İnsan Hakları ve Zaruriyyat-ı Hamse





Author: Dr. Yüksel ÇAYIROĞLU - min read. - Post Date: 04/05/2022
Clap

Zaruriyyat-ı hamse etrafında yapılan açıklamalara bakıldığında, bunların, insan hakları çerçevesinde ele alınan temel hak ve özgürlükleri büyük oranda kapsadığı görülür. Bu sebeple pekâlâ İslâmî hükümlerin öncelikli hedefinin insan haklarını korumak olduğu söylenebilir.

 Mahruti bir nazarla Kur’ân ve Sünnet’in vaz’ ettiği hükümlere bakıldığında ve bunlar tümevarım yoluyla incelendiğinde, dinî hükümlerin nihai gayesinin kulların maslahatlarını gerçekleştirmek, yani onlar için yararlı neticelerin elde edilmesini, zararlı olanların ise izale edilmesini sağlamak olduğu anlaşılır. Cüveynî’den Gazzâlî’ye, İzz b. Abdisselâm’dan Karâfî’ye, Şâtıbî’den Tâhir b. Âşur’a kadar makasıd ilminde fikir beyan eden pek çok İslâm âlimi bu konuya dikkat çeker. Ulema, dinin gerçekleştirmeyi hedeflediği maslahatları da (menfaat ve yararları) önem derecesine göre zaruriyyât, haciyât ve tahsiniyyat olmak üzere üçe ayırır.

Zaruriyyat, dinî hükümlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği en üst düzeydeki vazgeçilmez yararları ifade eder ve beş başlık altında ele alınır: Dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, neslin/ırzın korunması ve malın korunması. Bunlara zaruriyyat-ı hamse (beş temel ilke) veya makasıd-ı hamse (beş temel maksat) denir. Çünkü insanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi, insanca bir hayat yaşayabilmesi ve toplumun dirlik ve düzenliğini koruyabilmesi bu beş temel değerin korunmasına bağlıdır. Bu sebeple ne fertlerin ne de devletin bunlara dokunması mümkün değildir. Bu beş küllî ilke, hem iktidarı sınırlar hem de kamu otoritesinin sınırlarını çizer. Bu sınırların ötesine kim geçerse geçsin, İslâm hukuku açısından gayrimeşru alanda dolaşıyor ve haram işliyor demektir.

Zaruriyyat-ı hamse etrafında yapılan açıklamalara bakıldığında, bunların, insan hakları çerçevesinde ele alınan temel hak ve özgürlükleri büyük oranda kapsadığı görülür. Bu sebeple pekâlâ İslâmî hükümlerin öncelikli hedefinin insan haklarını korumak olduğu söylenebilir. Zaruriyyat-ı hamseyi insan hakları açısından tek tek ele almaya çalışalım:

 

a) Dinin Korunması (Din ve Vicdan Özgürlüğü)

Tarihî tecrübelerin de şahit ettiği üzere din, insan ve toplum için temel bir ihtiyaçtır. İnsanlık, hiçbir dönemde dinsiz yaşamamıştır. Semavî vahiyle tanışma imkânı bulamayan toplumlar dahi hayatlarını dinsiz geçirmemiş; taşlara, ağaçlara, gök cisimlerine, hayvanlara vs. tapmışlardır. Çünkü aşkın ve yüce bir ilâha inanmak, kulluk etmek ve ondan yardım talep etmek hem vicdanın sesi soluğudur hem de fıtrî bir ihtiyaçtır.

Ayrıca nihayetsiz arzu ve emellere sahip olan insan, fıtratı itibarıyla ebediyeti arzular, bâkî bir hayata ihtiyaç duyar. Tıpkı maddî ihtiyaçları ve nefsî arzuları gibi, insanın bir de manevî ve ruhî ihtiyaçları vardır. Din dışında hiçbir felsefe ve ideolojinin bunları tatmin etmesi mümkün değildir. Dahası, insanın yaratılış hakikatiyle ilgili sorularına tatminkâr cevaplar bulması, hayatını anlamlandırması, Yaratıcısını tanıması dine bağlıdır. Din olmadan bu arzu ve ihtiyaçların gerçekleştirilmesi çok zordur.

Bütün bunların yanında, insanlar arası ilişkilerin ahenk ve düzeninin temin edilmesinde, Allah korkusunun ve ahiret inancının dünyevi müeyyidelere nispeten çok daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunun altını çizmek gerekir.

İşte bu sebepledir ki bireylerin hür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmeleri, hiçbir engelle karşılaşmaksızın seçtikleri dinin inanç, hüküm ve ritüellerini öğrenebilmeleri, inandıkları dinin gereklerini herhangi bir baskı ve zorlamayla karşılaşmaksızın rahatça yerine getirebilmeleri ve hatta müntesibi oldukları dinlerini başkalarına da anlatabilmeleri onların en temel hak ve özgürlükleri arasındadır. İnsanları herhangi bir dine sokmaya veya girdikleri dinin emirlerini yerine getirmeye zorlama insan iradesine ve hürriyetine yapılmış ciddi bir saygısızlık olduğu gibi, herhangi bir dine mensup olan bireyi, inandığı dini yaşamaktan alıkoyma da ağır bir insan hakkı ihlâlidir.

Kur’ân, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara sûresi, 2/256) buyurarak bu konudaki tavrını net olarak ortaya koyar. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir hâdise anlatılır: Medine’de yaşayan Araplar farklı maksatlarla çocuklarını Yahudi ailelerine verirlerdi. Bu çocukların bir kısmı tekrar ailelerinin yanına döner, diğer bir kısmı ise Yahudilerle birlikte kalır ve onların dinini benimserdi. Çocukları Yahudilik dinini benimseyen Araplar Müslüman olunca, zorla çocuklarını kendi dinlerine sokmaya çalışmışlardı. Fakat nazil olan âyet onları bundan menetmiş ve Müslüman olup olmamayı çocuklarının kendi iradelerine bırakmıştır. Taberî, âyetin sebeb-i nüzulü olarak daha başka olaylardan da bahseder. Fakat bunların hepsi yukarıda naklettiğimiz hâdiseye yakındır. (Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 5/407-412) Sebeb-i nüzul olarak gösterilen bu hâdise, bir taraftan âyetin hükmünü nasıl anlamamız gerektiği noktasında bize ışık tutarken, diğer taraftan İslâm’ın cebir ve ikrah konusundaki yasağını vurgular.

Zorlamayı kesin bir üslupla yasaklayan bu âyetin yanı sıra daha pek çok âyet-i kerimede ısrarla din ve vicdan hürriyeti üzerinde durulur ve iman edip etmeme tamamen bireysel tercihe bırakılır. Doğrudan Allah Resûlü’ne hitap eden ve onun şahsında bütün müminlere ders veren şu âyetler,  İslâm’ın din ve vicdan hürriyetine ne kadar değer verdiğini açıkça gösterir:

“Sen, onlara karşı zor kullanacak ve baskı kuracak değilsin.” (Gâşiye sûresi, 88/22)

“Sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin.” (Kâf sûresi, 50/45)

“Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir.” (Şûrâ sûresi, 42/48)

“Onları hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini doğru yola getirir.” (Bakara sûresi, 2/272)

“Senin görevin sadece tebliğ etmektir, hesap görmek ise Bize aittir.” (Ra’d sûresi, 13/40)

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus sûresi, 10//99)

Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakıldığında, hiçbir peygamberin ne insanları kendi dinlerine sokmak ne de sahip oldukları inançlarını terk ettirmek için şiddet ve zorbalığa başvurdukları açıkça görülür. Çünkü ne onların ne de onlara tâbi olan inananların böyle bir vazife ve sorumlulukları vardır. Onlara düşen sadece tebliğ ve inzardır (uyarmak ve korkutmaktır). İnanıp inanmama ise şahısların iradelerine bırakılmıştır. İslâm’a göre hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez. (En’âm sûresi, 6/164) Doğru yola girenin (hidayete erenin) faydası kendine olduğu gibi, inkâr eden ve sapıtanın zararı da kendinedir. (Yunus sûresi, 10/108)

Elbette müminler sahip oldukları iman ve şefkatin kuvvetine göre inançsız insanların hali karşısında acı ve ızdırap duyarlar. Fakat ikna, delil, güzel öğüt ve hikmetle onlara hak ve hakikati anlatmanın ötesinde ikrah ve zorlama kapsamına girecek hiçbir fiile tevessül etmezler, edemezler. Zira dinleri onları bundan meneder.

Ne var ki aynı şeyleri, putperestliği (şirk ve küfrü) yaşayan peygamber kavimleri için söyleyemeyiz. Özellikle toplumun önde gelenleri (mele, mütrefîn) peygamber davetinin önüne geçebilmek için her tür baskı ve zorbalığa başvurmuşlardır. “Rabbim diyen bir insanı mı öldüreceksiniz?” (Mü’min sûresi, 40/28) “Tamamen haksız yere sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediklerinden ötürü yurtlarından kovulmuşlardı.” (Hac sûresi, 22/40) “Resûlüllah’ı ve sizi sırf Rabbimiz olan Allah’a inandığınız için vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine sûresi, 60/1) “Ellerinden gelirse sizleri dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar.” (Bakara sûresi, 2/217) gibi âyetlere bakıldığında, din ve vicdan hürriyeti önündeki asıl tehdidin, insanların hür iradeleriyle inanmasını engelleyen zorbalar olduğu daha rahat anlaşılır.

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ondan önce yaşamış diğer nebilerin tek vazifesi, insanları hak dine çağırmak olmuştur. Bu çağrıyı da hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. (Bkz. Nahl sûresi, 16/25) Ne zayıf oldukları, ne de güç ve imkân elde ettikleri dönemde kimseyi kendi dinlerini kabul etmeye zorlamamışlardır. Çağrılarına olumlu cevap vermeyen insanların taptıkları put ve totemlere hakaret ve küfür etmemiş, onların kutsallarına saldırmamışlardır. Zaten Kur’ân açıkça müminleri bundan nehyeder. (Bkz. En’âm sûresi, 6/108) Fakat kâfir ve müşrikler için aynı sözleri söylemek zordur. Zira onlar, peygamberleri ve onlara inananları yürüdükleri yoldan çevirmek için baskı ve şiddete tevessül etme, işkence yapma, savaş açma, tuzak kurma, ülkeden kovma, öldürme dahil ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.

Günümüzde baskı ve zorlama, bazılarınca dinlerin bir özelliği gibi algılanıyor ve bu şekilde anlatılıyor. Fakat bilinenin aksine dinler, tarih boyunca -taassup ve yobazlığa yenik düşmedikleri sürece- hep temel hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olagelmişlerdir. Toplumdaki her tür baskı ve zorlamayı kaldırarak insanlara hür iradeleriyle seçim yapabilecekleri uygun bir ortam hazırlamak, dinlerin aslî ve öncelikli hedeflerinden biri olmuştur. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en mümeyyiz vasfı, onun akıl ve irade sahibi bir varlık olmasıdır. İnanç ve din, hür tercihe dayandığı, ihlâs ve samimiyetle yaşandığı takdirde kıymet ifade eder. Farklı farklı baskı, şiddet ve zorlamaların söz konusu olduğu bir toplumda akıl ve irade önemini yitirir, dolayısıyla samimi Müslümanlıktan da bahsedilemez. Bu ise hem insana hem de dine karşı büyük bir saygısızlıktır.

 

b) Canın Korunması

İnsana fevkalâde değer veren İslâm, onun en temel haklarından biri olan hayat hakkını garanti altına alabilmek için oldukça ağır ve detaylı düzenlemeler getirmiştir. Öyle ki yaşam hakkının en fazla ihlâl edildiği savaşları bile belirli kural ve kaidelere bağlamıştır. Yaşama hakkının yanı sıra güvenlik hakkı, vücut bütünlüğünün korunması, özel hayatın gizliliği, mesken dokunulmazlığı, zulme karşı direnme hakkı gibi pek çok hak ve özgürlük de “canın korunması” kapsamında değerlendirilebilir.

Kur’ân’ın konuyla ilgili getirmiş olduğu şu hüküm, bu konuda fazla söze ihtiyaç bırakmaz: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.” (Mâide sûresi, 5/32) Cenâb-ı Hak, burada herhangi bir din ve millet ayrımı yapmaksızın bir cana kıyan insanın, bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir vebal altında kalacağını ifade eder. İnsan hayatının dokunulmazlığını ve kutsallığını vurgulaması bakımından bundan daha mükemmel bir beyan olabilir mi!

Şu âyet-i kerimede ise cana kıymanın cezası olarak ebedî Cehennem gösterilir: “Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği Cehennem’dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ sûresi, 4/93) Her ne kadar bu âyetin hükmü daha başka âyetlerin hükmüyle birlikte değerlendirilerek ve yoruma tâbi tutularak yumuşatılmış ise de âyetin zahiri anlamının ifade ettiği şiddetli tehdit, caydırma ve korkutma gözden uzak tutulmamalıdır. İslâm’da konuyla ilgili başka hiçbir hüküm bulunmasaydı bile, insan öldürmekle ilgili bu iki âyetin ifade ettiği güçlü vurgu, din nazarında canın ne kadar kıymetli ve hürmetli olduğunu ifade etme adına yeterdi.

Hadis-i şeriflerde de âyetlerin hükmünü destekler nitelikte insan hayatının ne derece önemli olduğu vurgulu ifadelerle ortaya konulmuştur. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, insan öldürmenin nasıl büyük bir cürüm olduğunu şu benzetmeyle anlatır: “Allah katında, dünyanın yok olması bile, mümin bir insanın öldürülmesinden daha önemsiz ve basit kalır.” (Tirmizî, Diyât 7) Diğer bir rivayet şu şekildedir: “Şayet gök ve yer ehli bir araya gelerek Müslüman bir kimseyi öldürseler, Allah’ın azabı onların hepsini kuşatır.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, 16/153)

Hayat hakkı ve canın hürmeti açısından Müslüman ile gayrimüslim arasında bir fark yoktur. Müslüman’ın canına kıymayı yasaklayan yukarıdaki hadislerin yanında, zımmi veya muahit olarak isimlendirilen gayrimüslimler için de aynı yasaklar vârit olmuştur. Mesela Buhari’de geçen bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyurur: “Kim bir muahidi (aramızda sulh bulunan bir gayrimüslimi) öldürürse Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden dahi duyulur.” (Buhârî, Cizye 5) Bazı rivayetlerde Cenâb-ı Hakk’ın ona Cennet’i haram kılacağı bildirilmiş (Ebû Dâvud, Cihad 165), bazı rivayetlerde de “muahit” yerine “ehl-i zimme” ifadesine yer verilmiştir (Nesaî, Kasame 13).

İslâm’da kasten işlenen katil suçunun cezası olarak kısasın emredilmesi de insan canına verilen kıymet ve değerin büyüklüğünü gösterir. Zira, insan hayatı Allah katında o kadar değerlidir ki, kısas dışında buna verilecek her tür ceza hafif kalır. Cana kıyan kimse bunu ancak kendi canıyla ödeyebilir. Zaten kısas da kelime manası itibarıyla denklik ve eşitlik demektir. İslâm’a göre suç-ceza dengesi ancak bu şekilde sağlanabilir, hak ve adalet ancak bu şekilde yerine gelebilir. Cinayetlerin önüne geçmenin en caydırıcı yolu da budur. Çünkü insanlar, neticesinde kendi canlarına mâl olacak bir cinayet işlemeye kolaylıkla cesaret edemezler. İşte “Sizin için kısasta hayat vardır.” (Bakara sûresi, 2/179) âyetinin pek çok hikmetlerinden biri budur.

Şunu da belirtmek gerekir ki kısas cezası sadece kasten öldürmelerde uygulanır. Kaldı ki o da öldürülen kimsenin velisinin talebiyle diyet ödemeye dönüşebilir. Hata ile öldürmenin maddi cezası ise kısas değil, diyettir. Veliler talep etmediği takdirde o da düşebilir.

Değil bir insanın canına kıymak, İslâm, bir insana eziyet ve acı verici olan bunun çok berisindeki fiilleri dahi haram kılmıştır. Mesela Allah Resûlü bir hadislerinde bir insana karşı silah doğrultulmasını yasaklarken (Müslim, Birr 126), başka bir hadislerinde ise bir Müslüman’ın başka bir Müslüman’ı korkutmasının helâl olmadığını ifade buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb 92)

Aynı şekilde Hucurat sûresinde insanları alaya almanın, ayıplamanın, karalamanın, kötü lakaplar takmanın, başkaları hakkında suizanda bulunmanın (kötü düşünmenin), kusur ve ayıpları araştırmanın (tecessüsün), gıybet etmenin haram kılınması da insan onuruna ne kadar değer verildiğini gösterir. (Hucurât sûresi, 49/11-12) Peygamber Efendimiz’in mümini, elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse şeklinde tarif etmesi de çok manidardır. (Buharî, İman 3) İslâm’ın, başkalarını incitecek ve rencide edecek her tür kötü davranıştan uzak kalınmasını emretmesi, insana ne kadar çok değer verdiğini gösteren ayrı bir husustur.

Nebiyy-i Ekrem, “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi kötülük olarak ona yeter.” (Müslim, Birr 32) buyurmak suretiyle, fiiliyata yansımayan bazı düşüncelerin bile mahzurlu olduğunu ifade etmiştir. Esasında başkalarına değer vermeyen ve onları hafife alan bir kimseden onların kişilik haklarına saygılı davranması da beklenemez.

 

c) Aklın Korunması (Düşünce ve İfade Özgürlüğü)

Aklın korunması, canın korunması içinde mütalâa edilebilecek bir konu iken, önemine binaen fakihler bunu müstakil bir başlık altında ele almayı tercih etmişlerdir. Zira insan, aklıyla insandır. Aklı sayesinde hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, faydalıyla zararlıyı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birbirinden ayırabilir. Dinî mükellefiyetin esası da, akıldır. Bu yüzden çocuklar ve deliler dinî hükümlerle mükellef tutulmamışlardır. Aynı şekilde insan, aklı vasıtasıyla dinî hükümleri anlar, yorumlar ve onlardan yeni hükümler çıkarır.

Ne var ki aklın, kendinden beklenen fonksiyonları yerine getirmesi ve sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarabilmesi için zeminin müsait olması, düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunması gerekir. Yani insan, benimsediği siyasi, felsefi veya dinî görüşlerini hiç kimseden korkmadan ve endişe etmeden dile getirebilmelidir. Baskı, şiddet ve cebrin söz konusu olduğu yerlerde aklın kendisinden beklenen ürünleri verebilmesi mümkün değildir.

Kur’ân’ın pek çok yerde, Allah’ı inkâr eden kâfirlerle, O’na ortak koşan müşriklerin sözlerini nakletmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü adına üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Mesela Kur’ân, inanmayanların peygamberlere yönelik ağır hakaretlerini nakletmekte bir mahzur görmez. Firavun ve Nemrut gibi ilâhlık taslayan kişilerin sözlerini dahi zikreder. Bunların yanı sıra inkârcı ve putperestlere ait birçok iddiayı dillendirir. Kur’ân’ın tarihin sayfaları arasında kalmış bu tür olayları nakletmesi bir açıdan düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği önemi gösterir.

Kur’ân’ın, inanmayanlar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğiyle ilgili Efendimiz’e yaptığı şu tavsiyeler de bu konuda dinin çerçeveyi ne kadar geniş tuttuğunu gösterir: “(De ki) Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirun sûresi, 109/6), “Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: ‘Benim yaptıklarım benim, sizin yaptıklarınız sizindir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız ve ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” (Yunus sûresi, 10/41)

Kur’ân’da yer alan, “De ki, İşte Rabbinizden hak geldi. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” (Kehf sûresi, 18/29); “Biz insana doğru yolu gösterdik, ister şükreder, ister nankörlük ederek küfre girer.” (İnsan sûresi, 76/3) şeklindeki âyetlere bakıldığında, Yüce Allah’ın en çok değer verdiği iman konusunda bile insanlara düşünce hürriyeti ve seçim özgürlüğü tanıdığı görülür. İnanma veya inanmama insana bırakılmıştır. Fakat insanın bu konuda doğru bir tercih yapabilmesi için, her tür baskı ve istibdadın izale edilmesi ve aklın önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi gerekir. 

İnsan, kendisini baskı altında tutan her tür bağdan sıyrılarak Kur’ân âyetleri üzerinde tefekkür edebilse, mutlaka Rabbinden kendisine gelen “hakkı” bulacak, kendisine gösterilen yolun doğruluğunu anlayacaktır. Dinde zorlamanın olmamasının anlamı da budur. Akıl, şayet yaratılış istikametinde, yani yerinde ve gerektiği şekilde kullanılırsa Allah’ı bulur. Akıl, mantık ve muhakeme imanı iktiza eder. Küfür ise irrasyoneldir, akıl dışıdır. Zira eser müessir olmadan meydana gelmez. Kitap, kâtibine delâlet eder. Allah inancı olmaksızın müthiş bir düzen ve ahenk içinde yaratılan varlık izah edilemez. Bu yüzden âyetler sürekli insanları aklını kullanmaya ve varlık üzerinde tefekkür etmeye çağırır. Herhangi bir inancı dikte etmez; bilâkis delil ve burhanla konuşur.

Üstelik dinin insanlığın önüne serdiği fayda ve güzellikler o kadar zahirdir ki, bunları görebilmek ve kabullenebilmek için baskı ve zor kullanmaya değil; var olan baskıları izale etmeye ihtiyaç vardır.

Aklın korunması denildiğinde daha çok İslâm’ın sarhoş edici içki ve uyuşturucu gibi maddeleri haram kılması anlaşılır. Zira bu tür maddeler, aklı perdeler ve onun fonksiyonlarını yerine getirmesini önler. Dolayısıyla bunların yasaklanmasının sebebi bir yönüyle İslâm’ın akla verdiği önemdir. Fakat bunların yanı sıra her tür baskı, zorlama ve şiddetin yasaklanmasını da “aklın korunması” kapsamında değerlendirebiliriz. Zira bunlar da aklı devre dışı bırakacak veya onun kendisinden beklenen ürünleri ortaya koymasına mâni olacaktır. İstibdadın hâkim olduğu ülkelerde bunu net olarak görebiliriz.

 

d) Neslin/Irzın Korunması

İslâmî hükümlerin önemli hedeflerinden birisi de evlilik ve aile hayatını düzenlemek ve bu konudaki hak ve özgürlükleri koruma altına almaktır. Evlenme ve aile kurma hakkı, çocuk sahibi olma hakkı, çocuklara tanınan haklar, kadın hakları, özel hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı gibi haklar neslin ve ırzın korunması kapsamında düşünülebilir. İslâm’ın bu konulardaki bütün hüküm ve düzenlemelerinin burada ele alınması konunun sınırlarını aşar. Bu sebeple önemli gördüğümüz bazı hususlara temas etmekle yetineceğiz.

İslâm, çocukların sağlıklı bir yuvada büyümesi, neseplerin birbirine karışmaması ve toplumun dejenere olmaması adına her tür gayrimeşru ilişkiyi yasaklar. Fakat hem neslin devam etmesi hem çocukların sağlıklı yuvalarda büyümesi hem de insanların fıtri ihtiyaçlarını karşılamaları adına evliliğe ciddi teşvikte bulunur. Hatta Kur’ân, evliliğe güç yetiremeyen muhtaç kimseleri evlendirme görevini topluma yükler, fakirliğin bile evliliğin önünde bir engel oluşturmaması gerektiğini beyan eder. (Nûr sûresi, 24/32) Evliliği meşru kılan İslâm, boşanmayı da meşru kılar. Bu sebeple bir kısım mücbir sebepler karşısında eşlerin boşanma hakkını kullanması mümkündür.

Çocuk hakları da İslâm’ın önemle üzerinde durduğu konulardan biridir. İslâm’a göre doğduğu andan itibaren çocuğun vücup ehliyeti (zimmeti) vardır. Yani doğumla birlikte hukukî ve gerçek kişilik de başlar. Dolayısıyla çocuk her tür haktan faydalanabilir. Mülkiyet sahibi olabilir. Yani kendisine kalan mirasa, verilen hediyelere malik olur. Veli veya vasisi çocuğun mülkiyet haklarında veya şahıs haklarında hiçbir şekilde onun aleyhine olacak tarzda bir tasarrufta bulunamaz. Hakları kullanabilme ve borç altına girebilme şeklinde tezahür eden eda ehliyeti ise çocuğun mümeyyiz olmasıyla birlikte kısmi olarak başlar ve ergenlikle birlikte tamamlanır.

Kur’ân ve Sünnet, ebeveyni, doğumdan itibaren çocuklara karşı yerine getirmeleri gereken önemli bir kısım vazife ve sorumluluklarla yükümlü tutar. Çocuğa güzel bir isim koyma, sünnet ettirme, akika kurbanı kesme, nafakasını sağlama, bakım görümünü güzel yapma, iyi bir terbiye verme, eğitimiyle meşgul olma, geleceğe hazırlama, şayet varsa mallarını en güzel şekilde koruyup geliştirme çocuğun anne-baba üzerindeki hakları olarak ifade edilir.

Günümüzde dünyanın pek çok ülkesinde yaygınca uygulanan kürtajın, genel itibarıyla İslâm âlimleri tarafından haram görüldüğünü belirtmek gerekir. Modern dünya kürtajı anne-babanın bir hakkı olarak görse de, İslâm âlimleri konuya çocuk açısından bakar, eksik de olsa onun da hayat taşıdığını savunur ve Allah’ın yarattığı bu cana anne-babasının kıymasını caiz görmezler. Kur’ân, birçok âyetinde kötü bir cahiliye âdeti olan kızların diri diri toprağa gömülmesini şiddetle kınar ve kesin bir üslupla yasaklar. (En’am sûresi, 6/151; İsrâ sûresi, 17/31) Kur’ân’ın bu yasağının bir açıdan kürtajı da kapsadığı söylenebilir. İslâm fıkhı, ceninin hayat hakkının ihlâl edilmesini beşte bir oranında diyet (gurre) ödemekle cezalandırır.

İslâm’ın kadına verdiği değer ve ona tanıdığı haklar da devrim niteliğindedir. İslâm’dan önce gerek Arap toplumunda gerekse dünyanın daha başka yerlerinde kadına reva görülen zulüm ve haksızlıklara bakıldığında, İslâm’la birlikte onun nasıl gerçek değerini kazandığı daha iyi görülür. İslâm, bir taraftan kadını istismar eden ve aşağılayan her tür düşünceyi ve uygulamayı kökünden söküp atarken, diğer yandan da erkeğin sahip olduğu şahsî, ailevi, içtimai, hukuki ve iktisadi her tür hakkı ona da tanımıştır.

Kur’ân bir taraftan, “Erkeklerin kadınlar üzerinde bazı hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara sûresi, 2/228) beyanıyla ailedeki karşılıklı haklara dikkat çekmiş, diğer yandan da “Onlarla hoşça, güzelce geçinin.” (Nisâ sûresi, 4/19) âyetiyle kadına karşı yapılacak her tür kötü muameleyi yasaklamıştır. Allah Resûlü, ümmetine son tavsiyelerde bulunduğu ve son ikazlarını yaptığı Veda Hutbesinde, “Kadınlar hususunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız.” (İbn Huzeyme, Sahih, 4/251) buyurmuştur.

İslâm’da kadın; yaşama hakkına sahip olma, çalışma, mülkiyet edinme, mallarında dilediği gibi tasarrufta bulunma, onuruyla yaşama, evlenme, aile kurma, çocuk sahibi olma, eğitim alma, ilim öğrenme, Allah’a ibadet etme, din ve vicdan hürriyetine sahip olma gibi temel hak ve özgürlüklerin tamamında erkekle aynı statüdedir. İslâm’da kadın ile erkeğin farklı hükümlere tâbi olduğu çok az mesele vardır ki, bunların maksadı da kadın ve erkek arasında bir hiyerarşi kurmak, kadına zulmetmek veya onu ikinci sınıf insan konumuna düşürmek değildir. Bilâkis bu farklılık, bazen kadın ve erkeğin farklı fıtrat ve tabiatlara sahip olmalarından, bazen erkeğe nispeten daha hassas ve duygusal yaratılan kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasından bazen de ailevi ve içtimai dengelerin gözetilmesinden kaynaklanır.

Modernizm ve feminizmle birlikte kadınlar haklı olarak uzun asırlar boyunca kendilerinden gasp edilen haklarını istirdat etme ve kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıkları bertaraf etme mücadelesine girişmiş fakat bir tepki hareketi olarak başlayan bu mücadelede denge tam olarak gözetilememiştir. Bu yüzden feminizm, kadına lâyık olduğu konum ve değeri kazandırma hareketi olarak başlamışsa da, pek çok araştırmacının da ifade ettiği üzere, bir süre sonra kadın ve erkek arasındaki çatışmaları körüklediği ve hatta yer yer kadın-erkek düşmanlığını tetiklediği söylenebilir.

Halbuki İslâm nazarında kadın ve erkek, birbiriyle çatışma, yarışma ve rekabet hâlinde olan iki düşman değil; kâinattaki bütün canlılar ve hatta bütün varlıklar gibi bir araya gelerek bir bütün oluşturmaları gereken iki farklı cinstir. Allah, kadını ve erkeği farklı fıtratlarda yaratmış, her iki cinsi de apayrı özellik ve kabiliyetlerle donatmış ve bunları birbirine muhtaç kılmıştır. Kadın ve erkek bir araya geldiğinde bir bütün oluşturacak, birbirlerinin eksiklerini giderecek özelliklere sahiptirler. Fakat fıtratla savaşma pahasına cinsiyet rollerini ortadan kaldıran ve bu iki farklı cinsi birbiriyle vuruşturup yarıştıran modern dünyanın, ailenin dağılmasında ve parçalanmasındaki rolü büyüktür.

Bütün bunların yanında Kur’ân’da, izin almadıkça ve selâm vermedikçe evlere girilmesinin yasaklanması (Nûr sûresi, 24/27), Peygamber Efendimiz’in, değil izinsiz evlerin içine girmek, izin verilmedikçe başkasının evinin içine bakmanın bile haram olduğunu bildirmesi (Tirmizi, Salât 148) İslâm’ın insan onuruna, mahremiyete ve mesken dokunulmazlığına verdiği önemi gösteren önemli misallerdir.

 

e) Malın Korunması

Hiç şüphesiz eşya üzerindeki hakların en güçlüsü sayılan mülkiyet hakkı, insan haklarının en önemlilerinden biridir. Zira mülkiyet haklarına tecavüz edilen bir yerde, insanların çalışma, kazanma ve birikim yapma istekleri söner, toplumsal denge ve huzur altüst olur. Zorba yönetimlerin hâkim olduğu ve vatandaşların mallarına el uzattığı ülkelerde yaşanan huzursuzluklar ortadadır. Bu yüzden insanları çalışmaya, kazanmaya ve üretmeye teşvik eden İslâm, mülkiyet hakkını kutsal kabul etmiş ve insanların sahip oldukları mal ve servetleri koruma adına önemli düzenlemeler getirmiştir.

İslâmî hükümlerin en başta gelen özelliklerinden biri, insan fıtratıyla uyumlu olmasıdır. Bilindiği üzere mülk edinme ve sahip olma duygusu insanın en fıtri ihtiyaçlarından biridir. İnsan, mal ve servete karşı meyilli yaratılmıştır. Bu sebeple İslâm, özel mülkiyeti kabul etmekle kalmamış, “Malı uğruna öldürülen şehittir.” (Müslim, İman 226) hadisiyle onu korumak için her tür mücadelenin verilmesi gerektiğine ve böyle bir mücadelenin Allah katında nasıl bir kıymet arz ettiğine dikkat çekmiştir.

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız ve gayr-i meşru yollarla yemeyin!” (Nisâ sûresi, 4/29) âyetiyle,“Gönül hoşnutluğu olmadıkça, Müslüman bir kişinin malını almak helâl olmaz.” (Dârakutnî, Sünen, 3/424) şeklinde hadis, net ifadelerle mülkiyetin dokunulmaz olduğunu ortaya koyar. Başka bir hadislerinde Peygamber Efendimiz, tıpkı can ve namus gibi malın da dokunulmaz ve mukaddes olduğunu beyan eder. (Buharî, Megazi 77) Konuyla ilgili âyet ve hadislerden yola çıkan İslâm hukukçuları da, “Meşru bir sebep olmaksızın birinin malını bir kimsenin alması caiz olmaz.” şeklindeki fıkhî kaideyi ortaya koyarlar. İslâm’ın hırsızlık ve eşkiyalık suçları için en ağır cezai müeyyideler takdir etmesi de mülkiyet hakkına verdiği önemi gösterir.

 

Sonuç

Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere İslâmî hükümlerin ana maksadı temel insan haklarını korumaktır. Din de, hukuk da, ahlâk da insan için vardır. Bunların ortak özelliği insana, yaratılış gayesine uygun bir şekilde insanca bir hayat yaşatmaktır. İnsan ise hak ve özgürlükleriyle insandır. Farklı bir yaklaşımla insan haklarının korunması aynı zamanda Müslümanlığın ve İslâm’ın korunmasıdır. Zira temel haklarından yoksun yaşayan bir insanın ne hakkıyla Müslüman olması ne de dinine sahip çıkması mümkün değildir.

 

Önümüzdeki yazıda dinî referanslar çerçevesinde eşitlik konusunu ele alacağız.

Author: Dr. Yüksel ÇAYIROĞLU - min read. - Post Date: 04/05/2022