Haşir Akidesinin Faydaları





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/13/2022
Clap

Eğer yediden yetmişe herkesi huzurlu etmeyi düşünüyorsanız bütün gönüllere haşir akidesini yerleştirmeye çalışın...

Allah’a imandan sonra, hayatı tanzim edip bir düzene koyma, beşerin toplu olarak huzurunu temin etme, haşre yani ölüm ötesi hayata inanmaya bağlıdır.

Yaptığı şeylerin hesabını vereceğine inanmayan bir insanın hayatının müstakîm olması düşünülemez. Buna karşılık, attığı her adım için öbür âlemde Allah’a hesap verme düşüncesini eksik etmeyen, her davranışı bir hesabın ifadesi olan, her sözü, her dinleyişi ve her kalbî temayülünü ötede Allah’a hesap verme havasına göre hassasiyetle ele alan kişinin de hayatı oldukça muntazam bir şekil arz eder.

وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِنْ قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاءِ وَلاَ أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ وَلاَ أَكْبَرَ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ

“Ne işte bulunsan, Kur’ân’dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka Biz, içine daldığınız an üzerinizde şahidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb’in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitap (Allah’ın bilgisinin nakşedildiği Levh-i Mahfuz)da olmasın... (Allah’ın bilgisi her şeyi içine almıştır. O’nun bilgisi dışında kalan hiçbir şey yoktur. Her olay, ancak O’nun bilgisi ve izniyle olur.)”[1] Yani bütün davranışlar ve hareketler, kerim melekler tarafından tespit edilmektedir. Büyük, küçük, gizli ve açık; bizim hakir, Allah’ın azim gördüğü veya bizim azim Allah’ın hakir gördüğü -hangi hesap içerisinde ele alınırsa alınsın- yaptığımız her şey tespit edilmekte, her şeyimize nigehbân gözetleyenler, yazanlar ve her şeyimizin hesabını görmek üzere “Deyyân” olan Allah hâzır ve nâzırdır.

Bu ruh ve şuur içinde yaşanan bir hayat müstakîm; bu ruh ve şuur içinde yaşayan fertlerin teşkil ettiği toplum huzur içinde; yine bu ruh ve şuur içindeki aile ocağı da, yaşadıkları aileyi cennet bahçelerinden bir bahçe hâline getirmişlerdir.

Evet, beşerin çılgınlıklarını bırakabilmesinin tek yolu vardır; o da öldükten sonra dirilmeye inanmasıdır. Gençliğin çılgınlıklarının önünü alacak, onun hezeyanlarını önleyecek, yavaş yavaş ölüme doğru giderken her adımda ayrı bir inkisar ve ümit kırıklığına uğrayan ihtiyarlara ümit kaynağı olacak, çocukların mukavemetsiz kalblerinde her an saadet şem’a ve şulelerini yakıp aydınlatacak da ancak haşre iman ve inançtır.

Gençten ihtiyara, kadından erkeğe, âdilden zalime herkes için içilen su ve teneffüs edilen hava kadar haşre imana ihtiyaç vardır.

Haşre iman denen bu şerbeti içmek aynı zamanda yudum yudum huzuru yudumlamak demektir. Bu sebepledir ki, beşerin sulh ve salâhı için uğraşan ve ona huzur bahşetmeyi gaye edinen bütün fikir adamlarının, meseleyi bu zaviyeden değerlendirmeleri gerekmektedir.

Ferdin, ailenin, cemiyetin ve topyekün bütün insanlığın hakikî refah, saadet ve huzura erebilmesi ancak ve ancak, büyük-küçük bütün amellerin hesabının görülebileceği bir ahiret yurduna inanmaya bağlıdır.

Kur’ân-ı Kerim:

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür. (İnsana ameli gösterilir, insan yaptığını görür.)”[2] diyerek, zerre miktar hayır işleyenin hayrının mükâfatını ve zerre miktar şer işleyenin de şerrinin cezasını göreceğini ilan etmekte ve insanlara bu mesuliyet duygusunu aşılamaktadır. İnsanlar bu iman ve inanca sahip olduktan sonra, artık ona اِعْمَلْ مَا شِئْتَ “İstediğini yap!” denebilir. Zira vak’a ve realite, yapılan her şeyin aynen karşılık göreceği kat’iyetini ifade etmektedir. Bu anlayışta bir insan, alnını ak, yüzünü pak edecek ve ötede onu mahcup edip yere baktırmayacak işler yapma lüzumunu duyacaktır.

Çocuk, o zayıf, o nahif ruhuyla ancak haşre iman ile huzurlu bir hayat bulabilir. Herkes çocukluğunu bu zaviyeden tetkik etse ve hayalen çocukluk anlarına gitse bu hükmü tasdik edecektir.

Evet, çocuk ince bir kalbe sahiptir, aynı zamanda hâdiselerin terkibini yapıp neticeye gidecek bir zekâya da sahip değildir. Hem o, büyükleri gibi, kendisini eğlenceye verip tenvîm de edemez. Onun içindir ki, ölüm endişesini bir büyükten daha derin hisseder. Her an etrafından kopup gidenler, onun içinden de bir parça koparıp götürürler. Annesi, babası vefat eden bir çocuğun dünyası ise bütün bütün yıkılır. Ruh âlemini aydınlatan bütün yıldızlar söner ve vicdanının seması karanlığa gömülür. Vicdan taşıyan hemen her insan bunları hissedebilir.

Çocukluğumda bir kardeşim ölmüştü. Onun mezarına her uğrayışımda ellerimi açar “Allahım, ne olur dirilt de, onun güzel yüzünü bir kere daha göreyim!” der yalvarırdım. Şimdi bu hâlette olan, ben ve benim gibi binlercenin kalbindeki “Öldükten sonra dirilme inancını” silin; gönlünden bu imanı söküp atın; bu yanan kalbe ve figan eden gönle ne ile derman olacak ve bu yangını nasıl söndüreceksiniz? Hayır hayır, hiçbir şeyle ona derman olmanız ve onun ateşini söndürmeniz mümkün olmayacaktır. Sadece haşir akidesidir ki, bu buhranlar ve sıkıntılar arasında kıvranan çocuğa soluk aldırır ve rahat ettirir.

Evet, yakınlarının teker teker kopup gidişi karşısında, ancak onların Cennet’e gittiğine imandır ki, bu yavruya teselli verir ve onu bu dayanılmaz dertten kurtarır.

Küçük dahi olsa, alıştığı, ülfet ettiği bir yakını, büyüğü veya onsuz yapamayacağını kabul ettiği bir sevdiğinin göçüp gitmesi onun nazenin kalbinde kapanmayacak bir yara açar. Bu öyle onulmaz bir yaradır ki, ona ancak şu düşünce merhem olabilir:

“Buradan gitti veya alındı, fakat orada Hudâ, ona cennet kapılarını açtı. Şimdi o, cennet bahçelerinde kuşlar gibi kanat çırpıp uçuyor. Eğer ben de ölsem onun gibi uçacağım.”

Şayet ölen büyük ise, şöyle düşünecek: “O öldü, ama orada da beni kucağına alıp sevecek, başımı okşayıp bağrına basacak.” Ve işte bu düşüncelerdir ki, ölümün açtığı firkat ve ayrılık gediğini kapayacak ve onun kanayan yarasına merhem olacaktır.

Huzur mu istiyorsunuz? Onu ne dört bir yanda tütüp duran fabrika bacalarıyla ne de yıldızlar arası seferler düzenlemekle temin edebilirsiniz. Hakikî huzur, işte bu iman ve inanca dayalı olan huzurdur. Evet, öldükten sonra dirilme esasları üzerine kurulu huzur, işte gerçek huzur odur.

İhtiyarlar... Adım adım ölüme yaklaşan ihtiyarlar... Ağzını açmış kabir onları beklerken ve onlar da süratle ona doğru koştururlarken ne ile teselli olup hangi şeyle kendilerini avutabilirler?.. Her gün aynada seyrettikleri ak saçların içlerinde hâsıl ettiği burkuntuyu ne ile bertaraf edebilirler?. Bu hâlin meydana getirdiği ruhî eksikliği nasıl kapayabilirler?.. O yaşa gelinceye kadar evlâttan, torundan, arkadaştan ve yakından öbür âleme gönderdikleri kimselerin onların kalblerinde bıraktıkları izleri ne ile silebilirler?

Gençliğin, sıhhatin, makam ve mansıbın gidişi ve bu gidişlerin onun içinde bıraktığı korkunç izler varken siz onu bu hâliyle nasıl teselli edebilirsiniz? Ona takdim ettiğiniz her türlü maddî teselli, ayrılıp gitmesiyle onun içinde yeniden korkunç izler bırakacak ve bu daima böyle devam edip gidecektir. Öyleyse bütün insanlarla beraber ihtiyarların da huzur bulacağı tek çare vardır: Öldükten sonra dirilmeye inanmak!.

Birkaç gün sonra kendini yutmak için bekleyen bir canavar ağzı dehşetini veren kabrin, öbür âleme giden koridorun mütevazi bir kapısı olduğuna inandırmak!. Orayı cennet bahçelerine geçmek için bekleme salonu olarak göstermek!.. Rahmet ve gufrânın mevcelendiği bir yer olarak tarif etmek!. İşte bütün bunlardır ki, ona teselli kaynağı olacaktır.

Kur’ân-ı Kerim Hz. Zekeriya’nın (aleyhisselâm) diliyle:

قَالَ رَبِّ إِنِّي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّي وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ أَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

“Rabbim, demişti. Bende kemik gevşedi; baş, ihtiyarlık aleviyle tutuştu. Rabbim, Sana dua ile hiçbir zaman bahtsız olmadım (her dua ettikçe kabul buyurdun, beni istediğimden mahrum etmedin).”[3] derken ve ardından da onun hayırlı bir evlât istemesini hikâye ederken dünyadan göçüp gitmeye hazırlanmış bir insanın feryadını en güzel bir şiir âhengi içinde tasvir etmektedir. Ruhta meydana gelen bu feryadı, eşsiz bir şekilde anlatma ve dile getirme yine Kur’ân’ın mucizevî yönlerinden birisidir. Her şuurlu insan, vicdanını dinlediği zaman kalbinin dudaklarında acı tebessümü gördüğünde ruhunda kopan böyle bir feryadı bütün dehşetiyle hissedecektir. Fakat ona bu hâlinde teselli olabilecek ve ruhunda kopan bu fırtınayı dindirebilecek tek çare ahirete iman olacaktır. Bu inanç ve iman, onun kulağına hayat verici soluğuyla âdeta şunları fısıldamaktadır: “Hayatını ikmal ettin. Vazifeni yaptın. Seni bu dünyaya gönderen Rahmeti Sonsuz, daha fazla seni bu çöllerde mahvetmeyecek ve seni huzuruna alarak, senin için hazırladığı nimetlerini sana bahşedecektir…”

Evet, bu ve bu mânâya gelen müjdelerdir ki, o ihtiyara hakikî huzur ve saadeti tattıracaktır. Çünkü o, asıl vatanı olan ahiret âlemine gitmeye hazırlanmaktadır.

İçtimaî hayatın büyük bir kısmını gençler teşkil eder. Mütecaviz ve hayatları hezeyanla dolu olan gençler hayatı cehennemî bir hâle çevirirler. Öte yandan sahabe gibi hayatlarından nur fışkıran, yüzleri saadet gamzeden, bütün davranışlarıyla Allah’ı hatırlatan, bakışlarında cennet parlayan gençler ise hayatı tamamıyla bir cennet hâline getirirler. Evet, gençler, haşre inanma ile gerçek benliklerini bulacak fakat haşir akidesi ve öldükten sonra dirilme duygusu gönül ve kafalarından sökülüp atıldığı zaman beşerin huzursuzluk kaynağı hâline geleceklerdir. Bugün insanlık huzursuz ise hayatının her safhası çılgınlık ve hezeyanlarla dolu olan gençlikle huzursuzdur. Pedagoglar ve terbiyeciler, buna çare getirelim derlerken, yaptıkları mualecelerle yarayı daha da derinleştirmiş ve onulmaz bir hâle getirmişlerdir. Hâlbuki bu yaranın dermanı, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır.

Zira gerçek çözüm, gençliğin atacağı her adımı Allah’a hesap verme inancı içinde atmasını temin etmek ve bu şuur içinde yetiştirmek ile mümkün olacaktır.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) mescide gidiyordu. Önünde hızla mescide doğru koşan bir çocuk gördü. Adımını hızlandırdı, çocuğa yaklaştı ve sordu:

Ey yavru! Sana namaz farz değil. Niçin böyle heyecanla ve koşa koşa mescide gidiyorsun?

Çocuk sadece şu cevabı verdi:

Ey mü’minlerin emîri! Dün mahallemizde bir çocuk öldü!..

Çünkü, istikametin medarı ve nokta-i istinadı, sadece ve sadece her şeyin görülüp bilindiği, tespit edildiği ve hesabının hazırlandığı bir güne göre hayatı tanzim etmededir.

Kâinattaki bütün harekât ve hâdisatın küllî irade ile tanzim edilmesine mukabil, insan ise hayatını kendi iradesi ile yönlendirme mecburiyetinde ve mükellefiyetindedir. İşte bu iradenin hakkının eda edilmesi neticesinde de Allah rahmâniyet ve rahîmiyetiyle insana, bütün cismanî arzularına cevap verecek, huri, gılman ve perdedârlarla donatılmış cennetler sunacaktır.

Zira irade, rahmâniyet ve rahîmiyetin cilvesidir. Cennet de rahmâniyet ve rahîmiyetin tezahür etmiş şeklidir. Burada insan, rahmâniyet ve rahîmiyetin muktezası olan iradeyi iyi kullandığı zaman o iradenin semeresini yine rahmâniyet ve rahîmiyetin tezahürü olarak görür.

Evet, hayatın ahirete göre tanzim edilmesi ve sırların açığa çıkacağı günün unutulmaması sayesinde fert, aile ve cemiyet huzura kavuşacak ve hususiyle gençler istikamet bulacak, nizam ve intizam altında yaşayacak ve başkalarının huzurunu ihlâl etmeyeceklerdir.

Sehl b. Sa’d (radıyallâhu anh) anlatıyor: Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelip, günlerdir evine kapanmış ağlayan bir gencin durumunu haber verdiler. İki Cihan Serveri onun evine kadar gitti. İçeriye girince, genç sevinçle yerinden fırladı ve kendisini Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kolları arasına atıverdi. Biraz sonra da ayaklarının dibine yığılıp kaldı. Genç vefat etmişti. Rahmet Nebisinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gözleri yaşardı ve dudaklarından şu inciler döküldü:

جَهِّزوُا صَاحِبَكُمْ فَإِنَّ الْفَرَقَ مِنَ النَّارِ فَلَذَ كَبِدَهُ وَالَّذِي نَفْسيِ بِيَدِهِ لَقَدْ أَعَاذَهُ اللهُ مِنْهَا

 “Arkadaşınızı techiz edin. Cehennem korkusu onun ödünü kopardı. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah onu Cehennem’den koruyacaktır.”[4]

وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى فَإِنَّ اْلجَنَّةَ هِيَ اْلمَأْوَى

“Ama kim Rabbinin makamından, (O’nun huzurunda duracağı demden) korkar ve nefsi kötü heveslerden menederse, (onun için) gidilecek yer Cennet’tir.”[5]

Rabbinin huzuruna çıkıp hesap verme endişesini taşıyan ve bu endişeye göre hayatını düzenleyen insan Rabbinin huzurunda emniyet içindedir. Zira Rahmeti Sonsuz kudsî bir hadiste şu müjdeyi vermektedir:

“İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada vermem.”[6]

Burada korkan orada emniyete ermiştir. Bu düsturdan başka gençliğin çılgınlığının önünü alacak bir şey tanıyor musunuz? İnsanı muhafaza edecek bir çember ve bir daire biliyor musunuz? Eğer vereceğiniz cevap menfiyse müspet mânâda bir hâl safhasına girmiş olacaksınız. Bütün terbiyeci ve pedagoglar bu hakikate kulak kesilmeli ve bu düsturu hayata tatbik etmelidirler.

Gençler her şey demektir. Meseleye, bir haksızlık karşısında kükreyen gence bakarak “Gençliği olmayan bir millet mahvdır.” diyen Hz. Ömer’in (radıyallâhu anh) ifadeleri içinde bakacak olursak, âlî duygularla mücehhez bir gençliğin cemiyet hayatının hayatı olduğu hükmüne varırız. Böyle bir millet yeni yeni medeniyetler inşâ etme istidadındadır. Bunun aksi ise hükmün de aksidir. Öyleyse bir milletin yücelmesindeki en mühim faktör gençliktir. Ama ahiret inancıyla dopdolu bir gençlik.

Hulâsa, inanan insanlar huzurlu bir dünya inşâ edebilecek ve sadece inanan insanlar huzurlu bir hayat yaşama hakkına sahip olacaklardır... Gençlik bir milleti ya yatırır veya kaldırır. Millet gençlikle ya cankeş veya berhayat olur.

Beşerin büyük bir kısmını hastalar, mazlumlar ve musibetzedeler teşkil eder. Haşir akidesinin bunların ruhunda da büyük tesiri vardır.

Hasta, her an kendisine yaklaşan ölüm ve koşarak gittiği kabir karşısında ümidi, sadece o kabri öbür âleme açılan bir hol görmede bulur. Şayet kabri saadete götüren bir yol ve ebediyete ulaştıran bir vasıta hâlinde görmüyorsa hasta hiçbir zaman mesut olamayacaktır. O, sancılarına, baş ve bel ağrılarına, kanser ve kangrenine karşı bununla teselli olur ve ara sıra ensesinde hissettiği Hz. Azrail’in pençesinin ruhunda meydana getirdiği ızdıraba karşı ancak bu inançla karşı koyabilir.

“Evet, ben gidiyorum, beni kimse burada durduramayacaktır... Fakat asıl sıhhatime, ebedî gençliğime kavuşacağım ve herkesin muhakkak döneceği bir yer olan Allah’ın yurduna gidiyorum.” diyerek hastalığını unutup müteselli olacaktır. Onun içindir ki, ehlullah ruhlarını Allah’a teslim ederken, dudaklarında da Dost’a kavuşmanın tebessümü gonca gibi açmış olarak belirmiş ve onlar bu hâliyle ruhlarını teslim etmişlerdir.

Nebiler Nebisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) son anında ellerini Hz. Âişe’nin ellerinden çekiyor ve “Allahım, artık öteleri istiyorum.”[7] diyordu.

Bir gün evvel de şöyle buyurmuştu:

إِنَّ عَبْدًا خَيَّرَهُ اللهُ بَيْنَ أَنْ يُؤْتِيَهُ مِنْ زَهْرَةِ الدُّنْيَا مَا شَاءَ وَبَيْنَ مَا عِنْدَهُ فَاخْتَارَ مَا عِنْدَهُ

“Allah bir kulunu dilediği kadar dünya nimetleri ile kendi yanında olanlar arasında muhayyer bıraktı. Kul, Allah’ın yanında olanı seçti.”[8]

Dünya ile ukbâ arasında muhayyer bırakılan o kul kendisiydi. Meseleyi anlayan sahabi gözyaşlarını tutamamıştı. O elini Hz. Âişe’nin elinden çekiyor ve Refîk-i A’lâ’yı istiyordu.

Aynı şekilde Hz. Ömer gibi bir kamet-i bâlâ da harabede başını yere koyuyor “Allahım, bu mükellefiyeti benim omuzlarımdan al, artık götüremeyeceğim!” diyerek ötelere olan iştiyakını dile getiriyordu.

Bir ahiret inancı, binlerce güzelliğin tecellî edeceği ahiret yurdu ve bunların verâsında da Cemal-i Bâki’yi görme iştiyak ve arzusuydu ki, onlara bu sözleri söyletiyor ve içlerinde bu arzuyu uyandırıyordu.

Irzını, namusunu gaddar zalimin elinden kurtaramamış, intikam hırsıyla yanan, kavrulan mazluma gelince... O, ancak, zalimin yakasını Allah’ın eline vereceği günü ve burada çektiklerine mukabil ahiret yurdunda kendisine bahşedilecek mükâfatları düşünmekle müteselli olur.

Zira mazlum kat’iyen bilir ki, burada yapılan zulümler zalimin yanında kalmayacaktır... Bir mahkeme-i kübrâ açılarak inceden inceye her şey hesaba çekilecek; zalim cezasını, mazlum ise mükâfatını görecektir.

وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ

“İşte Rabbin, zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O’nun yakalaması, çok acı ve çok çetindir.”[9]

Yani Allah, zalim bir kasabayı bir kere yakaladı mı, yaman ve yavuz yakalar. Artık onu iflâh etmez. Evet, mazlum kendini elinden kurtaramadığı zalim ve mütegallibten intikamını ancak bu şekilde alır ve müteselli olur.

Musibetzede... Semavî veya arzî musibetlere maruz kalmış, bağını bahçesini dolu vurmuş, sel götürmüş, binası zelzelede başına yıkılmış, kurduğu umran harap olmuş, aile ve yuvası ile derbeder olmuş ve bunlara benzer bütün musibetzedeler de ancak öldükten sonra dirilmeyi düşünmekle teselli bulurlar.

Zira bu inanca göre musibetlerde giden mal sadaka olur, can ise onu şehitlik mertebesine erdirir. İşte bu düşünce ile orada rahat ve huzura kavuşur.

Diğer taraftan aile yuvası, ahirete iman ile cennet köşelerinden bir köşe hâline gelirken, bu iman sökülüp atıldığında cehennem çukurlarından bir çukur oluverir. Çocuk dinî duygu ve yaşayıştan uzak, genç arzu ve hevesleri peşinde, ölümü beklenen hasta ise kendi ızdırapları içinde kıvranır bir vaziyette olan bu hane, daha insanlar içindeyken baykuşların ötmeye başladığı bir harabeden farksızdır. Çehreler abûs, suratlar mahkeme duvarı gibi ve işin daha kötüsü, bunlardan kaçarken kendinden uzaklaşış ve eğlencelerle kendini uyutma zavallılığı... İşte böyle bir haneye saadetin girmesi ancak haşre ve öldükten sonra dirilmeye imanla mümkündür.

Eğer yediden yetmişe herkesi huzurlu etmeyi düşünüyorsanız bütün gönüllere haşir akidesini yerleştirmeye çalışın... Zira o zaman gençler, nizam ve intizam içine girecek, çocuklar haylazlığı bırakacak, yaşlılar Cennet yolcuları olarak saadet içinde yaşayacak ve o hanenin içinde saadet şimşekleri çakmaya başlayacak ve daha ahirete gitmeden ahirete ait mânâlar o hanede terennüm edilecek ve bunların neticesinde de daha dünyada iken Cennet hayatı yaşanır hâle gelecektir.

Şehir ve memleket de insanın büyük bir hanesidir. İçindeki gençleri nefislerine tâbi birer köle, ihtiyarları bedbîn ve karamsar ve zalimlerin de mazlumun iniltisini ney gibi dinlediği bir dünyada huzur olamaz. Böyle bir dünyada şehirler, memleketler, milletler huzursuzdur. Çünkü huzuru getirecek rükünler yerine getirilmemiştir.

Nasıl ki, bir namazın namaz olabilmesi için belli rükünler vardır ve bu rükünlerin huşû içerisinde yerine getirilmesiyle namaz kemalini bulur ve insan namazıyla miracın tatlı tebessümünü dudağında hisseder. Bazen öyle bir an yaşar ki binler sene yaşamaya bedeldir. Aynen bunun gibi memleket ve milletlerin bütünüyle huzurlu olabilmesi için onu meydana getiren cüzlerin, huzurun rükünlerine tam mânâsı ile uygun olması gerekmektedir. İdeal bir şehir ve site, ancak ideal bir sistem ile kurulabilir. Varsın Eflatun “Cumhuriyet”inde bunun hülyasını yaşasın!.. Hayalperest Fârâbî “el-Medinetü’l-Fâzıla”sında bunu çerçevelemeye çalışsın. Bunlar hiçbir zaman bu ideal siteyi tahakkuk ettiremeyeceklerdir. Çünkü onu meydana getiren rükünlerden mahrumdurlar. Evet, hayatta bu huzuru temin edecek en büyük rükün, haşir akidesine inanmak, dünyayı istihkâr edip ahireti intizar edecek şuur ve iz’anı verebilmektir.

Muvazene insanı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en mühim icraatından biri de kurduğu dünya nizamını “ahirette hesap verme” akidesine dayandırarak kurmasıdır. Bu hayat bir bakıma ahiretin mukaddimesi, ahirete hazırlayıcı bir tarla ve insan gönlünde ahiret şule ve şem’asının yakılması için verilmiş bir fırsattır. Onun içindir ki, buraya “yevmüddünya”, öbür tarafa da “yevmülâhir” denilmiştir. Bu dünyada yapılanlar, doğacak öbür dünya için yapılmış olacaktır.

İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün gönülleri tatmin edecek ve iz’an şulesini yakacak şekilde herkese bu dersi vermiştir.

Gönüller ahiret inancıyla öyle dolmuştur ki sahabe dünyayı istihkâr edip âdeta gözleri dünya namına hiçbir şeyi görmez hâle gelmişti. İşte bir misal: (Mealen takdim ediyorum.)

“Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna aralarında taksimi gereken bir maldan dolayı mürafaa olmak için iki sahabi geldi. Her ikisi de kendisine daha fazla hak iddia ediyordu. İki Cihan Serveri bunları dinledikten sonra:

Şimdi sizden biriniz, derdini daha güzel anlatarak beni ikna edip hükmü lehine verdirebilir. Ben de sizin gibi bir beşerim; kimin delili daha mukni olursa ona göre hüküm veririm. Fakat ahirette işin hakikatine göre hüküm verilecektir. Zalim cezasını, mazlum da mükâfatını bütünüyle orada görecektir, deyince her ikisi birden:

Yâ Resûlallah! Benim hakkım da onun olsun, ben vazgeçtim, diyorlardı.

Daha sonra da Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara şu hususu tavsiye buyurdu:

Gidip malınızı âdil şekilde taksim edin, sonra da kur’a çekin. Kimin hissesine neresi düşerse payına razı olsun. Karşılıklı olarak birbirinize de hakkınızı helâl edin.”[10]

Görüldüğü gibi ahirete iman sayesinde hayat bu şekilde tanzim edilmiş oluyordu. Öyle bir tanzim ki, fert, bir günah işlediğinde kendisini bir direğe bağlıyor, affına ferman gelinceye kadar kendisini bu şekilde cezalandırmış oluyordu. Mesele o kadar ciddî ele alınıyordu ki, işlenen günahın ancak şehadet kanıyla temizleneceğine inanan sahabi tereddütsüz canını Allah yolunda feda ediyor ve şehadet şerbetini içmek için akıttığı kanıyla ötelere tertemiz olarak gitmeye çalışıyordu.

Sa’d b. Rebi (radıyallâhu anh) Uhud’un eteğinde ruhunu Allah’a teslim edeceği sırada Allah Resûlü’nden selâm getirdiğini söyleyen Muhammed b. Mesleme’nin fısıltılarını duyuyordu. Buna karşılık Sa’d b. Rebi de:

“Allah Resûlü’ne benden selâm söyle. Vallahi, Uhud’un arkasında Cennet’in kokusunu duyuyorum!..” diyordu.

Evet, insana ölüm anında dahi bu saadeti tattırabilecek olan ahirete imandan başka ne olabilir? Beşerî hangi imkân, ferde, aileye ve cemiyete bu saadeti takdim edebilir?

Şimdi, kâinatın medar-ı iftiharı Yüce Nebi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetini haşir inancı noktasında nasıl eğittiğini bir parça anlayabilmek için onun fem-i mübarekinden çıkan inci mercanlardan birkaç numune verelim.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّكُمْ تُحْشَورُونَ إِلَى اللهِ حُفَاةً عُرَاةً غُرْلًا أَلَا وَإِنَّ أَوَّلَ الْخَلَائِقِ يُكْسَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِبْرَاهِيمُ أَلَا وَإِنَّهُ يُجَاءُ بِرِجَالٍ مِنْ أُمَّتِي فَيُؤْخَذُ بِهِمْ ذَاتَ الشِّمَالِ فَأَقُولُ يَا رَبِّ أُصَيْحَابِي فَيُقَالُ إِنَّكَ لَا تَدْرِي مَا أَحْدَثُوا بَعْدَكَ فَأَقُولُ كَمَا قَالَ الْعَبْدُ الصَّالِحُ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Ey insanlar! Sizler yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşrolacaksınız.” Zerrat-ı asliyeniz, ervah ve eşbahınızla yeniden dirileceksiniz. Hem cismanî hem ruhanî bir haşre mazhar olacaksınız. Vicdanınızda duyup kendisini göremediğiniz Cennet’i; bunun da ötesinde cilvelerini müşâhede edip hakikatine eremediğiniz Mevlâ’yı görmek için haşrolacaksınız. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) devamla: “Dikkat edin! Ahirette ilk defa elbise giydirilecek Hz. İbrahim’dir. Dikkat edin! O gün ümmetimden birtakım insanlar sol taraflarından yakalanmış olarak getirilir. Ben: ‘Yâ Rabbi! Bunlar benim ashabım!..’ derim. Cenâb-ı Hak bana hitaben: ‘Yâ Muhammed! Bilmiyorsun onlar senden sonra neler işlediler.’ der. Ben de artık salih kul Hz. İsa gibi derim: ‘Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahittim, beni aralarından aldığında onları Sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin. Onlara azap edersen doğrusu onlar Senin kulların, onları bağışlarsan güçlü olan, Hakîm olan şüphesiz ancak Sensin!.’[11][12]

Taberânî’nin Hz. Enes (radıyallâhu anh) tarikiyle rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

لَمْ يَلْقَ ابْنُ آدَمَ شَيْئًا مُنْذُ خَلَقَهُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ أَشَدَّ عَلَيْهِ مِنَ اْلمَوْتِ ثُمَّ إِنَّ اْلمَوْتَ أَهْوَنُ مِمَّا بَعْدَهُ وَإِنَّهُمْ لَيَلْقَوْنَ مِنْ هَوْلِ ذٰلِكَ اْليَوْمِ شِدَّةً حَتىَّ يُلْجِمُهُمُ اْلعَرَقُ حَتىَّ إِنَّ السُّفُنَ لَوْ أُجْرِيَتْ فيِهِ لَجَرَتْ

“Âdemoğlu Allah onu yarattığından bu yana ölümden daha şiddetli bir hâdiseyle karşılaşmamıştır. Sonra ölüm, ölümden sonrakilere nazaran daha hafif gelir. O gün öyle bir şiddetle karşılaşırlar ki, çenelerine kadar terlerler. Âdeta ter, onların çenelerine gem gibi olur. Öyle ki o ter denizinde istense gemiler bile yüzdürülebilir.”[13]

Buhârî ve Müslim’in Ebû Hüreyre’den (radıyallâhu anh) rivayet ettikleri şu hadis yukarıdaki hadisi biraz daha tafsil eder mahiyettedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle ferman ediyor:

يُحْشَرُ النَّاسُ عَلىَ ثَلَاثِ طَرَائِقَ رَاغِبِينَ رَاهِبِينَ وَاثْنَانِ عَلىَ بَعِيرٍ وَثَلَاثَةٌ عَلىَ بَعِيرٍ وَأَرْبَعَةٌ عَلىَ بَعِيرٍ وَعَشَرَةٌ عَلىَ بَعِيرٍ وَتَحْشُرُ بَقِيَّتَهُمْ النَّارُ تَقِيلُ مَعَهُمْ حَيْثُ قَالوُا وَتَبِيتُ مَعَهُمْ حَيْثُ بَاتُوا وَتُصْبِحُ مَعَهُمْ حَيْثُ أَصْبَحُوا وَتُمْسِي مَعَهُمْ حَيْثُ أَمْسَوْا

“İnsanlar (kıyamet gününde) üç hâl üzere haşrolurlar. Bunlardan birinci sınıf; dünyada havf ve recâ muvazenesini kurmuş insanlardır.” İçleri her an Allah ile dolup taşan ve işlerini ahirette hesap verme şuur ve idrakine göre ayarlayanlardır. En ümitsiz hâdiseler karşısında dahi Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümitvar olanlardır. Alabildiğine Allah’tan korkmalarına rağmen küfrün bir şiârı olan ye’se ve ümitsizliğe düşmeyenlerdir. Ve böylece rağbet ve rehbet içinde hayatlarını geçirenlerdir.

“Diğer ikinci sınıf; Cennet’e girebilmek için iki, üç, dört... ve on kişi bir bineğe binmiş olanlardır.” Bir hayvanın üzerine bu kadar kişi binerek düşe kalka Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gitmeye çalışmaktadırlar. Burada düşe kalka gittikleri, mâsiyet ve günahlarla yüzüstü düştükleri gibi orada da düşe kalka gideceklerdir.

“Üçüncü sınıfa gelince, onları Cehennem sevk edecektir (Cehennem’in içinden gelen kıvılcımlara göre mecburi istikamet takip edecekler). Onlar kuşluk uykusuna yatmak isteseler Cehennem onlarla kaylûle yapar, ne zaman geceleseler Cehennem onlarla beraber geceler, ne zaman sabahlasalar Cehennem onlarla beraber sabahlar. Ve yine ne zaman akşamı idrak etseler Cehennem de onlarla beraber akşama girer...”[14]

Çünkü onlar ruh ve vicdanlarında Cehennem’in çekirdeğini böyle taşıdılar. Cehennem’in çekirdeğiyle geceleyip onunla sabahladılar. Binaenaleyh nasıl yaşadılarsa öyle muamele görecekler. O çekirdek bir ağaç hâlinde neşv ü nemâ bulacak ve yakalarını bırakmayacak.

İşte bunlar ve bunlara benzer dersler ile Allah Resûlü ümmetini ciddî bir ahiret şuuru içinde yetiştiriyor ve bilhassa kendi devrinde sahabe, perdenin verâsında bütün dehşetiyle Cehennem’i ve bütün debdebesiyle Cennet’i müşâhede eder bir hava içinde hareket ediyordu.

Evet, hayatı istikamet ve faziletlerle geçirmenin tek çaresi bu edep ile edeplenmek ve ahiret hayatını dünyada ahlâk hâline getirmektir. Yoksa ahirete imanı olmayan fertlerde ve bu fertlerin meydana getirdiği cemiyetlerde fazilet ve istikamet düşünülemez. Eğer onlarda da faziletten bir iz görülüyorsa, bu sadece insanlık fıtratının cevherine ve çekirdeğine Cenâb-ı Hak tarafından yerleştirilmiş olan fazilettir. Fıtrata yerleştirilmiş olduğundan dolayı da aksini yapmaları mümkün değildir. Bu imkânsızlıktır ki, onları böyle faziletli işler yapmaya zorlamıştır. Bu ise hiçbir zaman çalışmak ve kazanmakla elde edilen fazilet seviyesinde değildir.

 

[1] Yunus sûresi, 10/61.

[2] Zilzâl sûresi, 99/7-8.

[3] Meryem sûresi, 19/4.

[4] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 3/283.

[5] Nâziât sûresi, 79/40-41.

[6] Münâvî, Feyzü’l-kadir, 4/495.

[7] Buhârî, megâzî 84; merdâ 19; fezailü’s-sahabe 5; Müslim, selâm 46; Tirmizî, daavat 76.

[8] Buhârî, menakıbü’l-ensar 45.

[9] Hud sûresi, 11/102.

[10] Ebû Davud, akdiye 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/320.

[11] Mâide sûresi, 5/117-118.

[12] Buhârî, tefsir (5) 14; enbiyâ 8, 48; Müslim, cennet 56; Tirmizî, kıyame 3; Nesâî, cenaiz 118-119.

[13] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 2/277.

[14] Buhârî, rikâk 45; Müslim, cennet 59; Nesâî, cenaiz 118.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (A. Nasih, Temmuz, 1998; 1. sayı)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/13/2022