Sûfîlerin Kur’an’dan Alarak Oluşturdukları Literatüre İki Örnek: İ’TİSÂM ve FİRÂR -1





Author: Dr. Mehmet Yavuz ŞEKER - min read. - Post Date: 09/08/2021
Clap

Sûfîler diğer birçok kavram gibi İ’tisâm ve Firâr kavramlarını da, Kur’an referanslı olarak, kendi düşünce dünyalarına dahil etmişlerdir.

Sûfî anlayışta seyr-i sülûk, cehaletten bilgiye, kötü ahlaktan güzel ahlaka ve kendi vücûdundan Hakk’ın vücûduna doğru manevî ve kalbî bir hareket olarak tanımlanmıştır.[1] Allah’a seyr, (Seyr ilallah), Allah’ta seyr (Seyr fillah) Allah’la seyr (Seyr ma’allah) ve Allah’tan seyr (Seyr ‘anillah)[2] gibi sınıflandırması yapılan bu ruhânî yolculukta tabiatı gereği bir kademeleşme, basittten mürekkebe, iyiden daha iyiye doğru bir tekâmül söz konusudur. Sûfîler bu yolculuktaki her bir kademe ve mertebeye bir isim bulmuş ve onu durumuna göre “makam” veya “hal” olarak değerlendirmişlerdir. “İ’tisâm” ve “firâr” da sülûk mertebelerinde kendilerine yer bulmuş iki terimdir. Sûfîler diğer birçok kavram gibi bu iki kavramı da Kur’an referanslı olarak kendi düşünce dünyalarına dahil etmişlerdir.

Bu makalede bu iki kavramın beraberce ele alınması, onların sülûk mertebelerinde peşisıra yerlerini almaları ve ikisinin de “Allah’a iltica” şeklinde ifade edilebilecek bir üst tanım çerçevesine oturmalarından ötürüdür. Makalede, bu iki kavram, seyr-i sülûk derecelerindeki sıraya göre, Kur’an ayetleri müvâcehesinden değerlendirilip tasavvuftaki yerleri ifade edilecek, böylelikle, bir yönüyle sûfîlerin Kur’an’dan nasıl istifade ettiklerine, diğer yönüyle de sûfîlerin fikir ve düşünce dünyalarındaki derinliğe dikkatler çekilecektir.

 

1. İ’tisâm

İ’tisâm, sözlük manası itibariyle “bir şeye yapışmak, tutunmak”[3] ve “dört elle sarılmak”[4] manalarına gelmektedir. Bu anlamlarından hareketle i’tisâmın, insanın kendisini Allah’ın koruması ve kendisine hep güzellikle bakışı altında görmesi,[5] Allah’ın beğendiklerini yapmaya çalışma arzu ve iradesini (taat) devam ettirmesi, insanın, korkutucu durumlardan Halleri Değiştiren (Muhavvilü’l-Ahvâl) Allah’a güvenmesi şeklinde yorumlarda bulunulmuştur.[6]

Sülûk mertebeleri içerisinde altıncı derecede bulunan i’tisâm kavramı,[7] Tasavvuf terminolojisinde bir terim olarak yerini alırken, Kur’an’da geçtiği yer ve bağlamına göre anlam ve yorum zenginliği kazanmıştır. Kur’an, i’tisâmı, bizzat Allah’a ve Allah’ın ipine (hablullah) olmak üzere iki şekilde ifade etmektedir:

 

a. İ’tisâmın direkt olarak Allah’a nispet edilmesi

İ’tisâmın doğrudan Allah’a nispet edildiği ayetler şunlardır:

Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır.”[8]

“Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden) bir yola götürecektir.”[9]

“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa muhakkak ki o doğru yola konulmuştur.”[10]

“Allah’a sımsıkı sarılın. O sizin Mevlânızdır.”[11]

Bu ayetlerdeki “sımsıkı sarılma” ifadesi, i’tisâm kelimesinin karşılığıdır.

Sûfîlerin bu ayetlerden hareketle Allah’a i’tisâm hakkında değerlendirmelerde bulunurlarken, tabiatıyla, kendi bilgi ufku ve kalbî derinliklerine göre yaklaşımlar ortaya koydukları görülmektedir; bazıları kulluğa vurgu yaparlarken, bazıları da her an Allah ile beraberliği işaretlemişlerdir. Buradan hareketle i’tisâmın derecelerinin olduğu ve Allah’a iman ile O’nun maiyyetini paylaşmak arasında geniş bir zenginliğe sahip olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda sûfîlerin konu hakkındaki fikir ve yaklaşımlarından dikkat çeken bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

Hakîm Tirmizî’ye (ö.320/932) göre, Allah’a sımsıkı bağlanma hususunda çabalayan, Allah’ın fazlı ve rahmeti olmazsa onu elde edemeyeceğini bilen birisi, kalbini Allah ile beraber tutabilirse, kötülüklerden korunma hususunda O’ndan başka hiç kimseye iltica etmez. İşte bu durum, Allah’a i’tisâmda bulunmaktır.[12]

Ebu Abdurrahman Sülemî (ö.416/1021), Allah’a i’tisâm hakkında değerlendirmelerde bulunurken önce tasavvuf büyüklerinin sözlerine yer vermiştir. Örneğin, Hazreti Cafer (ö.48/765) “Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa muhakkak ki o doğru yola konulmuştur.”[13] ayeti hakkında “Kim Allah hakkında irfanını artırıp O’nu tanırsa bütün mâsivâdan istiğna eder.” demiştir. Ebu Bekir Vasitî (ö.320/932) “Allah’a i’tisâm, O’ndan O’na olur. Kim bir başkasından Allah’a i’tisâmda bulunursa, o, rubûbiyet hakkında bir zayıflık içerisindedir.” demiştir. Ebu Bekir Verrâk (ö.280/893) i’tisâmın üç alameti olduğunu söyleyip onları şöyle sıralamıştır: “kalbi, mahlûkatın yardımından koparmak, onu bütünüyle Alemlerin Rabbine yöneltmek ve yardım ve kurtuluşu sadece Allah’tan beklemek.”[14]

Ebu Hüseyn Nurî (ö.295/908) de Allah’a i’tisâmı şöyle tarif etmektedir: “İ’tisâm, kalbi ve sırrı, O’ndan başkasıyla meşgul eden şeylerden sıyırıp O’nunla halvetini sağlamak; kalbi O’na ayırıp başka her şeyden boşaltmaktır. O’na muvâfakatla iştigal etmek ve hep O’nu ikbal etmek, O’na dönük olmaktır. Cenab-ı Hak “Allah’a sımsıkı sarılın. O sizin Mevlanızdır.” demektedir. Yani siz i’tisâm üzere bulunursanız O sizi Kendisiyle zengin edecektir.” demiştir.[15]

“Allah’a i’tisâm, Allah’ın lütfuyla masiyetten kaçınmak”,[16] bütün vehim ve tereddütlerden kurtulup terakki etmek,”[17] “bütün işlerde Allah’a güvenmek, yardım ve nusreti başkasından değil sadece O’ndan talep etmek.”[18] olarak da tanımlanmıştır. Allah’a i’tisâmın, aynı çizgide en başta O’na iman ve O’nun dinine temessük olduğu ifade edilmiştir. Bunlarla birlikte, onun, Allah’a güven, tevekkül ve ilticayı da kapsadığı, bütün bunların neticesinin ise necat ve zafer olacağına da dikkatler çekilmiştir.[19]

İbn Atâullah İskenderânî’nin (ö.709/1309) i’tisâm hakkında söyledikleri, konu hakkındaki bütün ayetlerin bir tefsiri olmanın yanında, Hazreti Nuh’un (aleyhisselâm) oğlunun başından geçenleri anlatan ayetlerin de işârî bir tefsiri gibidir. O, Hazreti Nuh’un oğlunun helâkini anlatırken onun kurtuluş adına gerekli tedbiri almada kendi başına davrandığını, Allah’ın Nuh (aleyhisselâm) için seçtiği tedbirine razı olmadığını ifade eder. Nuh’un oğlu, evvela kendi aklının dağına sığınmış, sonra da kurtulacağını zannettiği dağa sığınmıştır. Ama kurtulamamış, helâk olup gitmiştir. Onun helâki zâhirde tufanla, bâtında ise Allah’ın rahmetinden mahrumiyetle (hirman) olmuştur.

İbn Atâullah sözlerine şöyle devam etmektedir:

Ey kul! Eğer senin üzerine yıkıcı dalgalar gelirse o denizde boğulmamak için aklının batıl dağına rücu’ etme. Lakin Allah’a i’tisâm ve O’na tevekkül gemisine rücu’ et. Kim Allah’a i’tisâmda bulunursa o sırat-ı müstakime hidayet olunur. Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter. Sen böyle yaparsan senin kurtuluş gemin, Cûdî dağına emniyetle konar, oturur. Sen de Allah’a yakınlığın (kurbet) selameti ve vuslatın bereketiyle gemiden inersin.[20]

 

b. İ’tisâmın Allah’ın ipine nispet edilmesi

İ’tisâmın Allah’ın ipine (hablullah) izafe edildiği tek ayette “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.”[21] denilmektedir. Ebu Hüreyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği hadiste Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bazı hususlara değinirken hablullah kelimesini zikretmiştir:

“Hiç şüphe yok ki Allah, sizin için üç şeye razı olur, üç şeyi de kerih görür: O’na ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamanıza, hep birlikte Allah’ın ipine sarılıp ayrılığa düşmemenize razı olur. Dedikodu yapmayı, çok soru sormayı ve mal telef etmeyi ise kerih görür.”[22]

Ayette ve hadiste geçen “hablullah” kelimesi, genel anlamda, sembolik bir ifade olarak anlaşılmıştır. Onu, Allah’a itaat edip, emirlerini gözetlemek şeklinde özetlemek mümkün olduğu gibi, Kitap ve Sünnet’e uygun taatte bulunmak şeklinde tanımlamak da mümkün gözükmektedir. Hakîm Tirmizî, Kur’an’ın edebi ile edeplenen birisinin Allah’ın ipine yapışacağını, o ipe yapışmak suretiyle kendisini ifsat edebilecek şeylerden korunacağını ifade etmektedir.[23]

Abdülkerim Kuşeyrî (ö.465/1072) de bu manaya yakın yaklaşımlarda bulunmuştur. Ona göre i’tisâmın hakikati, Allah’a sığınmanın doğruluğunda, O’na firârın sürekliliğinde ve O’ndan yardım talep etmenin temâdisinde kendisini gösterir. Allah’ın ipine yapışmak, Kitap ve Sünnet’e yapışmaktır.[24]

Abdürrezzak Kâşânî (ö.730/1329) “Allah’ın ipi olan necat sayesinde Allah’a iltica ediniz ki Allah sizleri azabından korusun. Allah’ın ipi Kur’an-ı Mecid’dir.”[25] diyerek bu sımsıkı yapışmanın Kur’an ile Allah’a sığınıp iltica etmek suretiyle olabileceğini ifade etmiştir.

İbn Kayyim Cevziyye (ö.751/1350) hablullah’ı, İbn Mes’ud’un (radıyallâhu anh) “cemaat”; Mücahid ve Atâ’nın “ahdullah”; İbn Mes’ud, Katade ve birçok müfessirin “Kur’an” olarak anladıklarını aktarmıştır.[26] İbn Kayyim Cevziyye Allah’ın ipine i’tisâmın insanı dalaletten kurtaracağını, Allah’ın ipine i’tisâmın hidayete ve delile uymayı gerektirdiğine dikkatleri çekmiştir.[27]

Nizamuddin Nîsâbûrî (ö.850/1447), hablullah’ın, İbn Mesud’dan rivayetle Kur’an olduğunu aktardıktan sonra onun Allah’ın dini, Allah’a itaat, cemaat, tevbe ve ihlas olarak da anlaşıldığını ifade etmiştir.[28]

İsmail Rusûhî Ankaravî (ö.1040/1630), “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.”[29] ayetini “Kur’an-ı Mübin’in ve hablullah-ı metinin manasına istimsak eyleyiniz. Müctemi olduğunuz halde ey müminler!” şeklinde dillendirmiş ve Hak yolcusunun ten vartasından ve beden sevgisinden kurtulup maneviyata yol bulabilmesi için Kur’an ipine yapışıp onun buyurduğu yolda gitmesinin gereğinden bahsetmiştir.[30]

İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1725) de “hablullah”ın Allah’ın dini veya kitabı olabileceğini, bunların ikisinin de insanın necatına ve matlubuna ulaşmaya sebep olduklarını ifade etmektedir. O, ayette geçen “ip” kelimesi hakkında şunları söylemektedir: “Zor bir yola koyulan kişi, o yolda ayaklarının kaymasından korkarsa, iki ucu da bu yola bağlı bir ipe tutunur ve o korkusundan emin olur. Ebedî saadet ve Rabbin rızası yolu da aynıdır. Bu yolunda kayma noktaları, dalalete düşme yerleri bir hayli fazladır. Böyle bir durumda Kur’an-ı Azîm’e, şer-i şerîfin kanunlarına ve Rabb-i Kerim’in delillerine (beyyinât) yapışan sırat-ı müstakime hidayet edilir, Cehennem’e götürücü şeylerden de emin olur.

Bursevî, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.” ayetini yorumlarken Allah’a ulaştırıcı her sebebin Allah’ın ipine yapışma olduğunu, bunun da iyi ameller ve kurbet vasıtaları ile Allah’a yaklaşma olduğunu ifade etmiştir. Ona göre i’tisâm varsa ayrılık sebepleri yok demektir. Zira i’tisâmın yokluğu tefrika sebebidir.[31]

Şihâbuddin Âlûsî (ö.1246/1830), “Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.” ayetindeki hablullahın Kur’an, Allah’a taat, cemaat, ihlas, İslam, ahdullah, emrullah gibi hususlar olabileceğini bunların da birbirlerine yakın manalar içerdiğini ifade etmiştir.[32]

Elmalılı Hamdi Yazır (ö.1349/1942) hablullah’ın, Allah’a vuslat sebebi olan delil ve vasıta olduğunu ifadeyle, Allah’ın ipine i’tisâmın “hep birlikte” yapılmasının istenmesinde, cemaat ve ictimaiyete bir emir olduğunda şüphe olmadığını, söylemekte ve “burada cemaat, hablullah değil, ona i’tisâmın hasılıdır.” demektedir.[33]

Görüldüğü üzere, gerek doğrudan Allah’a ve gerekse Allah’ın ipine sımsıkı sarılma şeklinde ifade edilen i’tisamın mana itibarıyla aynı olduğu söylenebilir. Burada Kur’an’a ait bir üslup zenginliği göze çarpmakta olup Allah’ın ipine sarılmanın, bizzat Allah’a sarılıp yapışmak olduğu anlaşılmaktadır.

 

2. İ’tisâmın Çeşitleri

İ’tisâm hakkında yorumda bulunanlar, i’tisâmı hem kendi içinde, hem de onu yapanlar açısından sınıflandırmışlardır. Yukarıda ifade edilen, i’tisâmın, direkt Allah’a ve Allah’ın ipine olması gibi onun farklı alanlarda nefsin arzularını hayra yönlendirmek ve şeytanın tuzağına düşmemek için yapılan uğraşlar şeklinde tasnifi de söz konusu edilmiştir. Buna göre örneğin “muamelatta i’tisâm” Allah’ın kuvveti ve kudreti ile dünyevi işleri O’nun istekleri doğrultusunda yapmak, “ahlakta i’tisâm” Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak, O’nun vahdaniyetinin lazımı olan muhabbetle cezbolmak, “velilikte i’tisâm” Allah’ın esmâ tecellilerinin nuruyla nurlanmak, “hakikatte i’tisâm” Allah’ın Zatî tecellisine mazhariyetten ibarettir. Nihayette de tam bir fena haline ulaşmakla Allah’ın ulûhiyetine ait idrak edilen bir i’tisâmdan daha bahsedilmiştir.[34]

İ’tisâmı yapanlar açısından ise o, şu şekilde kategorize edilmiştir:

 

a. Avamın i’tisâmı

Toplumun bilgi yönünden en alt kısmını teşkil eden avamın i’tisâmı, Allah’ın dinine olup[35] O’nun emirlerini gözeterek taat üzere olmakla gerçekleşir. Bu tür i’tisâmda kul, uhrevî bir hayrı umduğu veya bir şerden korkup çekindiği için değil, sırf Allah’ın emrine uyduğu için taat üzere olmaktadır.[36]

Bir başka açıdan avamın i’tisâmı, zâhirî haberleri tasdik etmek, Allah’ın mükafat ve ceza adına yaptığı vaad ve tehditleri kabullenmek, güç yettiğince emir ve yasaklara uyup Hakk’ın mağfiretine yapışmaktan ibarettir.[37]

Avamın i’tisâmı, Allah’ın ipine yapılan i’tisâm olarak da anlaşılmış ve hem Hak ile ve hem de halkla olan muamelelerin yakîn ve insaf üzere tesisine dikkatler çekilmiştir.[38]

Avam, Kur’an ayetlerine yapışır, o konuda herhangi bir tereddüt ve problem yaşamaz. Allah ve insanlarla olan münasebetlerini de buna göre düzenler. Muamelelerin yakîne tesisinin manası budur. Allah ile olan muamelelerin insaf üzere tesisi, O’na kulluğun hakkını vermek, Allah’ın uluhiyetine ait azamet, kibriya, ceberut gibi sıfatları hususunda O’nunla münazaa yaşamamak, O’na hamdedip, lütfettiği nimetlere şükretmek suretiyle O’nu unutmamak, isyanından vazgeçme adına O’ndan başkasından yardım dilenmemek şeklinde yorumlanmıştır. İnsanlarla olan münasebetlerdeki insaf ise kişinin, başkalarına, kendisine davranılmasını istediği şekilde davranmasıdır.[39]

 

b. Hasların i’tisâmı

Bu mertebedeki i’tisâm, Allah’ın ipine yapılan[40] bir i’tisâm olarak yorumlandığı gibi, onun Kur’an’î bir deyim olan “urvetü’l-vüska”[41] (kopmaz kulp)’ya olduğu da ifade edilmiştir.[42] Yalnız, urvetü’l-vüska’ya yapılan bu i’tisâmın gerçekleşmesi de bazı şartlara bağlanmıştır: Bunların ilki, kulun kendi iradesinden tecerrüt ederek Allah’ın iradesine sığınması şeklinde gerçekleşir. Böyle bir kulun artık kendine ait iradesi kalmamıştır. Ebu Yezid Bistâmî (ö.261/874) “İrade etmemeyi irade ediyorum.” diyerek bu hususu dile getirmiştir.[43] Şartların bir diğeri, insanlara karşı olabildiğince güzel bir ahlakla muamele etmektir. Bu, tasavvufun hakikatidir. Ebû Bekir Kettânî’nin (ö.322/933) de dediği gibi “Tasavvuf ahlaktan ibarettir. Senin ahlakın ne kadar yüksek olursa, tasavvufun da o ölçüde yüksek ve ziyade olur.” Bu seviyedeki bir i’tisâmı gerçekleştirebilmek için olması gereken üçüncü şart ise kişinin zâhirî/bâtınî bütün dünyevî bağlardan gönlünü kurtarmasıdır. Bu husus şu şekilde de ifade edilebilir: mal mülk, ne zaman insanın kalbinde değil de elinde olursa, o çok bile olsa ona zarar vermez. Ne zaman ki mal mülk insanın kalbinde olursa, elinde hiç bir şey olmasa bile ona zarar verir.[44]

İ’tisâmda ayrıca, kulun kendisini Allah’a varmaktan alıkoyan açık gizli bütün engel ve manileri terkedip muhabbetullah ipine yapışması da söz konusu edilmiştir.[45]

 

c. Haslar üstü hasların i’tisâmı

Doğrudan Allah’a yapılan bu i’tisâmda kulun, kendisine veya bir başkasına nispet ettiği benlikten Hakk’ın hüviyetine, bizatihî O’na ilticaı bahis mevzuudur.[46] Böyle bir i’tisâmda bulunma konumundaki kul Allah’tan başka her şeyden uzaklaşıp Allah’a sımsıkı bağlanır. Sırat-ı müstakime hidayet olunan bu kimse Cenab-ı Hakk’ı artık vasıtasız müşâhede etme konumunda olup Allah’a, mâsivâsız bir şekilde temessük etmektedir.[47]

Genel olarak bu tür bir üçlü kategorilendirme ile birlikte, en üst mertebe olan haslar üstü hasların da üstündeki bir seviyenin i’tisâmından söz edilmiştir. Bu, haslar üstü hasların i’tisâmındaki durum olan kulun kendisine veya bir başkasına nispet ettiği benlikten Hakk’a ilticasının da ötesinde, Allah’ın rubûbiyetinin hukukunu zâyi, ubûdiyetin gereklerini ihmal endişesinden kaynaklanan bir Hak te’dibi söz konusudur. Bu, bir önceki i’tisâmla beraber gerçekleşen bir başka i’tisâmdır.[48] Bu i’tisâmda, Allah’a çok daha derince bir yönelme ve sığınma olduğu söylenebilir. Bu ifadeleri zikreden Kâşânî bir de “i’tisâmın ittisali”nden söz etmektedir ki ona göre bu, Cenab-ı Hakk’a vuslata mazhar olmuş hasların halidir. Bu seviyede kul, artık başka hiçbir şeyi görmeyip sadece Cenab-ı Hakk’ı müşâhede etmektedir.[49]

Yazının devamını okumak için... 

[1] Abdurrezzak Tek, Azîz Mahmud Hüdâyî’nin Seyru Sülûk Anlayışı, Aziz Mahmud Hüdayi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, c. I, s. 179, Üsküdar Belediye Başkanlığı, İstanbul, 2005.

[2] Muhammed Ali Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm, thk. Ali Dehrûc, Mektebetü Lübnan, Beyrut, 1996, I/969, 970; Uludağ, Süleyman, “Sülûk”, DİA, İstanbul, 2000, cilt: XXXVIII, sayı: 128; Özköse, Kadir, Tasavvuf El Kitabı, ed: Kadir Özköse, Grafiker Yay., İstanbul, 2013, s. 233, 234.

[3] Ragıb İsfehânî, Mu’cemü Müfredâtı Elfâzi’l-Kur’an, thk. Nedim Mar’aşlı, Beyrut, Dârü’l-Fikr, tsz, a-s-m mad.

[4] Abdurrezzak Kâşânî, Letâifü’l-A’lâm fî İşârâti Ehli’l-İlhâm, Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire, 1996, I, 219; Abdurrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 34.

[5] Ebu Abdurrahman Sülemî, Tefsîru’s-Sülemî Vehüve Hakâiku’t-Tefsîr, thk. Seyyid Umran, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 114.

[6] Refik Acem, Mevsûâtu Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslamiyye, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1999. “İ’tisâm” mad.

[7] İsmail Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, haz. Dr. Safi Arpaguş, Vefa Yay., İstanbul, 2008. s. 271.

[8] Nisâ, 4/146.

[9] Nisâ, 4/175.

[10] Âl-i İmrân, 3/101.

[11] Hacc, 22/78.

[12] Mahmud Abdurrâzık, el-Mu’cemu’s-Sûfî, Dâru Mâcid Asîrî, Cidde, 2004, I, 436.

[13] Âl-i İmrân, 3/101.

[14] Sülemî, Tefsir, I, 114.

[15] Sülemî, Tefsir, II, 29.

[16] Seyyid Murtaza Zebidi, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kamus, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1994, XVII, 483.

[17] Hace Abdullah Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn ile’l-Hakki’l-Mübîn, Tasavvufta Yüz Basamak, çev. Abdurrezzak Tek, Emin Yay., Bursa, 2008, s. 81.

[18] İsmail Hakkı Bursevî, Tefsiru Rûhı’l-Beyan, Mektebetü Eser, İstanbul, 1389, VI, 64.

[19] Şihâbuddin Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1985, IV, 19.

[20] İbn Atâullah İskenderânî, et-Tenvîr fî İskâti’t-Tedbîr, thk. Halil el-Mensûr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, s. 30.

[21] Âl-i İmrân, 3/103.

[22] Müslim, Kitabu’l-Akdiye, 5; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, el-Mektebetü’l-İslamiyye, İstanbul, 1992, II, 327, 360, 367.

[23] Abdurrâzık, Mu’cem, I, 436.

[24] Abdurrâzık, Mu’cem, I, 437.

[25] Kâşânî, Letâif, I, 219; Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 34.

[26] İbn Kayyim Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, thk. Abdulğaniy Muhammed ibn Ali el-Fâsî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004, s. 287.

[27] İbn Kayyim Cevziyye, aynı yer.

[28] Nizamuddin Nîsâbûrî, Garâibu’l-Kur’an ve Rağâibu’l-Furkan, thk. Şeyh Zekeriyya Umeyrat, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1416, II, 225, 226.

[29] Âl-i İmrân, 3/103.

[30] Ankaravî, Minhâc, s. 272.

[31] Bursevî, Rûhu’l-Beyan, II, 72.

[32] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 18.

[33] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, tsz, II, 1154-1155.

[34] Acem, Mevsûât, İ’tisâm mad.

[35] Acem, Mevsûât, İ’tisâm mad.

[36] Kâşânî, Letâif, I, 165.

[37] Ankaravî, Minhâc, s. 271. İsmail Ankaravî konu hakkında şunları söylemektedir: “Allah’ın ipine i’tisâm, avamın i’tisâmı iken bizzat Allah’a i’tisâm havassın i’tisâmı olmaktadır. Zira suretlere takılıp kalan avam, vasıtasız olarak Allah’a i’tisâmda bulunmazlar. Onlara uygun hitap “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.”dır. Vahdet koltuğunun ortasına kurulmuş olan haslar ise sebep ve vasıtaları tamamen ortadan kaldırıp sebeplerin Yaratıcısı’na yöneldikleri için onlara hitap da yine vasıtasız olarak “Allah’a sımsıkı bağlanın.” şeklinde yapılmıştır.” (Ankaravî, Minhâc, s. 272, 273)

[38] Herevî, Menâzil, s. 81.

[39] Cevziyye, Medâric, s. 289. İbn Kayyim el-Cevziyye, bu yorumları yaptıktan sonra, “Allah’a yemin olsun ki Herevî’nin zikrettiği bu avamın i’tisâmı, hakikatte, haslar üstü hasların i’tisâmıdır. Fakat o, fena ilmi kendisine lütfedilenlerden/yükseltilenlerden olduğu için konuyu üst perdeden ifade etmiştir.” demiştir.

[40] Acem, Mevsûât, İ’tisâm mad.

[41] Bahis konusu olan ayetler şunlardır: “Kim tâğutu (azgınlığı) reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (Bakara, 2/256) “İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah’a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Zaten bütün işlerin sonu Allah’a varır.” (Lokman, 31/22) Bu ayetlerdeki mananın, i’tisâmla hemen hemen aynı olduğunu söylemek mümkündür.

[42] Herevî, Menâzil, s. 81.

[43] Kâşânî, Letâif, I, 165

[44] Cevziyye, Medâric, s. 290.

[45] Ankaravî, Minhâc, s. 271.

[46] Kâşânî, Letâif, I, 165.

[47] Ankaravî, Minhâc, s. 272.

[48] Kâşânî, Letâif, I, 220, 221; Abdurrâzık, Mu’cem, I, 439.

[49] Kâşânî, Letâif, I, 165.

Author: Dr. Mehmet Yavuz ŞEKER - min read. - Post Date: 09/08/2021