l-Münteha'ya kadar Cebrail Aleyhisselam'ın kanadı
  5. Kab-ı Kavseyn'e kadar Refref.

Sidre bir ağaç ismidir. Bunun yaprakları kurutulup dövülür ve sabun gibi temizlikte kullanılır. Bu ağacın meyvesine nebk denilir. Münteha, son nokta, nihaî hedef mânâsına gelir. Meleklerin ilmi orada son bulduğu için buraya “Sidretü'l-Münteha” dendiği belirtilir. Bu durumda Sidretü'l-Münteha tabirine hudud ağacı diyebiliriz. Mümkün ve mahluk yani yaratılanlar âlemi ile vücub yani esma ve şuunât-ı İlahiye âlemini ayıran hudut…

Evet, Sidre'den öteye ise Refref isimli binek götürüyor Nebiler Serveri'ni. O öyle bir noktaya geliyor ki orada arz ve semâ kalmıyor. “ Kâb- ı kavseyn” makamı denilen o nokta Üstad Hazretlerinin tabiriyle “imkân ve vücub ortasındaki makam”dır. İmkân, yani mümkinat denilen yaratılmışlar âlemi… Vücub ise Cenab- ı Hakk'ın, zâtı, sıfatları ve isimleri ile ilgili mahiyetini bilmediğimiz makamdır.

 

Refref'in[28] Belirmesi

Söyleşürken Cebrâîl ile kelâm

Geldi Refref önüne verdi selâm

 

Aldı ol Şâh-ı cihânı ol zamân

Sidreden gitti ve götürdü heman

 

Bir fezâ[29] oldu o demde rû nüma[30]

Ne mekân var onda ne arz u semâ

 

Kim ne hâlidir ne mâlî[31] ol mahal

Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal

 

Ref' olup şâha yetmiş bin hicâb[32]

Nûr-ı tevhid açtı vechinden nikâb[33]

 

Her birisinden geçerken ileri

Emr olundu Yâ Muhammed gel beri

 

Çün kamusunu görüp geçti öte

Vardı erişti ol Ulu Hazrete

 

Şeş[34] cihetten ol münezzeh Zülcelâl

Bî-kem ü keyf[35] ona gösterdi cemâl

 

Zâten ol Sultân-ı Mâ zâğa'l-basar[36]

Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar[37]

 

Âşikâre gördü Rabb'ül-izzeti

Âhiretde öyle görür ümmeti

 

Bî-hurûf ü lafz ü savt[38] ol Padişâh

Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh[39]

 

Dedi kim Matlûb u Maksûdun Benem (Ben'im)

Sevdiğin cân ile Ma'bûdun Benem (Ben'im)

 

Gece gündüz durmayıp istediğin

N'ola kim görsem cemâlin dediğin

 

Gel habîbim sana âşık olmuşım

Cümle halkı sana bende[40] kılmışım

 

Ne muradın var ise edem revâ[41]

Eyleyem bir derde bin türlü devâ

 

Mustafâ dedi eyâ Rabber-rahîm

Ey hatâ- pûş[42] ü atâsı[43] çok Kerîm

 

Ol zaîf ümmetlerim hâli n'ola

Hazretine nice onlar yol bula

 

Gece gündüz işleri isyan kamu

Korkaram ki yerleri ola tamu[44]

 

Yâ İlâhî Hazretinden hâcetim

Budurur kim ola makbul ümmetim

 

Hak Teâlâdan erişdi bir nidâ

Yâ Muhammed Ben sana kıldım atâ

 

Ümmetini san verdim ey Habib

Cennetim onlara kıldım nasîb

 

Yâ Habîbim nedir ol kim diledin

Bir avuç toprağa minnet eyledin

 

Ben sana âşık olunca ey şerîf

Senin olmaz mı dû âlem[45] ey latîf

 

Zâtıma mir'at[46] edindim zâtını

Bile yazdım adın ile adımı

 

Hem dedi ki Yâ Muhammed Ben seni

Bilirim görmeye doymazsın Beni

 

Lîk[47] dîn emri tamâm olmak için

Ümmetin de Bana yol bulmak için

 

Avdet edip davet et kullarımı

Tâ geliben göreler dîdârımı[48]

 

Sen ki mi'râc eyleyip ettin niyâz

Ümmetin mi'râcını kıldım namâz

 

Her kaçan kim bu namâzı kılalalar

Cümle gök ehli sevâbın bulalar

 

Çünkü her türlü ibâdet bundadır

Hakka kurbiyetle[49] vuslat[50] bundadır

 

Sıdk ile beş vakit olundukça edâ

Elli vaktin ecrin eyler Hak atâ

 

Mâhasal[51] ol anda doksan bin kelâm

Sebk edip[52] buldukça encâm[53] ü hitâm[54]

 

Tarfetü'l-ayn içre ol Fahr-i cihan

Ümmü Hâni evine geldi hemân

 

Her ne vâki' oldu ise sertâser[55]

Cümlesi ashâbına verdi haber

 

Dediler ey Kıble-i İslâm ü dîn[56]

Kutlu olsun sana Mi'râc-ı Güzin[57]

 

Biz kamumuz kullarız sen şâhsın

Gönlümüz içinde rûşen[58] mâhsın

 

Ümmetin olduğumuz devlet yeter

Hizmetin kıldığımız izzet yeter

 

Miraciye'deki Refref Bölümü İçin İzahlar

Ref' olup ol şaha yetbiş bin hicab

Nûri tevhid açdı vechinden nikâb.

ifadeleri üzerinde duracak olursak: Cenab-ı Hakk'ın isimleri çoktur, sayısını bilmiyoruz. Belki sonsuz… Herbir ismin 70 bin derecesi, perdesi var. Bunların aşılması gerekiyor. İnsanlar; riyazat, zikir ve fikirle 40 senede, 40 haftada veyahut en hızlı 40 günde bu dereceleri aşmaya ve O'na ulaşmaya çalışıyorlar. Ama Efendimiz [s.a.s.] Mirac ile bir anda belki 40 dakikada ulaşılmazlara ulaşıyor.

Üstad Hazretleri bu hususta, “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk'ı görmüş tabiri, mekân yönünden uzaklığı ifade ediyor. Halbuki Cenab-ı Hak, mekândan münezzehtir, her şeye her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?” şeklindeki bir suale karşı diyor ki:

“Cenab-ı Hak, bize gayet yakındır, biz O'ndan gayet derecede uzağız. Nasıl ki, güneş, elimizdeki ayna vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle aynamız vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız. Teşbih ve temsil olmadan Ezel Güneşi, her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü ‚Vâcibü'l-Vücud'dur (Varlığı zarurîdir), mekândan münezzehtir. Hiçbir şey O'na perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede O'ndan uzaktır.

İşte Mirac'ın uzun mesafesiyle “Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf Suresi, 50/16) âyetinin ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla, hem Resûl-i Ekrem'in [s.a.s] Miraca gitmesinde çok mesafeyi katlayıp atlayarak gitmesi ve bir anda yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor.

Resul-i Ekrem'in [s.a.s] Mirac'ı, O'nun seyir ve sülûküdür, O'nun velâyetinin ünvanıdır. Ehl-i velâyet nasıl ki, ruhânî seyir ve sülûkü ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, imânî derecelerin hakkalyakîn derecesine çıkıyor. Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem [s.a.s]; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem hâssaları ve duygularıyla, hem letâifiyle (sır hafâ ve ahfa gibi latîfeleriyle), kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin büyük kerameti olan Mirac'ı ile büyük bir cadde açarak, imanî hakikatların en yüksek mertebelerine gitmiş… Mirac merdiveniyle Arş'a çıkmış… 'Kâb-ı kavseyn' makamında, iman hakikatlarının en büyüğü olan Allah'a iman ve âhirete imanı aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, cenneti görmüş, ebedî saadeti görmüş, o Mirac'ın kapısıyla açtığı büyük caddeyi açık bırakmış. Ümmetinin bütün evliyası, seyir ve sülûk (mânevî yolculuk) ile –derecelerine göre– ruhânî ve kalbî bir tarzda o Mirac'ın gölgesi içinde gidiyorlar.” (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyil, Dördüncü Nükte)

İşte bu ince ve derin meseleyi Süleyman Çelebi, halkın da anlayacağı şekilde anlatıyor. Daha önce de izah edildiği gibi, gökteki meleklerin ve ruhanilerin ettikleri ibadet çeşitlerinin, hatta ayakta, rükûda, secdede ve oturuş hâlindeki ibadet hareketlerinin hepsi de namazda toplanmıştır. Sanki hepsinin ibadetini yapmış gibi olduğundan “cümle gök ehlinin sevabını” bir nevi namaz kılan ümmet-i Muhammed kazanmış oluyor.

Sıdk ile beş vakit olundukça eda

Elli vaktin ecrin (sevabını) eyler Hak ata (ihsan eyler)

Amellerin sevabı en az on katıdır. Beş vakit kılınca, on katı sevapla elli vakit kılmış kadar Cenab-ı Hak sevap verir. Bazan 70, bazan 700, bazan 1000, bazan da Kadir Gecesinde olduğu gibi 30.000 sevap verir. Ayrıca “Hakk'a kurbiyetle vuslat bundadır.” mısraının ifadesiyle, sevaplar yanında Allah'a yakın olma ve vuslat bulup kavuşma sırrı da namazdadır.

Zaten Peygamber Efendimiz [s.a.s] kulun Allah'a en yakın olduğu konumun secde hâli olduğunu ifade ediyor. İşte müminin miracı olan namaz böyle güzellikler ihtiva ediyor.

Mâhasal (meydana gelen) ol anda doksan bin keâm

Sebk edip buldukça encâm ü hitam

 

Tarfet'ül-ayn içre ol Fahr-i cihan

Ümmü Hânî evine geldi hemân…

Burada Mirac olayının çok kısa bir zaman diliminde gerçekleştiği ifade ediliyor. Yani Peygamber Efendimiz [s.a.s] Mirac'dan döndüğünde daha yatağı bile soğumamıştı… Peki bu çok uzun seyahat, göz açıp kapayıncaya kadar bir anda nasıl gerçekleşti? Bir kere Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudretine göre, bu çok kolaydır. Ayrıca bazan rüyalarda bile biz sıradan insanlar, sanki günlerce sürebilecek şeyler görüyoruz. İlmî araştırmalar bunların çok kısa bir zamanda görüldüğünü tespit etmişlerdir. Üstad Hazretleri bunun sebebini izah ederken, insanın o anda “Bekâ Âlemine” girdiğini söylüyor. Çünkü Bekâ Âleminin bir günü bize göre elli bin senedir. Onun için saniyeler günler kadar uzun olur. Zaten bu hususa âyet-i kerime işaret ediyor: “Melekler size göre elli bin sene olan bir gün içinde arşa yükselir.” (Meâric Suresi, 70/4)

Her ne vâki oldu ise sertâser (baştan başa)

Cümlesin ashabına verip haber…

 

Dediler ey kıble-i İslam ü din

Kutlu olsun sana mîrac-ı güzîn

 

Biz kamumuz (hepimiz) kullarız, sen şahsın

Gönlümüz içinde rûşen mâhsın (aysın)

 

Ümmetin olduğumuz devlet yeter

Hizmetin kıldığımız izzet yeter.

Yetmiş bin perde meselesini Amerika'daki Risale-i Nur'un Otuz Birinci Söz'deki Mirac konusunu okuyan siyahî Müslümanlardan birisi sormuştu.

Burada bilinmesi gereken üç meseleden birisi de “esmâ-i hüsnâ”dan her birinin yetmiş bin derecesi ve perdesi vardır. Mesela Muhyî (Hayatı veren) ismi, amip gibi küçük bir canlıya da hayat verir, balıklara da, sürüngenlere de, uçan kuşlara da, insanlara da... İnsanlardan Hz. Muhammed Aleyhisselam'a da hayat verir. Ama bu ismin bunlarda tecelli farkı vardır. Birinci veya onuncu dereceden tecellisi ile yetmiş bininci dereceden azam tecelli ile tecelli etmesi farklıdır. Veya mesela, Mütekellim ismiyle çok çeşitli “kelimetullah” olan İlahî kelimeler vardır. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurur: “De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için mâlûm bahr (büyük okyanus) mürekkep olsaydı, hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik, bu deniz tükenir, Rabbimin sözleri yine bitmezdi.” (Kehf Suresi, 18/109)

İşte Mirac'da kendisine “Gel berû!..” denildiğinde perdeleri açılıyor ve O [s.a.s] durmadan yükselip makamları aşıyordu. Nihayet bütün perde ve makamlar yani yetmiş derece bitince kâb-ı kavseyn makamına yani imkân (bütün yaratılanlar) ve vücud (Yaratıcıya ait makam) arasına yükseldi… Bu azam tecelliye varıp ulaşmak hiç kimseye müyesser olmadı. O konum ve mazhariyetin tek sahibi Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselam'dır.

İşte böyle bir noktadaki sessiz, lâfızsız görüşmeden ifadeler aktarırken Süleyman Çelebî Hazretleri, “Gel Hâbibim sana âşık olmuşum” diye bir kelâmı, dile getiriyor. Fakat bunu ne mânâya geldiğinin üzerinde durmak gerekiyor. Yine bu hususta Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli kitabında şöyle diyor:

“Peygamberimizin [s.a.s] Miracındaki maceralardan birisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Resûl- i Ekrem Âleyhisselâtü vesselâma karşı münezzeh muhabbeti, 'Sana âşık olmuşum.' tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirler, Cenab-ı Hakk'ın kudsiyetine, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan zâtî istiğnâsına, örfî mânâ ile münâsip düşmüyor. Madem Süleyman Efendi'nin Mevlidi, umumî rağbete mazhardır. Bu mazhariyetin delâletiyle, o zât, ehl-i velâyettir ve ehl-i hakikattır; elbette gösterdiği mânâ sahihtir. Mânâ da budur ki: Cenab-ı Hakk'ın hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinatın kısımlarına bölünmüş olan cemâl ve kemâlin bütün nevileri Cenab-ı Hakk'ın cemâl ve kemâlinin emareleri, işaretleri, âyetleridir. İşte herhâlde her cemâl ve kemâl sahibinin açıkça kendi cemâl ve kemâlini sevmesi gibi;

1-Cenab-ı Hak da cemâlini pek çok sever.

2-Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever.

3-Hem cemâlinin şuaları olan isimlerini de sever.

4- Madem isimlerini sever, elbette isimlerinin cemâlini gösteren sanatını sever.

5-Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan sanat şaheseri olarak yarattığı varlıkları da sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette isimlerinin cemâl ve kemâline işaret eden mahlukatının güzelliklerini sever. Bu beş nev'i muhabbete, Kur'ân-ı Hakim âyetleriyle işaret ediyor. (Bu hususta da en seçkin şahsiyet Hz. Muhammed Aleyhisselam'dır.) İşte bu en yüksek mahbubiyet (sevilme) makamını, Süleyman Çelebi, 'Sana âşık olmuşum!' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir tefekkür mirsadıdır (dürbünü), gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber madem bu tabir, Cenab-ı Hakk'ın şe'n-i rububiyetine münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine: ‚Ben senden râzı olmuşum!' denilmesi… “ (Yirmi Dördüncü Mektup İkinci Zeyil, İkinci Nükte)

Zâtına mir'at (ayna) edindim zâtını

Bile yazdım, adım ile adını

beytinde Cenab-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz'i [s.a.s] Zâtına ayna edindiği ifade ediliyor. Evet Efendimiz[s.a.s] Cenab-ı Hakk'ın isimlerini gösteren en parlak bir aynadır. İlahî isimler kendisinde azamî derecede tecelli ederler. Ayrıca bu isimleri en güzel tanıtan ve anlatan da Peygamber Efendimiz'dir.[s.a.s] Bir de burada ayrı bir nükte vardır. Şöyle ki: Allah ism-i celâlinin ebcedi değeri 66'dır. Bu ism-i şerifin karşısına bir ayna koyduğumuz zaman, bu isim aynaya tecelli edip içinde görünür. Böylece iki 66 yani 132 olur. 132 sayısı da Muhammed isminin ebcedi değerine tekabül eder. Böylece ayna olarak da bir tevafuk durumu vardır.

“Bile yazdım Adım ile adını” mısraı ise kelime-i şehadet cümlelerini ifade eder. Çünkü “Eşhedü en lâ ilahe illallah/Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü” yan yana ve beraber yazılır ve söylenir.

Ayrıca Üstad Hazretleri aynı bölümün Üçüncü Nükte'sinde Miraciye'de anlatılan mânâların, bizim malumumuz olan mânâlarla o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemediğini söylüyor. Ancak Miraciye'deki tabirleri Müteşâbihat nevinden değerlendirmemizi istiyor ve ihtar ediyor…

Dördüncü Nükte: Yetmiş Bin Perde meselesi ve sonundaki değerlendirme

Üstad Hazretleri, Mevlid-i Nebevî ile Miraciye'nin okunması hususunda şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “Bunların okunması, gayet faydalı, güzel bir âdettir ve beğenilip takdir edilen bir İslamî âdettir. Belki İslamî ictimaî hayatın, gayet lâtîf, parlak ve tatlı bir sohbet vesilesidir. Belki imanî hakikatların ihtarı için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki imanın nurlarını, Allah muhabbetini ve Peygamber aşkını göstermeye ve tetiklemeye en heyecan verici ve en tesirli bir vasıtadır. Cenab-ı Hak bu âdeti ebede kadar devam ettirsin ve Süleyman Efendi gibi mevlid yazanlara Cenab-ı Hak, rahmet etsin, yerlerini Cennetü'l-Firdevs yapsın, âmin!..” (Yirmi Dördüncü Mektup, İkinci Zeyl, Beşinci Nükte)

Biz de Üstad Hazretlerinin temennisi gibi bu güzel adetin usulüne uygun şekilde devam etmesini ve icra edilmesini diliyoruz.

 

* Yağmur Dergisi arşivinden (Kasım, 2013; 69-70. sayılar)

[1] Murassâ: Cevherlerle bezenmiş, süslenmiş

[2] Hulle: Ağır, pahalı, kıymetli elbise

[3] Bir şeyi kendi gözleriyle görüp bilme.

[4] Bir şeyin gerçekliğine hiç şüphe olmayacak bütün duygu­larla mâhiyetini bilme, anlama.

[5] Yüz, çehre. Mülâkat, görüş

[6] Gönlü saf, hâlis, temiz olanlar

[7] Rahman olan merhamet sahibi Cenâb-ı Hakk’ın daveti

[8] Hep, bütün, tamamen

[9] Hoş binici, Güzel süvarî

[10] Padişâhı, kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa zaman

[11] Muhammed Aleyhisselâm

[12] Ümmetlerin Sultanı Muhammed Aleyhisselâm

[13] Sübhanallah, demek

[14] Elhamdülillah, demek

[15] Lâ ilâhe illallah, demek

[16] Cenab-ı Hakk’ı, tâzim ve senâ etmek

[17] Hayrette kalmış, şaşırmış vaziyette

[18] Aklı başında olmayan

[19] Muhammed sana merhaba, hoş geldin diyoruz

[20] Cirit oyununda atlıların birbirine attıkları değnek. (Tasavvufî mâna ile: Allah’ın ezeldeki takdiri)

[21] Meydana gelmiş, hâsıl olmuştur

[22] Felekler, gök katları, yörüngeler

[23] Arabistan kirazı. Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi

[24] Alemlere rahmet olan Hz. Muhammed Aleyhisselâm.(s.a.s)

[25] Öte, Bir şeyin gerisinde arkasında, veya ötesinde olanlar

[26] Allah ile öyle bir vaktim olur ki

[27] Kötü, fenâ, fakir, hâkir

[28] Refref: Manevî bir binek.

[29] Fezâ: Saha

[30] Rû-nûma: Yüz gösterme, meydana çıkma.

[31] Mâlî : Mal ile ilgili, mal meselesi.

[32] Hicâp: Perde.

[33] Nikâb: Peçe, perde.

[34] Şeş: Altı.

[35] Bî-kem ü keyf: Mikdarsız ve keyfiyetsiz olarak. Bir mikdar ve keyfiyete bağlı olmayarak.

[36] Sultan-ı mâ zâğa'l-basar: Gözü gördüğünden şaşmayan sultan. (Peygamber Efendimiz için Kur'an-ı Kerim'de “O'nun gözü, gördüğünden şaşmadı.” (Necm sûresi, 17) buyurulan ifadeye işaret edilmiştir.)

[37] Tahsis- i nazar: Bakışını tahsis etme. Sadece bir noktaya odaklanma.

[38] Bî- hurûf ü lafz ü savt: Harf, lâfız ve ses olmadan.

[39] Bî- iştibâh: Şüphesiz.

[40] Bende: Hizmetçi.

[41] Revâ: Uygun hal.

[42] Hatâ- Pûş: Hata örten.

[43] Atâ: İhsan, armağan.

[44] Tamu: Cehennem.

[45] Dû âlem: İki âlem, Dünya-ahret.

[46] Mir'at: Ayna.

[47] Lîk: Lâkin.

[48] Dîdar: Cemâl, görüşme, huzur.

[49] Kurbiyet: Allah'a yakınlık.

[50] Vuslat: Kavuşma.

[51] Mâhasal: Hasıl olan, meydana gelen.

[52] Sebk etmek: İlerlemek, geçmek.

[53] Encam: Netice.

[54] Hitam: Son.

[55] Sertâser: Baştan başa.

[56] Kıble-i Îslâm ü dîn: İslâmiyet ve dinin kıblesi yani Muhammed Aleyhisselâm.

[57] Mirâc-ı güzîn: Seçkin Mirâc.

[58] Rûşen: Parlak, aydın.

Author: Abdullah AYMAZ - min read. - Post Date: 02/14/2023