Kendileri ile yüzleşmede Hale ile Halelenenler -1





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/09/2018
Clap

Unutmazlar yıllar ve yıllar geçse de irtikâp ettikleri bir hatayı, bir zelleyi.. unuturlar binlere kâfi gelecek yaptıkları iyilikleri ve güzellikleri.. gelse akıllarına göz kamaştıran bir muvaffakiyet ve zafer, “Vifak ve ittifaka Allah’ın tevfiki...” der sıyrılıverirler işin içinden.

Feyiz kaynağı, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem); aynı duygu, aynı hisle O’nun takipçileri hiç mi hiç eksik olmamıştır.[1] Gözüyle-gönlüyle her zaman O'nu temâşâ zevki ile mahmur yaşayanlar, o hal ile hallenme heyecanı içinde sürekli önlerindekini izleyip durmuş ve O'na ulaştıran güzergâhı hiçbir zaman yolcusuz bırakmamışlardır. Gözler her zaman “Hâle”de[2], gönüller daha ötesinin temaşasına teşne, yüzler-binler, gözlüyor olma mirsâdıyla durmadan “Öteler ve öteler ötesi!” deyip O’na doğru kanatlanmış, düşe-kalka yürüyenlere yürüme âdâbı tâlim edegelmişlerdir. Hakk’a iman, sinelerde kıpır kıpır bir heyecan kaynağı.. marifet ve muhabbet, duygu ve düşüncelerde par par parıldayan bir meşale.. o her şeyin gerçek sahibine iştiyak, sonsuza uzanan yolları aydınlatan bir projektör.. “iştiyak-ı likaullah”, duygu ve düşüncelerde sönmeyen bir enerji kaynağı.. gönüller, her zaman Hâle’dekilerin ufkunu müşahede heyecanıyla çarpmakta.. yürümüşlerdir teklemeden verâlar verâsına.. ne yorgunluk ne bıkkınlık[3]; basiretleriyle görüldüklerini değerlendirerek, vicdan mekanizmasıyla[4] ufuk ötesi âlemlerde seyahat azm u ikdâmı içinde bulunup bu hâle dem tutmuşçasına kalbleri haşyetle çarparak ve bütün maddî-manevî anatomileriyle râşeler sergileyerek[5] koşmuşlardır Hâle’dekiler şehrâhına doğru.

Derinlerden derindir iman ve irfanları.. tamdır maddî-manevî donanımları.. sıyrılmışlardır bütün benlikleriyle dünya ve mâfîhâdan.. ayaklarının altına almışlardır nefis ve hevânın kirli dürtülerini.. zirvelerde kanat açmışlardır ama tir tirdir gönülleri.. inler dururlar günahlarla kirlenmiş mücrimler gibi.. sorgularlar en derin endişelerle sabah-akşam kendilerini.. vird ü zeban edinmişlerdir,

“Bu günahlarla tartarsa beni Hazreti Rahman,

Kırılıverir arsa-ı mahşerde arş-ı mizân.”

mülahazalarını. Sızlanır dururlar gece-gündüz bu içe dönük hislerle.. hep zirvelerdedirler ama her zaman tevazu ve hacalet duygusuyla oturur-kalkarlar..[6] tiksinti duyarlar takdirden, alkıştan.. nefret ederler şan, şeref ve ihtişamdan.. insanlardan bir insan görüntüsü sergilerler her halleriyle.. kendilerine atfedilen güzellik, başarı ve fevkaladelikleri sahibinden bilir ve tahdîs-i nimet mülahazasıyla rükû durumundan hemen secde tavrına yönelirler.

“Değildir bu bana lâyık ben bir bende,

Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.” (M. Lutfi Efendi)

hissiyle kendilerini bir kere daha yerden yere vurur; tevazu ve mahviyet dillendirmeye dururlar. Huy edinmişlerdir Kur’ân’ın şu önemli düsturunu: “Sana lütfedilen güzellikler Allah’tan, başına gelen bela, musibet ve kötülükler de senin kendindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79) Unutmazlar yıllar ve yıllar geçse de irtikâp ettikleri bir hatayı, bir zelleyi.. unuturlar binlere kâfi gelecek yaptıkları iyilikleri ve güzellikleri.. gelse akıllarına göz kamaştıran bir muvaffakiyet ve zafer, “Vifak ve ittifaka Allah’ın tevfiki...” der sıyrılıverirler işin içinden. Bunlardır Hak yolunda yürüyen adanmışların karakterleri ve gönülleri Hâle’de rızaya kilitlenmiş âbide şahsiyetlerin sabit halleri...

Şimdi, kırık-dökük bir kısım ifadelerle de olsa[7], gözleri, gönülleri Hâle’de Hak kapısının sâdık bendelerinin kendileriyle yüzleşmeleri adına “deryadan bir katre” deyip bazı örnekler üzerinde durmak istiyorum:

İmam Zeynelâbidîn, nübüvvet şecere-i mübarekesinin nurefşân meyvelerinden âbide bir şahsiyetti.. Baba Hazreti Hüseyin, nine Hazreti Fatıma, dede Haydar-ı kerrâr, Şah-ı merdan ve dedeler dedesi ise Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dı (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, bu aydınlık dünyada hayata gözlerini açmış, hep âb-ı kevser yudumlaya yudumlaya boy atıp gelişmiş bir bahtiyar ve her zaman Hakk’a müteveccih bir kalb ve ruh insanıydı. Öyle ki rüya ve hülyalarında dahi mesâvî ile tanışmamış[8], her göz açıp kapayışında Hâle temaşasıyla kendinden geçmiş, sürekli o feyiz kaynağı istikametinde vuslat arzu ve iştiyakıyla kanat çırpıp durmuştu.

Duygu ve düşüncesi bu, arzu ve emeli o nuranî çizgi olmasına rağmen hep

“Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?

Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!.” (Seyyid Nigârî)

mülahazasıyla kendini sıfırlayarak, sürekli “O” deyip durmuş ve gözlerini bütün bütün ağyar âlemine kapamıştı. Zira o, basar ve basiretiyle mütemadi bir Hâle temaşası içindeydi.. gönlü onlarla aynı ziya içinde bulunma heyecanıyla çarpıp duruyor ve kulluk hakkını bu zirveler üstü zirvede eda etme iştiyakıyla oturup kalkıyordu.

Bu hususta kelime darlıklarına takılmadan mazmun yörüngesinde konuyu götürmeye çalışacak, bazen bir kısım fasılları atlayıp onun o canhıraş çığlıklarının seslendirildiği ifadeler arasında dolaşacak, bazen de istidradî mülahazalarla durum değerlendirmelerine temas edip ondaki o iç sızlanışları nefsim gibi nefislere duyurma tasdi’inde bulunacağım. Şimdi ifadelerdeki mazmuna bağlılığın göz ardı edilmemesi kaydıyla diyorum; Hazret’in hiçbir zaman dilinden düşürmediği nağmelerdi şu içten sızlanışlar:

“Allahım! Yapageldiğim hata ve günahlar ruhuma bir zillet urbası giydirdi. Senden ayrı düşmekle -Neye ayrı düşme diyorsa?!.- kendimi ciddi bir meskenet libası içinde buldum. İşlediğim devâsâ hatalar -Yüz bin defa hâşâ!- kararttı kalbimi; Sana sığınırım ey biricik Matlûb u Maksûd u Mahbûb’um! Ciddi bir tevbe ameliyesiyle dergâhına teveccühümü kabul buyurarak, beni bir ‘ba’s u ba’de’l-mevt’ ile yepyeni bir dirilişe erdir. -Sen de diri değilsen, bilmem ki ben gibi mezar-ı müteharrik bedbahtlara ne demek, nasıl sızlanmak düşer?!.- Kasem ederim ki, ben hiçbir zaman yaralarımı sarıp sarmalayacak ve derdime derman olacak Senden gayrı birini bilmedim, bilmiyorum ve her şeye rağmen huzurunda el pençe divan tavrıyla affedilme intizarı içindeyim. Kovarsan bendeni hangi kapıya yönelir ve kime sığınabilirim? Kovulursam o kapıdan vay benim halime ve utanılacak ahvâlime!..”

A be gözümün nuru, biz seni ve emsalini o Siyer aynalarında yüzünüz yerde içten iniltilerinizle tanıdık. Bu âh u vâh’a sebep, Hak’la engin münasebetin konumu açısından rüyalarında bazen hayaline çarpan gelip geçici sis-dumansa, evet eğer iniltilerini tetikleyen bunlarsa, ne mutlu sana.. ve vay haline o sis-duman içinde ömür geçiren bencileyin çağın tali’sizlerine ve kendini dindar sanan teologlarına!

Bu deyip ettikleriyle yetinmeyip inilti bestelerinde daha bir meyan[9] yapar ve içini çekerek farklı bir sızlanış faslına geçer:

“Ey en büyük günahları bile bağışlayan ve çâk çâk olmuş sineleri şefkatle sarıp sarmalayan yüce Rabbim! Senden, o yüz karartan günahlarımı yarlıgayıp affetmeni, o utandıran hatalarımı setretmeni, bağışlayıcılığının o sıcak atmosferinde re’fet ve rahmetinle sıyanet buyurdukların arasında bendeni de bağışlamanı diliyor ve dileniyorum.”

Keşke bu sızlanışların yüzde biri mabetlerde ömür geçiren, zaviyelerde caka yapan, dinî mektep görünümlü gaflet yuvalarında ömür tüketen ve hayatlarını “yaptım, ettim” hırıltılarıyla geçiren taklit sürülerinin ruh dünyalarında da bulunabilseydi!..

Hazret, iniltileri ayyukta iç döküşlerini devam ettiriyor:

“Eğer günahlara tevbe ve inâbe, gönülde duyulup hissedilen bir pişmanlıksa, yeminler olsun, edip eylediklerime bin pişmanım! ‘Estağfirullah’ deyip Senden bağışlanma dileğinde bulunmak hataların ref’ine bir vesile ise, en içten nedametlerle inliyor ve bu biçare kapı kulunu bağışlamanı diliyorum!”

Geçiyorum bazı iç çekiş ve sızlanışları, bunları saygıma verebilirsiniz. Söz yine onda:

Allahım! Kullarına tevbe kapılarını ardına kadar açan, tevbe-inâbe unvanıyla bunu bize bir bişâret gibi sunan ve ‘Ey mü’min kullarım! İçten ve gönülden tevbelerle Rabbinize yönelin.’ (Tahrîm sûresi, 66/8) ferman-ı celiliyle dergâh-ı nezd-i Ehadiyetine çağıran Sensin. Senin açtığın bu kapıya yönelenlerin beklentilerine nâil olacakları da Senin kereminin muktezasıdır. Evet, günah ve hatanın, kullarına yakışmadığı muhakkak ama afv u mağfirette de Senin bir keremkânî bulunduğunda şüphe yok.”

İlave edelim:

“Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!..” (M. Lütfi)

Muhtaç canlar isteklerini hep bu niyaz esprisiyle arz ettiler. Hakk’a karşı saygısızlık sayılmayacaksa bu mülahazaları ben de paylaşıyorum[10].

 

 

          EK-1

Hz. İmam Zeynülabidin  (İslam Ansiklopedisinden alınmıştır)

Doğum tarihi konusunda değişik rivayetler bulunmakla birlikte genelde 38 (659) yılında Medine’de doğduğu kabul edilir. Babası Hz. Hüseyin; Sülâfe, Selâme ve Gazâle adlarıyla bilinen annesi Hz. Ömer devrindeki fetihler sırasında Medine’ye getirilen, son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd’in kızı Şehrbânû’dur. Ebû Muhammed ve Ebü’l-Hüseyin künyeleriyle de anılmakla birlikte daha çok Zeynelâbidîn lakabıyla meşhur olmuştur. Bunun yanında “Seyyidü’s-sâcidîn, Seccâd, Zü’s-sefenât” (fazla secdeden dolayı dizleri nasır tutmuş) lakaplarıyla da tanınır. Resûl-i Ekrem’in ve Hz. Hüseyin’in neslini devam ettirdiği için “Âdem-i âl-i abâ” ve “Ebü’l-eimme” diye zikredilmiştir. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilen büyük oğlu Ali’den (el-Ekber) ayırt edilmesi için Ali el-Asgar adıyla da bilinir.

Zayıf bünyeli ve hastalıklı olması sebebiyle Kerbelâ Vak‘ası’na fiilen katılmadığı halde Şemir b. Zülcevşen kendisini öldürmek istediyse de Emevî ordusu kumandanı Ömer b. Sa‘d tarafından kurtarıldı. Böylece Kerbelâ faciasından sağ kurtulan tek Hüseyin evlâdıdır. Ardından Kûfe Valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Ehl-i beyt’ten sağ kalanlarla birlikte onu da Dımaşk’taki Yezîd b. Muâviye’nin yanına gönderdi. Gelenleri iyi karşılayan Yezîd, Zeynelâbidîn’e yanında kalabileceğini söyledi, fakat o Medine’ye dönüp orada yerleşti.

Hayatını daha çok ilim ve ibadetle geçiren Zeynelâbidîn’in vefat tarihiyle ilgili çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte çoğunluğa göre o, 94 yılı Rebîülevvel ayında (Aralık 712) Medine’de vefat etti ve Bakī‘ Mezarlığı’nda amcası Hasan’ın yanına defnedildi. Şiîler onun Halife Hişâm b. Abdülmelik tarafından zehirlendiğini öne sürer. Vefat ettiği yıl içinde birçok fakihin ölümünden dolayı bu yıla “senetü’l-fukahâ” denilmiştir. Çocuklarının sayısı hakkında on dokuz (dört kız, on beş erkek), on yedi (on erkek, yedi kız), dokuz (hepsi erkek) ve sekiz (hepsi erkek) gibi rakamlar verilir. Kaynaklarda çoğu câriyelerinden doğmuş on üç erkek çocuğunun adı kaydedilir. On iki imamın beşincisi Muhammed el-Bâkır ile Zeydiyye’nin kurucusu sayılan Zeyd bunlar arasındadır (Aʿyânü’ş-Şîʿa, I, 629-630; UDMİ, XIV/2, s. 85).

Zühd ve takvâda ümmetin önde gelenlerinden olan Zeynelâbidîn büyük bir tâbiî idi. Babası ve amcası dışında Hz. Âişe, İbn Abbas, Ebû Hüreyre, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ömer ve Ümmü Seleme gibi sahâbîlerden hadis rivayet etmiş, tâbiînden Saîd b. Cübeyr, Seleme b. Dînâr gibi kişilerle ilmî sohbetlerde bulunmuştur. Sika bir râvi kabul edilmiş, faydalanabileceği âlimlerin yanına giderek onlardan ilim tahsil etmiştir. Zira ona göre tahsil için ilim sahibinin ayağına gitmek gerekir. Öğrendiklerini başkalarına da öğretmiş, talebeleri kendisinden fıkıh, tefsir, ahlâk ve tasavvufa dair bilgiler rivayet etmiştir. Öğrencileri arasında başta Zührî olmak üzere Süfyân b. Uyeyne, Nâfi‘, Mukātil b. Süleyman gibi kimseler zikredilmektedir. Zamanının en büyük fakihi kabul edilen Zeynelâbidîn, halledilmesi zor meselelerde başvurulan bir merci durumundaydı.

Zeynelâbidîn, daha sonra teşekkül eden İmâmî-İsnâaşerî Şîası’nca imamların dördüncüsü kabul edilmesine rağmen ilk üç halife hakkında hayırdan başka bir şey düşünülemeyeceğini söylemiş, onların eleştirilmelerini uygun görmemiş, Kur’an’da övülen bu mümtaz şahsiyetlere ta‘n edenlerin müslüman sayılamayacağını ifade etmiştir. Kendisine Hz. Ali’nin ne zaman rec‘at edeceğini soran birine “kıyamet günü” cevabını vermiştir (İbn Kesîr, IX, 107). Onun Şîa’ya dair şu sözleri bu konulardaki anlayışını yansıtması bakımından dikkat çekicidir: “Ey Iraklılar! Bizi İslâm kardeşliği sevgisiyle seviniz, sakın putlara tapar gibi sevmeyiniz. Zira bu şekildeki sevginiz bizim için sadece bir ar ve utanç vesilesidir” (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 398). Zeynelâbidîn’in abdest alırken sararması, namaz kılarken titremesi ve geceleyin fakirlere sırtında yiyecek taşımasıyla ilgili rivayetler onun zühdüne, takvâsına ve cömertliğine örnek teşkil eder. Tasavvuf kaynaklarında onun ilim, ibadet, edep ve ahlâka dair sözleri nakledilerek bazı kerametleri anlatılır. Zeynelâbidîn’in üstün vasıflarını terennüm eden şair Ferezdak’ın kasidesi de, ilmî şahsiyeti hakkında önemli bir kaynak olup (İliyyâ el-Hâvî, II, 353-356) birçok âlim tarafından şerhedilmiştir.

Eserleri. 1. e-aîfetü’l-kâmiletü’s-Seccâdiyye. e-aîfetü’s-Seccâdiyye olarak da anılan eser çeşitli ibadetler esnasında yapılacak duaları ve bazı itikadî konuları ihtiva eder.

  1. Risâletü’l-uū (nşr. Abbas Ali Mûsevî, Beyrut 1985). Bir âdâb kitabı olup insanların hak ve görevlerinden bahseden eser,
  2. ez-Zühd ve’l-vaıyye (Kahire 1344).
  3. Duʿâʾü’l-cevâhiril-kebîr (Leknev 1288).
  4. Belâġatü’l-İmâm ʿAlî b. üseyn. Şeyh Ca‘fer Abbas el-Hâirî’nin Zeynelâbidîn’in hutbe ve mektuplarından derlediği eser
  5. Dîvân-ı Eşʿâr. Saphar Kâşânî’nin çeşitli kaynaklardan toplayarak iut-tevârî avâlü İmâm Zeynelʿâbidîn adını verdiği divanı Seccâd Hüseyin Manûme Seccâdiyye adıyla Urduca’ya çevirmiştir (Leknev 1377).
  6. Müsnedü’l-İmâm es-Seccâd. Azîzullah Utâridî Kûşânî’nin Şîa’nın muteber eserlerinden derlediği, Zeynelâbidîn’den nakledilen 1661 hadisi içerir (I-II, Tahran 1379).

Zeynelâbidîn’in bunların yanında el-Münâcât, el-Mevʿia, et-Tekire ve aîfetü’z-zühd gibi eserleri de kaydedilmektedir

 

EK- 2

Sığ Görünen Deryalar

Soru: Bir hadis-i şerifte, Hak katında mahbub kulların özellikleri sayılırken, onların gizli enginliklere sahip oldukları da nazara veriliyor. Sohbetlerde de çoğu zaman sığ görünüp derin olmak gerektiği üzerinde duruluyor. Gizli enginliklere sahip olma ama sığ görünme faziletinin esasları nelerdir?

Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnnallahe yuhibbu’l-abde’t-tekıyye’l-ganiyye’l-hafiyye” buyurarak, Mevlâ-yı Müteâl tarafından sevilen kulların üç önemli vasfını zikretmiş; “Allah takvâ ile serfiraz, masivâdan müstağnî ve gizli enginlikleri bulunan kulları sever.” mealindeki bu beyanıyla “takvâ”, “istiğnâ” ve “iç derinliğine sahip olma” özelliklerine dikkat çekmiştir.

Hayır Kapılarının Sırlı Anahtarı: Takvâ Bilindiği üzere; takvâ kelimesi, gayet iyi korunma ve sakınma demek olan vikâye kökünden gelmektedir. Takvâ, kısaca “Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir.

Tam ihlasa ermek için her çeşit şirk şâibesinden sakınmak gerektiği gibi, kâmil takvâyı elde edebilmek için de şüpheli şeylerden de bütün bütün kaçınmak icap eder. Nitekim, “Bir kul, sakıncalı şeylere girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz!” mealindeki hadis-i şerif gibi pek çok beyân-ı nebevî “sağâir” dediğimiz küçük günahlardan da kaçınmayı ve Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir. Bu açıdan, takvâ-yı tâmm, ancak küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden de sakınmakla elde edilebilir.

Ne var ki, değişik vesilelerle dile getirdiğim gibi, dinin emir ve yasaklarına tam riayet etme şartlarının alabildiğine ağırlaştığı ve dolayısıyla hakiki takvâya ulaşmanın çok zorlaştığı günümüzde, herkesi kâmil takvâya zorlamak dinin özündeki “teysir” (kolaylaştırma) prensibine terstir. Hizmet dairesinin çok genişlediği ve dinî hassasiyetleri gözeten insanların hayatın hemen her sahasında yer aldığı bir dönemde, umum halka takvânın en üst mertebesini teklif etmek, onu altından kalkılmaz bir yük olarak göstermek demektir. Çünkü, böyle bir teklif, inzivaya kapanmayı, sokağa çıkmamayı, eli ayağı, dili dudağı, gözü kulağı günaha bulaştırmamayı, farzların ötesinde nafilelerde bile kusur etmeyecek şekilde kendini ibadete vermeyi ve sakıncalı bir iş yapmış olmamak için şüpheli şeylerden de uzak durmayı gerektirecektir. Nihayet, bu seviyede bir takvâyı temsil etmek, günümüzün şartları içinde çoklarına imkansız gibi gelecektir; dolayısıyla, meseleyi herkes için o çizgide ele almak dinin “teysir” ilkesiyle çelişecektir.

Binaenaleyh, bugün takvâ, -Nur Müellifi’nin yaptığı gibi- “farzları titizlikle yerine getirme ve büyük günahlardan kaçınma” tarifiyle ortaya konarak onun zarûrî ve câmi’ iki esası nazara verilmeli; takvâ dairesi bu denli geniş tutularak, hiçbir mü’minin dışarda kalmaması sağlanmalı; bilâhire insanlar daha üst mertebelere ulaşma ümidiyle şahlandırılmalı ve herkesin iradî olarak adım adım kâmil takvâya doğru yürümesi temin edilmelidir.

Evet, Allah’ın sevgisine mazhar kulların ilk özellikleri takvâ dairesine girmiş olmalarıdır. Zira, takvâya sığınmadan Kur’ân’ı anlamak ve ondan gereğince istifade etmek mümkün değildir. Daha Bakara suresinin ilk ayetlerinden itibaren nazara verildiği üzere, Kur’ân, kapısını ancak müttakîlere aralar, o herkesten önce ehl-i takvâ için bir hidayet kaynağıdır; zaten takvâya da yalnız Kur’ân yörüngesinde yürümekle ulaşılır. Müttakîler, hem Kur’an ayetleriyle nefes alıp vererek kalbî ve ruhî hayat adına daima canlı kalırlar; hem de Beyan-ı İlahînin ışığı altında âyât-ı tekvîniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür ederek Allah’ın (celle celâluhû) kâinatta câri sünnetine (kanunlarına) muvafık davranırlar. Böylece, takvâ sayesinde, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulmuş, “a’lâ-yı illiyyîn” yolunu tutmuş ve bütün hayırların, bereketlerin kaynağını bulmuş olurlar.

İstiğnâ Ruhu ve Beklentisizler

Hususiyle kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış bahtiyar ruhlar için, takvâdan sonraki en önemli vasıf istiğnâdır. Hadis-i şerifteki, “ganî” kelimesi, “Allah’ın verdiği nimetlere kanaat ettiğinden kat’iyen başkasının eline bakmayan, hep müstağnî davranan, gönlü zengin, beklentisiz” manalarına gelmektir.

İstiğnâ, peygamberlik mesleğinin şiarıdır. Bütün peygamberler, peygamberlik vazifesini eksiksiz yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir dünyevî ücret almayacaklarına söz vermişlerdir. Kur’ân-ı Hakîm, onların, kendi ümmetlerine -ağız birliği etmişçesine- “Ben sizden ücret beklemiyorum ki! Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir.” (Yunus, 10/72) dediklerini anlatmaktadır. Hakikaten onlar, peygamberlik vazife-i kudsiyesinin dünyaya alet edildiği töhmetine meydan vermemek için hayatları boyunca istiğnâya bağlı kalmış ve bu müstağnî halleriyle sonraki nesiller arasında neşr-i hakkı kendilerine vazife edinenlere hüsn-ü misal olmuşlardır.

Yâsîn suresinde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar) da “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

Nur Müellifi, iman ve Kur’an hizmetine gönül vermiş insanlar için istiğnânın çok önemli bir rükün olduğunu vurgulamaktadır. Meseleye dini dünyaya alet etme töhmeti açısından da yaklaşarak, ehl-i dalâletin, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip ehl-i ilme insafsızcasına saldırdıklarını ve dolayısıyla onları fiilen tekzip etmek gerektiğini belirtmektedir.

Aslında bugün de bazı kimseler aynı hastalığa müpteladır ve onların yüzünden bütün müslümanlar karalanmaktadır. Kur’an okuma üzerinden gırtlak ağalığı yapanlar, ruhsuz bağırıp-çağırmaları dua yerine koyanlar ve bir kısım soğuk merasimlerle dini folklorlaştıranlar ma’şeri vicdanda müsbet bir tesir uyaramadıkları gibi İslam’ın güzel çehresini de karartmaktadırlar. Niyetleri dünyevî menfaatler olduğu müddetçe gönüllere nüfuz edemeyeceklerini anlayamamakta ya da ücret beklentisi içinde bulunduklarından dolayı başka ulvî gayeleri hiç düşünememektedirler.

Oysa, sözün tesir etmesi, sesin gür ve güzel oluşuna, nağmenin zâhiren iç yakışına değil, Cenâb-ı Allah’ın meşietine bağlıdır. Allah Teâlâ, sözün tesirini, büyük bir ölçüde, söyleyenin hasbîliğine, diğergamlığına ve yaptığı irşad vazifesi karşılığında hiçbir ücret beklememesine bağlamıştır. Çoğu zaman, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş, sadece dine hizmet için yaşayan samimi, hasbî ve diğergam bir insan, cılız bir sesle, pek de parlak görünmeyen bazı şeyler anlatır; fakat, ma’şeri vicdanda büyük bir tesir bırakır. Çünkü, o müstağnî bir insandır ve muradı da Allah’tır.

Bu itibarla, Kur’an talebeleri, dava-yı nübüvvetin birer temsilcisi olarak Peygamberlerin istiğnâ yolunu takip etmeli ve daha baştan “Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir” diyerek iman hizmeti adına yapıp ettiklerine karşılık asla dünyevî bir ecir beklememelidirler. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, hatta ülke ülke dolaşırken, hemen her yerde i’la-yı kelimetullah hesabına bir nağme tuttururken, vaaz, sohbet ve nasihat ederken ya da bir insana tek hakikatı anlatırken çok hasbî olmalı ve asla dünyevî bir karşılık ummamalı, almamalıdırlar. Dünyanın mal ü menâline meyil göstermemeli, neşr-i hak vazifesine mukabil kimseden bir ücret istememeli; ancak kifaf-ı nefs edecek kadar bir iaşe bulurlarsa onunla geçinmeli ve hep istiğnâ içinde hareket etmelidirler.

Telbis Yolu

İşte, bu ölçüde bir takvâ ve istiğnâ, Cenâb-ı Hak tarafından sevilmenin iki önemli vesilesidir. Fakat, hadis-i şerifte bu iki mübarek vesileye derinlik katıp mahbubiyet yolunu bütün bütün açacak olan üçüncü bir husus zikredilmektedir. En az ilk ikisi kadar ehemmiyetli olan bu vasıf, insanın iç derinliğine, gönül zenginliğine, ruh enginliğine sahip olması ve bunu bir sır gibi başkalarından saklamasıdır. Evet, bazı şeylerin gizli kalması matluptur; bunların başında da insanın iç derinliği ve şahsî faziletleri gelir; samimi bir kulun, mazhar olduğu hususî ihsanları mahfî tutması ve kendi faziletlerini sayıp dökmekten kaçınması gerekir.

Müttakî ve müstağnî kulların Hazreti Mevlâ ile bambaşka münasebetleri vardır; onlar, zaman zaman kendi nefislerinden dahi kıskanacakları aydınlık vakitlere ve sürpriz, eşsiz ilahî lütuflara mazhar olurlar. Ne var ki, Hak Dostları, Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu nurlu dakikaları ve o münevver zaman dilimlerinde lutfettiği ikramları, keşf ü kerametleri hep gizlemeye çalışırlar. Cenâb-ı Hakk’ın hususî teveccühlerinin ve o teveccühlerin değişik ikramlar şeklindeki tezahürlerinin saklı kalmasına çok dikkat eder ve bunları kimseyle paylaşmak istemezler. O’ndan gelen hususî ihsanların gizli birer armağan olduğunu düşünür ve bir sır gibi sadece Veren ile verilen arasında kalması gerektiğine inanırlar. Dolayısıyla, mazhar oldukları o fevkalâde hallerden kimseyi haberdâr etmemeye gayret gösterirler; yalana girmemeye ve insanları aldatmamaya da dikkat ederek, halk nazarında âhâd-ı nastan bir insan olarak bilinmek için olabildiğine sığ görünürler. Tasavvuf’ta, kendi iç derinliğini gizleyip insanlardan herhangi bir insan gibi görünmek için çaba sarfetmeye “telbîs” denilegelmiştir.

Olgun bir telbîs insanının ana hedefi, her şeyde kendini nefy ü inkâr ve Hakk’ı izhardır. O, iç derinliğini ve muhteva zenginliğini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendini sıfırlama peşindedir. Dolayısıyla, iddia ve iddia işmam eden söz ve davranışlardan her zaman uzaktır; öyle ki, üzerinde beliren hususiyetlere mazhariyet demekten dahi kaçınır. O, bir yandan, harika yanlarını asla kendine mal etmez ve mazharı göründüğü esrârın gerçek sahibi olduğu hissini uyarmaz; diğer taraftan da, melâmet mülahazasına bağlı yaşayan bazı kimselerin şahıslarında İslâm’ın ta’n ve teşnîye uğradığını göz önünde bulundurur ve aynı hataya kapı aralamaz. Öyle ustaca manevralarda bulunur ki, hem kendini sığ gösterir hem de İslam’a ve müslümanlara laf getirmez.

Kendini Sıfırlama ve Melâmet Mülahazası

Tarih boyunca, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyip giyim-kuşam, yeme-içme, tavır ve davranış açısından farklılıklar sergileyen ve gerçek konumundan çok daha dûn görünen kimseler olmuştur ki bunlara genel olarak “melâmî” adı verilmiştir. Hakiki mertebelerini sezdirmemek için toplum içinde sıradan birer insan gibi davranıp kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışan melâmîler, Allah’la münasebetlerinin tezahürü olan hallerini halktan gizlemeye gayret etmiş; bunun için de, insanlara yalnız kötü taraflarını göstererek çevrede kusurlu kimseler olarak bilinip ayıplanmaya ve kınanmaya razı olmuşlardır.

Bazı melâmîler, kimi zaman çok hırpânî elbiselere bürünmüş, bir dilenci edasıyla sokaklarda dolaşmış, bazen de zühd ve vera anlayışından bütün bütün nasipsiz kimselermiş gibi bir tavır sergileyerek en gösterişli kaftanlar giymişlerdir; fakat, her zaman sıradan insanlarmış, hatta ehl-i dünyaymış gibi görünmeyi tercih etmişler ve kendilerini saklamaya çalışmışlardır. Dahası, bazıları bu mevzuda ifrata girerek, ara sıra meyhaneye bile uğramış; orada diline-dudağına bir yudum haram bulaştırmamış ama halkın sandığı kadar sâlih bir kul olmadığı intibaını uyarmak için bu yolu da denemişlerdir. Onlar, ehlullahtan biri olarak bilinmeyi ve parmakla gösterilmeyi kendi haklarında felaket saymış; insanların nazarında zavallı bir adam olmak gerektiğine inanarak, “dini disiplinlere karşı lâkayt, ciddiyetsiz, yüzer gezer bir adam” şeklinde tanınmayı yeğlemişlerdir.

Ne var ki, günümüzde kendini sıfırlamak, halk nezdinde büyük bilinmekten kaçmak ve düz bir insan gibi görünmek için böyle ifratkâr bir metoda sarılmayı tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü, bugün her müslümanın dini temsil etme ve hem diğer mü’minlere hem de farklı inanç ve felsefelerin tâbilerine örnek olma vazifesi vardır. Dolayısıyla, gizli enginliklere sahip bir insan olma meselesinde de dengeyi gözetmek gerekmektedir. Hâlis mü’min, kendini ifade etmekten kaçınmalı, şahsî faziletlerini anlatmamalı, ticaret metaını bir vitrinde sergiliyor gibi kendine ait değerleri ortaya dökme bayağılığından uzak durmalı ve her zaman düz bir insan görünümünde olmalıdır; fakat, bunu yaparken, aynı zamanda İslam’a ve bir uzvu olduğu şahs-ı manevîye laf getirmemeye de azamî çaba harcamalıdır.

Şahs-ı Manevînin Haysiyeti

Evet, töhmete sebebiyet verebilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat’iyen mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî ve heyet-i İslamiye söz konusudur. Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı manevîye ve İslam’a mal edilmesi mevzubahistir. Bundan dolayı, çok önemli bulduğum dualardan biri de, “Allahım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı Müslüman kardeşlerimizi yere baktırma, bizim hatalarımızla onları mahcup etme!..” yakarışıdır. Her mü’min bu duayı günde bin defa tekrar etse, içinde bulunduğumuz şartlar göz önünde bulundurulunca yine de az sayılır. Zira, şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında bırakmaktadır. Onun haline bakan kimseler, genellemelere gitmekte ve “Şayet, İslam bir şey ifade etseydi, bunların tavırlarında bir istikamet ve mütemadîlik olurdu; oysa bunlar hep böyle zikzaklar çiziyorlar” demektedirler. Dolayısıyla, inanan insanlara has vakar ve ciddiyet içinde bulunmayan ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle, zıp orada zıp burada gezinen kimseler, çevrelerine güven telkin edemedikleri gibi müslümanların inandırıcılığına da zarar vermektedirler.

Bu açıdan, günümüzde “İttekû mevâdia’t-tühem – Sizi zan altında bırakacak yerlerden uzak durun, töhmet noktalarında bulunmaktan sakının” mealindeki hadis-i şerife bağlı hareket etmek eskiye nisbeten daha da hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Evet, töhmet ve sû-i zanna sebep olacak pespaye davranışlardan kaçınmak gerektiği gibi, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara götüren duyguları tetikleyebilecek mekanlardan ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle insanı özünden uzaklaştırabilecek kaygan zeminlerden de elden geldiğince uzak durmaya çalışmak lazımdır. İslam’ın aydın simasına kara çalmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu itibarla da, “Kendimi sıfırlayayım, sığ görüneyim, hafî olayım!” derken, İslam’ın ve müslümanların yanlış anlaşılmasına ve ayıplanmasına sebebiyet verebilecek hal ve tavırlara girmemeye de özen gösterilmelidir.

Her meselede ümmetine nümune-i imtisal olan Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in hayatı boyunca tenkit edilebilir hiçbir tavır ve davranışı olmamıştır. O, hem peygamberliğinden evvel hem de risaletle tavzif edildikten sonra “Keşke şunu yapmasaydı!” dedirtecek bir harekette bulunmamış ve sorgulanacak bir tavır ortaya koymamıştır. Peygamberlik gelmeden önce, hatta risalet döneminin yarısı geçtikten sonra bile henüz dinî emirlerin ve İslam ahlakının esaslarının tamamı ortada yoktur; dolayısıyla dinî kurallar tamamen vaz’ edilmemiştir ki, İnsanlığın İfthar Tablosu İslamî kaideler çerçevesinde yaşasın ve dinî esasların rehberliğinde nümune-i imtisal bir insan olsun. Fakat, mübarek hayatının ilk döneminden başlamak üzere, O hep genel insanî değerler çizgisinde hareket etmiş; Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla, kendisine vahiy gelene kadar Hazreti İbrahim’in çok perdeler arkasında kalmış bakiyye-yi diniyle amel etmek suretiyle mükemmel bir hanîf olarak yaşamıştır. Sonra da, Allah Teâlâ, o hanîflik üzerine habîblik hakikatini yüklemiş ve Rasûl-ü Ekrem’i bütün insanlığa rehber kılmıştır.

Evet, O’nun hayatının hiçbir dönemindeki hiçbir hal, tavır ve davranışını tenkit etmek mümkün değildir. Bu açıdan, gizli derinlikli bir insan olmanın çerçevesi de ancak Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz’in örnek hayatına göre belirlenebilir. O, hakperest ve mütevazı tabiatına uygun olarak ve bazen de başkalarını kıskandırmama maksadıyla gerektiğinde hemen tavrını ortaya koymuş, tevazu ve mahviyet içinde iki büklüm olmuştur; fakat, Fazilet Güneşi, daha sonra ümmetini mahcup edebilecek hiçbir davranışta bulunmamıştır.

Bu itibarla, günümüzün irşad erleri, bir taraftan hafî olmaya çalışırken, diğer yandan da Müslümanlığın yüz karası sayılabilecek tavır ve davranışlardan sakınmalıdırlar. Evet, onlar, Mevlâ-yı Müteâl ile baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata edilemeyen birer ârif u âbid olmalı, dışarıda ise düz bir insan tavrı sergilemelidirler; ne var ki, mensup oldukları şahs-ı manevînin haysiyet ve şerefi adına fevkalâde hassas davranmayı ve sûizanna vesile olabilecek bayağılıklardan fersah fersah uzak durmayı da ihmal etmemelidirler.

Ateş Böceği Görünümlü Yıldızlar

Ayrıca, iyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla mukassî olmak suretiyle hasımlarının kin, nefret ve gayz duygularıyla homurdanmalarına, dostlarının da hased hisleriyle oturup kalkmalarına mani olabilir. Haddizatında, derin olup sığ görünmek mü’minlik emaresi olduğu gibi, sathiliğine rağmen gizli enginliklere sahipmiş gibi davranmak da bir nifak alâmetidir.

Halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi kıymetleri yoktur. Aksine, hadis-i şerifin ifadesiyle, “Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla önemsenmeyen kimseler de vardır ki, herhangi bir hususla alâkalı Allah’a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” İşte, asıl talihliler, “Dışıyla mukassi, içiyle muallâ; fevvâre değil, girdap gibi muammâ” olan bu müberrâ gönüllerdir.

Pek çok meselede olduğu gibi, gizli enginliklere sahip olup sığ görünme fazileti de ancak başlangıçta iradenin hakkını vermek suretiyle zamanla elde edilebilir. Aslında, insan sadece sığ görünmemeli, her zaman kendisini gerçekten sığ kabul etmelidir. Mesela, bir Kur’an talebesi sürekli şu duygularla dolu bulunabilir: “Yetiştiğim ortam itibarıyla, ben daha ciddi bir insan olabilirdim. Cenâb-ı Allah, mütedeyyin bir aile, dindar bir anne-baba nasip etti; çevremde birbirinden kıymetli büyüklerim vardı. Ehlullah’tan olduklarına inandığım Hak dostlarının öteler televvünlü atmosferlerine defaatle girip çıktım. İyi bir mü’min olabilmem için lazım gelen bütün imkanlar mevcuttu; öyle ki, imkanların bu denli bol olduğu bir ortamda bir merkûp bile insan olabilirdi. Heyhat, ben yakalamam gereken mertebeye bir türlü ulaşamadım. Şayet, Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımdan boşalan lütuflarını değerlendirebilseydim, daha seviyeli bir insan olarak yetişebilirdim; başımı kaldırdığım zaman İsrafil’in azametli heykelini müşahede edebilirdim, secdeye kapandığımda Arş-ı ilahiye değecekmiş gibi olabilirdim. Oysa ki, bunların hiçbiri bende yok, dahası manaya karşı kapalı gibi bir halim var. Demek ki, onca imkanı heder etmişim; dolayısıyla ben sadece bir sıfırım.”

İşte, her zaman bu düşüncelerle meşbu bulunan bir Kur’an talebesi, zamanla nefsini bir sıfır olduğuna gerçekten inandırır. Kendisine telkin ede ede mahviyet ve tevazuyu tabiatının bir derinliği haline getirir. O, ne kadar derin olursa olsun, artık kendisini hep sığlardan sığ bilir. İşin bidayetinde iradî olarak nefsini sorgular; fakat, bu mülahazalar zamanla onun tabiatının bir parçası oluverir ve başlangıçtaki iradîlik müntehada tabiîliğe inkılap eder.

Hâsılı; Allah’ın sevgisine mazhar olan bahtiyar ruhlar, takvâ ile serfiraz ve masivâdan müstağnî olmanın yanı sıra, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu da gönlüne yerleştiren ve gizli enginlikleri bulunmasına rağmen olabildiğine mukassî görünen insanlardır. Onlar, vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında iç dünyaları itibarıyla derinlerden derindirler; fakat, kendilerini aşmışlığın ifadesi olarak da her zaman halkın arasında onlardan bir fert ve aktif bir hizmet eridirler. Allah’la münasebetlerini iradî olarak gizlemeye çalışır; ilâhî tecellî ve vâridleri setredilmesi gereken birer namus gibi korurlar. Gayr-ı ihtiyari ortaya çıkan fevkalâde hallerini de değişik tevriyelerle âdeta çarpıtır ve birer yıldız oldukları halde ateş böceği gibi görünürler. Arz u semâda seçkin ruhlar pâyesiyle alkışlanırken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilirler. Hatta onların arasında öyle kahramanlar vardır ki, oturur-kalkar Rabb-i Rahîm’i anar, benliklerini bütün bütün unutur ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi kendilerinden de saklama mülâhazalarıyla dolar ve vicdanlarında sürekli araya girmelerin ızdırabını duyarlar.. işte, bunlardır Hakk’ın mahbubu kullar...

EK-3

ENGİN TEVAZUA ÖRNEKLER

Bu konuda söz söylemeye hâlimin de, dilimin de müsait olmadığının farkındayım. Kalem ve kelimelerim de bana bunu söylüyor. Susmak ve bir şey yazmamak gönlümde bir ızdırap, haddimi aşan bir mevzuda söz söylemek ise tam bir cüret.. kendi kendime ne “sükût” diyebildim ne de yazıp çizdiklerimin ruhumda hâsıl ettiği endişelerden sıyrılabildim. Her zaman acz ü fakrımı Hakk’ın inayetine bir çağrı saydım, cüretimi de kalbi diline hâkim, dili sırrına tercüman, sırrı hafî ufkuna açık, hafîsi de ahfâ kenziyle irtibatlı erbab-ı gayret ve hamiyeti harekete geçirme sinyali sayarak “Bismillâh”, “minallah”, “ilallah” dedim ve Hakk’ın ekstra lütfunu dileyerek yürüdüm.

Kim nasıl anlarsa anlasın, ne böyle gâmız bir konunun ne de bunun daha berisindeki çok basit meselelerin eri ve ehli olmadığımı her zaman söylemişimdir, yine de söylüyorum. (Sır Ufku ve Ötesi, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4; Sızıntı, Ağustos, 2004)

Bu yazıda, anlatılması bir vefa borcu, dile getirilmesi çok zor bir destandan söz etmek istiyorum. Ama bilmem ki, rüşeymleri, filizleri ve fideleriyle dünyanın dört bir yanını tutmuş önemli bir ihyâ hareketini bu ölçüdeki bir makale çerçevesinde ifade etmek mümkün olabilecek mi? Hiç zannetmiyorum... Bu konudaki bilgim videolardaki müşâhedelerimden ibaret; olaya şehadetim duyduklarıma bağlı; kalemim karîhama esir; olup bitenlerin ifade edeceği mânâ bilmem hangi zamana merhun.. şimdi bu şartlar altında ne anlatılabilir onu siz söyleyin. Bu itibarla da, benim konu ile alâkalı yapıp edeceğim olsa olsa bir gül ya da bir çiçeğin resminde umum gülleri, çiçekleri anlatmaya yeltenme gibi bir şey olabilir. Bu ise, ölü bir gül resminde koca bir gülistan ve çiçek bahçesini, hem de her bir gül ve çiçeği özel deseni, farklı şivesi ve çarpıcı edâsıyla anlatmaya kalkışma olacaktır ki, böyle bir yolla gülistanın da, çiçek bahçesinin de ifade edilemeyeceği açıktır. Öyle de olsa, çağın bu destan hâdisesi adına kalb ve kalem erbabını harekete geçirmek için böyle bir cür’et izharına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bazı erbâb-ı himmetin “vira bismillâh” demeleri, konuyla alâkalı böyle bir perişaniyet sergileme sonucu gerçekleşecekse, bence maksat hâsıl olmuş demektir. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket, ÖKBH)

***

Bazı arkadaşlar hüsnüzan edip bu fakirden hâlâ bir şeyler öğrenebileceklerini zannediyor ve sorular soruyorlar. Konuşacak takatim olmamasına rağmen, onlara saygımın icabı birkaç cümleyle de olsa cevap vermeye çalışıyorum. (…) Anlattıklarımın bir kıymeti olduğunu ya da bir şeyler ifade ettiğini zannetmiyorum; fakat hüsnüzan eden, iyi niyetli ve hayır düşünceli insanların bu gayretlerine de saygı duyuyor ve ses çıkarmıyorum.

Bu işin bir başka boyutu daha var ki, ben kendimi nasihat etmeye ve insanlara bir şeyler anlatmaya hiç ehil görmedim, görmüyorum. Vaaz u nasihat edecek insan, ciddî bir iç hazırlıkla ve mânevî doygunlukla muhataplarının karşısına çıkmalıdır. Bu da, öyle surata bir maske takıp ortaya çıkma gibi bir şey değildir. Konuşacak insan her şeyden önce kalbinin Allah’la irtibatına ve dinleyicilerin vaktini israf etmeyecek şekilde hazırlanmaya dikkat etmelidir. Bir sohbet, bir nasihat deyip geçemezsiniz... İnsan yarım saatlik bir konuşma için aklen, fikren, rûhen, hissen birkaç gün hazırlanmalı; gözünü ağyardan sakınmalı, kalbin “gez, göz ve arpacığı”yla rıza hedefine kilitlenmeli; çok dua etmeli, Yüce Allah’ın razı olacağı sözleri söyleyebilmek için Rabb’ine sığınmalı ve yalvarıp yakarmalıdır. (Sohbet-i Canan, s. 115-116)

***

Biz burada (...) edebiyat sözcüğünden anladığımız mânâya kapı aralama ölçüsünde küçük bir menfez açmak istiyoruz. Boyumuzu aşkın böyle bir konuda ifade edeceklerimize değil de, niyetlerimize bakılmalıdır. İtiraf etmeliyim ki, bizim gibi dar ufuklu insanlar, kendi sahalarında bile bir şeyi tam ve doğru düşünemedikleri gibi, doğru düşünebildiklerini de tastamam seslendirebilmeleri oldukça zordur. (…)

Ne var ki, bunun böyle olması, hiçbir zaman bizim şevkimizi kırmamalı ve çalışma azmimizi de felç etmemelidir; etmemelidir ve biz, her şeye rağmen hep düşünmeli, söylemeli, plânlamalı, plânladıklarımızı gerçekleştirmeye çalışmalı ve bütün bunları yaparken de bazen yanlışlıklar yapabileceğimizi, çok defa hata ve kusurlara girebileceğimizi kat’iyen hatırdan çıkarmamalıyız. İşte bu perişan mütalaaya da bu mülâhaza ile bakılmalıdır. Yoksa nerede edebiyat nerede biz..! (Edebiyatın Gücü, Beyan, s. 28-30)

***

Ben her şeyi ancak kendi idrak ufkumun darlığı içinde duyup hissedebildim; hissedebildiklerimin de kim bilir kaçta kaçıyla şu anda karşınızdayım!. Kalbî ve ruhî hayat kahramanlarının her şeyi daha farklı zevk edip değerlendirdiklerini/değerlendireceklerini düşünüyorum. Her zaman yer-gök farklılığı kadar farklı istidatların bulunabileceğine ve bunların, varlığı değişik temâşâ rasathanelerinden rasat edebileceklerine inandım. Onları takdir ederken kendi zevk ufkumu sorgulamayı da ihmal etmedim. İmrendim o evirip-çevirip insan olmanın bütün avantajlarından istifade etmesini bilen vicdan kahramanlarına ve onların ekstra mazhariyetlerine...

Onlar nerede dururlarsa dursunlar, ben nerede bulunursam bulunayım, yine de kendimce hayatımın en tatlı rüyalarını, varlık ve hâdiseleri öbür yüzleri itibarıyla okumaya çalıştığım demlerde gördüm; gördüm ve o küçük ölçülerim, ayarsız kriterlerimle ne elde ettiysem onu insan olarak yaratılmış olmama Allah’ın en büyük armağanı saydım. (Bir Bakış Açısı, Sükûtun Çığlıkları, s. 83-84)

***

Bu sihirli dakika ve saatler, kim bilir, bizim duyup sezemediğimiz daha neler neler ifade ediyordur.! Ama itiraf etmeliyim ki, ben hemen her zaman, bu nefislerden nefis, tatlı ve derin dakikaları kendi değerleri çizgisinde dile getirememe, resmedememe hicabı içinde oldum; hicabı içinde oldum, zira mü’mince duyulan bu dakika ve saatleri kusursuz ifade edebilmek için ciddî bir şiir kabiliyetine; Müslümanca bu hareketler içindeki âhengi resmedebilmek için mücerredi tasavvur edebilme istidadına ve her zaman üzerimizde büyüsünü hissettiğimiz zaman parçacıklarını kendi letâfetleriyle duymak için de mûsıkîşinas olmaya ihtiyaç vardır. Benim böyle bir istidat ve kabiliyetim olmadığına göre, ihtimal bu perişan sözlerimle mü’minlere ait zamanın o nurefşân çehresini karartmış bulunuyorum. Eğer bu perişan beyanlar söz üstatlarını harekete geçirme vazifesini görecekse, dolayısıyla maksadın hâsıl olduğunu düşünerek teselli de olabilirim... (Mümin Ufkunda Zaman, ÖKBH, s. 147)

***

Bizler, Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bugüne kadar duyulmuş, yaşanmış, söylenmiş ve desen desen kitap sahifelerine işlenmiş o zevk ve hâl dantelâlarının, o vecd ü heyecan çağlayanlarının ve o söz ve mana cevherlerinin mahdut bir kısmını, çok defa onların cereyan atmosferinden bir hayli aşağılara indirerek –buna onların gerçek seviyelerine kıyma da denebilir– kendimize benzettik. Bazen de onları kendi ufuklarında uzaktan uzağa süzerek kalbî ve rûhî reseptörlerin algılama çerçevelerine göre değerlendirmeye çalıştık ve her zaman işin hakikatini her şeyi en iyi bilen “Allâmü’l-Guyûb”a havale ettik.  (Bir Uzun Seyahati Noktalarken, KZT, 4/191-192; Haziran-2006)

***

Biz bu rengârenk atlasta, bazen erbabından görüp duyduklarımızı, bazen bir kısım kitap ve risalelere emanet açık-kapalı beyanlarda mütalâa ettiklerimizi, bazen bir kısım ortamlar itibarıyla artık ahvâl-i âdiye hâline gelmiş hâdiselerin çehresinde okuduklarımızı; bazen de yaşanmış, söylenmiş, menkıbelere mevzu hâline gelmiş yolu-yöntemi, yoldakilerden akseden uhrevîlikleri resmetmeye ve bu nuranî yolcuların yol erkânı ve zâdı-zahîresi adına bir şeyler söylemeye çalıştık…(...)

Yazıp çizdiklerimin hepsinin doğru olduğunu iddia edemem. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Eğer yazılıp yapılanlar hakikatin ifadesi ise ve Hak rızası istikametinde gerçekleşmişse bütün bunlar O’ndandır; şayet, sevap mülâhazasıyla dahi olsa, yapılan şeylerde hataya düşülmüşse ve rıza-yı ilâhî gözetilmemişse o da bendendir. كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her âdemoğlu hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet, 49; İbn Mâce, Zühd, 30) cibillî mazeret ve sütresiyle Rabbime teveccüh ediyor ve benden evvelkilere açtığı tevbe ve inâbe kapısını bana da açmasını diliyorum. (Bir Uzun Seyahati Noktalarken, KZT, 4/196-197; S, Haziran-2006)

***

Kimbilir kampların bize açmadığı daha nice sırlar vardı! Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık-dökük arzetmeğe çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır. (…)

O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyâlı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim. Kimbilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevketmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım. (Kamplarda Zaman, ZAD)

***

Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm.. bir hayli mübârek mahalleri müşâhede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, rûhumda en derîn izler bırakan Peygamber (s.a.s) köyü -o köyün izleri ebedlere kadar gönüllerimizde yaşasın- olmuştur. Rûhum o beldeyi her zaman bir “daussıla” hasretiyle kucaklamıştır. Kucaklarken de “işte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi” demiş içimi çekmişimdir.

Bunlar, bir ham rûhun duyup hissettiği şeyler. İrfanla kanatlanıp, aşkla şahlanmış büyük sînelerin duyup hissettiklerini onlardan dinlemek ve onlardan öğrenmek îcâb eder. Bu mevzûda benim söylemeye çalıştıklarım ise; beceriksizliğin ve istidatsızlığımın çehresinde hamiyet ehlini gayrete getirmeden başka birşey değildir... Bu kadarcık olsun birşey yapabilmişsem, onu Rûh-u Seyyid-ül-Enâm’ın teveccühüne vesîle sayar, kapısının tokmağına dokunur “Beni de Yâ Resûlallâh..!” derim. (Ravza, ZAD)

***

Devlerin, dev destanlarının yanında, bir minik vızıltıyla huzura alınma arzumuzu hoş gör! Şimdiye kadar senin kapına koşanlardan hiçbiri o muhteşem kapıya göre hediye getirdiğini iddia etmemiştir. Onlar sana doğru koşmayı, koşup kapının eşiğine baş koymayı en büyük şeref saymış ve bu mazhariyeti hayatlarının gayesi bilmişlerdir. (İşaret ve İşaretçilerden Sonra)

***

Kalbin Zümrüt Tepeleri'ne gelince, onu, yetersiz bir insanın, duygu, düşünce ve kalemiyle, ifade zaafıyla, zaaf-ı telifle, ifade etmesi olarak görürüm... Aslında, tema olarak o meseleler, her zaman Nur'un ruhuyla telif edilebilir. Hz. Bediüzzaman'ın gösterdiği hedefe ulaşma adına, bir yol teşkil edilebilir. Çünkü belli bir dönemden sonra, Lahikalar'ında işaret ettiği gibi; 'Azami zühd, azami takva, ihlas, velayet nedir?' Umumi mânâda herkes velidir. İbadet u taatını yapan, masiyetten içtinab eden Allah'ın dostudur. Fakat hususi mânâda veli dediğiniz zaman, kendisine göre bir tarifi çıkar karşınıza. O tarifle ifade edilen velayete talip olunacaksa şayet, insanın kalbini işlettirmesi, bir yönüyle ruhuna saykıl vurması gerekir. Biraz da kalbi ve ruhu ile, ayaklarıyla yürüdüğü kadar, yürümesi gerekir. Bu da olsa olsa Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde meseleye sır adesesiyle bakmak, hafi menşuruyla temaşa etmek, biraz ahfa mirsadıyla, hem enfüsü, hem de âfâkı seyreylemektir. Kâinatın hakaiki adına bir vecibe, bir vefa borcu sayılabilir. (Ufuk Turu, Eyüp Can, 95-97; Zaman Gazetesi, Ağustos, 1995)

***

Not: Bazı makale ve kitap isimleri: Dar Bir Zaviyeden Düşünce Sistemimiz, Dar Bir Çerçevede Kadın, Dar Bir Açıdan Şiir, Dar Bir Çerçevede Din Ve Vicdan Hürriyeti, Dar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur’an, Küçük Dünyam, Kırık Mızrap, Kırık Testi, Bir Kırık Dilekçe. Dar Bir Açıdan Ahlak, Üns Mülahazasına İcmali Bir Bakış, Dar Bir Çerçevede Heybet

 

 

[1] Takip edenleri: "İslam’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara ihsan şuuru ile tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinde ırmaklar çağlayan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!"  (Tevbe; 9/100)

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

[2] Hale kelimesi Efendimiz Kur’an’da “siracen münira (Ahzap, 33/46)” yani ay ve güneş gibi ışık saçan nurani bir kaynak olarak anıldığı için, o ışık kaynağına ilk teveccüh edenler ve onların arkasından onlara ittiba ile bu teveccühü devvam ettirenlere Hocaefendi “Hale” tabirini kullanıyor. Çağlayan başyazılaından önce de Hocaefendi aynı tabiri kullanıyor ve aşağıdaki alıntılarda Hale espirisini kendi ifadeleri ile anlatımını buluyoruz: “İslâmî düşünce sistemlerinde ahlâkın yanıltmayan esas kaynağı, “metlüv”, “gayr-i metlüv” ilâhî mesajlar ve o mesajların ilk muhatapları, tebliğcileri, temsilcileri enbiya ve mürselîn hazerâtı olmuştur. Onlar, aldıkları mesajları tebliğ, temsil, hâl, tavır ve davranışlarıyla sergilemişler; ikinci derecedeki muhataplar da onların etrafında birer hâle haline gelmişlerdir. Zaten “Her şeyin en doğrusunu Yaratan bilir” temel disiplinine binaen ilâhî vahiy ve onun ilk muhatapları olan enbiya-i izâmın daire-i irşatları dışında, ahlâk üstadı, pedagoji uzmanı ve farklı alanlardaki düşünürlerin ahlâk konusuyla alakalı ortaya koydukları hiçbir disiplin ve kural uzun ömürlü, kalıcı olmamış ve insanoğlunu insanî kemalâta -kâmil manada- yönlendirememiştir. İnsanlık tarihinde bu husus belli aralıklarla da olsa en mükemmel şekliyle yalnız vahyin aydınlatıcı tayfları altında peygamberân-ı izâm tarafından gerçekleştirilmiştir. O yüce kametler, incelerden ince hâl, tavır ve davranışlarıyla Allah’ın istediği ahlâk-ı âliye-i ilâhiyenin nurefşan birer meclâsı ve mazharı olarak bu konudaki ilâhî muradı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun en mükemmel şekilde temsil etmişlerdir. Bu hususun en zirve temsilcisi ise, peygamberlik manzumesi adına bestelenen ve hükmü bu manzumenin kafiyesi gibi en sonunda gelen, Ehadiyet hakikatinin ilk tecellisi ve Vâhidiyet sırrının en mümtaz meyvesi olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Daha sonra güzel ahlak, o Kamer-i Münîr’in nurani hâlesi sayılan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizle topyekûn dünyaya, bütün insanlığa, en azından onun büyük bir bölümüne ulaştırılarak vicdanlar ahsen-i takvîme uygun vaziyet almaya tevcih edilmiştir.” (KZT, İstidrak, Dar Bir Açıdan Ahlak 1)

O (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı bir güneşti; tulûuyla, çağlar aydınlanmış ve bütün yıldızlar görünmez olmuştu. O, “Güneşler Güneşi”yle ziyadar olan pırıl pırıl bir “kamer-i münîr” idi; haricî vücut urbasıyla matla’ında belirince çevresinde o ziya ile nurefşan bir hâle oluşmuştu. Bu hâleyi teşkil edenler, nübüvvet minberinden O’nun dirilten soluklarına “Evet” diyen ilk bahtiyarlardı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), milimi milimine kendini izleyen ve O’nun enfes rengine boyanan bu bir numaralı kutlulara “Yıldızlarım” diyor ve arkalarından gelenlerin onlara uymalarının kurtuluş vesilesi olduğunu/olacağını hatırlatıyordu.

O’nun tarafından denen ve düşünülen şeylerin hiçbiri havada kalmamış; ötelerden, öteler ötesinden gelip o mir’ât-ı mücellâya akseden semâvî ziya O’nun çevresinde bir nur hâlesine dönüşmüştü. O (sallallahu aleyhi ve sellem), çevresindeki bu yıldızlar topluluğuna -gözlere aydınlık- sürekli o Nûru’l-envârı aksettiriyor; o aydınlık ruhlar da çevresinde hâlelendikleri kamer-i münîri bütün derinlikleriyle içtenleştirip mücellâ birer ayna halini alıyorlardı. Az bir değişiklikle Nâbî merhumun şu iki mısraı bu tabloyu ne güzel aksettirir:

Odur ki hâle içre kürsi-i nübüvvette,

Gürûh-i encüme nûr ayetin tefsir eden mehtap.

Evet, çok kısa bir süre içinde, her biri âyine-i kamer halini alan o müstaid fıtratlar, temel kaynak öteler ötesinden, o nurefşan zâtın (sallallahu aleyhi ve sellem) hâlesi şeklini alan ve gözleri kamaştıran engin bir nuraniyete ermişlerdi. Pervaneler gibi sürekli o ışık kaynağı (aleyhissalâtü vesselam) çevresinde pervaz ediyor ve misliyet çerçevesinde hep O’na ait semâvî güzellikleri aksettiriyorlardı. Bu müstesna keyfiyetleriyle idi ki, onlar bütün cihanlara söz dinletecek kıvam ve derinliklerinin yanında, tevazu, mahviyet, sıradanlık görüntüleri ve sürekli kendileriyle yüzleşme hususiyetleriyle de dudak uçuklatacak bir derinlik sergiliyorlardı. Hele -bir şairimizin ifadesiyle- “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali” efendilerimizin, kıyas kabul etmeyen enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir konumda bulunduklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Onlar melekleri imrendirecek kalbî ve ruhî derinliklerinin yanı sıra her zaman kendilerini yerden yere vuruyor ve hep bir mücrim -hâşâ ve kellâ- tavrıyla oturup kalkıyorlardı. (Nefisle Yüzleşmede Halede İlk Halka, Çağlayan, Temmuz 2018)

[3] Hatırlatma: Hocamızın farklı yazılarında zaman zaman önemle üzerinde durduğu bir hususa bu cümlede işaret ediliyor. O da insanın imanını marifetle derinleştirip, muhabbetle taçlandırdığında yol yorgunluğuna düşmeyeceği gerçeğidir.

[4]Vicdan mekanizması” hem Başyazılarda hem Kalbin Zümrüt Tepelerinde hem de sohbetlerde zaman zaman kullanılan anahtar bir ifade. Hz Üstadın Hutbe-i Şamiye’de kısaca üzerinde durduğu bu önemli konuyla ilgili bazı metinleri arz ediyoruz:

Hutbe-i Şamiye, İkinci Zeyl’in İkinci Kısmı: Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan "irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye" herbirinin bir gayetü'l-gàyâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahedetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü'l-gàyâta sevk eder.

 

Sır, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: Gizli şey demek mânâsına gelen sır; sofiye ıstılahında: Kalbde ilâhî vedîa olan bir lâtife-i rabbâniyedir. Bedende ruhun emanet ve vedîa olması mânâsında bir lâtife. İrade, zihin, his “lâ­tife-i rabbâniye” dediğimiz vicdan mekanizmasının dört te­mel esası ve ruhun hâssesi olduğu gibi, “sır” da kalbin böyle bir hâssesi ve orta ölçekte bir buudu sayılır. Vicdanın temel esasla­rının, kul-Rab münasebetleri açısından meselâ; iradenin Allah’a kulluk, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah ve kalbin rü’yet-i cemâlullah misillü birer hedef ve gayesi bulunduğu gibi sırrın da ilâhî esrara açık bir hususiyeti ve gayesi vardır.

 

Nefis ve Vicdan Mekanizmaları, Prizma, 1: İnsanın bir mülk, bir de melekût yanı vardır. Onun bu yanlarını, başka tabirler kullanarak ifade etmek de mümkündür. Nitekim bazıları buna, melekî ve şeytanî; bazıları, maddî ve manevî; bazıları cesedî ve ruhanî; diğer bazıları da nefsî ve vicdanî demiş ve aynı hakikati başka başka ifadelerle anlatmaya çalışmışlardır.Bize göre, insanın manevî cephesini de maddî cephesini de ayrı birer mekanizma şeklinde ele almak ve öyle değerlendirmek daha uygundur. İsterseniz bunlardan, manevî olana vicdan mekanizması, diğerine de nefis mekanizması diyebiliriz.

Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, âlem-i emre ait Rabbanî latifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular vicdan mekanizmasını meydana getirirken; her türlü şehevî arzu, istek ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular da, nefis mekanizmasını meydana getirirler... Bu iki mekanizma âdetâ hep birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir mekanizma haline gelir.

 

Vicdan, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3:İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye(fuâd), şuur vâridâtıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Farklı metafizik derinlikleri haiz olan bu sistemde her zaman bilkuvve (potansiyel olarak), iradenin sesini-soluğunu, “latîfe-i rabbâniye”nin sezi ve müşâhedelerini, zihnin şuur menbalı bilgi ve müktesebâtını, hissin ihtisas dalga boylu sübjektif mevhibelerini ve ihsas televvünlü mârifet çağlayanlarını duyup sezmek mümkündür. (…)

Şimdi isterseniz bu önemli konuyu da yine Bediüz­zaman’ın veciz bir mütalâasıyla hulâsa edip noktalayalım: İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun,lâtife-i rabbaniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâsseleri sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır:

İradenin ibadetullah,

zihnin mârifetullah,

hissin muhabbe­tullah,

lâtife-i rabbaniyenin de müşahedetullahtır..

ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir ki, Şer’-i Şerif bunları hem tenmiye, hem tehzib hem de gâyetü’l-gâyâta sevk etmektedir.

 

[5] Raşeler sergilemek/ Tir tir ve ürperti dolu bir kulluk: Hocamızın birçok yazısında Cenab-ı Hakk ile kulluk münasebeti “mehafet ve mehabet” yörüngeli olarak anlatılır. “Raşeler sergileme” tabiri de mehafet ve mehabet yörüngeli kulluğun farklı bir ifadesi olsa gerek.

[6] Hocamızın bu cümlede vurgulamış olduğu kamil insan tavrı bir makalede şöyle geçiyor: Her zaman taze kalabilenlerde dehrin öldürücülüğüne karşı dirilme azmi hiçbir zaman dinmez.. ve böyle biri hangi çağda yaşarsa yaşasın İslâmiyet’i gökten indiği günün taravetiyle duyar, gözleri hep ihsan mülâhazasıyla açılır kapanır, ne tür bir zirvede dolaşırsa dolaşsın hiçbir şahikayı son karargâh görmez. Hatta o, gidip bir gün Allah indindeki, melekler nezdindeki baş döndüren aşkınlıklara ulaşsa dahi her zaman yüzü yerde, gözleri ufuk ötesinde, kanatları gergin ve yüksek uçma azm ü ikdâmı içinde bulunur; bulunur ve arzlılara semavîlik törelerinden çeşit çeşit dersler sunar. (Eskimeme veya Yenilenme Cehdi, Sükutun Çığlıkları) Ayrıca bu önemli konu “Sığ Görünen Deryalar” başlığı ile Ölümsüzlük İksiri kitabında da genişçe ele alınıyor. EK-2

[7] Bu satırlarda Hocamızın tabiat haline gelmiş engin tevazuunu görüyoruz. Bu kamilane tavrın muhtelif yazılardaki tezahürlerinden bir demet okumak için EK-3

[8] Hatırlatma: Zeynelabidin Hazretlerinin hali olarak ifade edilen bu husus, yazının ilerleyen bölümlerinde üzerinde durulacak olan Hazretin münacat ve yakarışlarından hareketle varılan bir değerlendirmedir. Hocamızın hizmet insanlarına gösterdiği ufuk da budur aslında: Biz o denli nezih yaşamalıyız ki; haramlar, gayri meşrular değil hayatımızı, rüyalarımızın ufkunu bile kirletmemeli.. aslında böyle bir kirlenme, kim bilir belki de hiç beklenmedik şekilde ne irtifa kayıplarına sebebiyet veriyordur..! Konumunun hakkını veremeyip bulunduğu noktadan kayanların iflâh olduğu hiç görülmemiştir. Kaldı ki biz, değil bir kısım dünyevî mülâhazalar, yaşama sevdasını ya da menfaat ve çıkar düşüncesini dahi intihar sayma konumundayız. Dahası biz Cennet’i bile kulluğumuza gaye yapmaktan kaçınmalı ve bütün gönlümüzü Hak rızasının engin vâridâtına bağlayarak şahsî isteklerimize karşı kat’î bir tavır alma durumundayız. Hiçbir zaman almayı düşünmeden hep vermeli, geriye döneceğini beklemeden de sürekli ihsanda bulunmalıyız.. ve “Cânan” deyip sefere azmettiğimiz bu kutlular yolunda hiç ama hiç mi hiç “can” sevdasına düşmemeliyiz.

Kendi Derinliğiyle Latîfe-i Rabbâniye yazısında hocamızın maneviyat kahramanlarını şöyle değerlendiriyor:  

Bu latîfe, “mâ hulika leh” çizgisinde, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun o müstesna konumunda kalabildiği sürece, her zaman enfüs ve âfâkı, inhirafa düşmeden doğru okuyabilir.. enfüste tıkanıklığa, âfâkta dağınıklığa düşmez.. bunlardan birini O’ndan gelmiş bir nâme gibi görür ve öper başına kor; diğerini de büyüleyen bir câmi fihrist gibi mütalaa eder ve saygıyla selamlar. Bu ufuk, “akrabü’l-mukarrabîn” ufkudur ve “نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” “Biz ona şah damarından daha yakınız!” hakikatini zevk etme zirvesidir. Bu ufkun insanları rüyalarında bile o endişe verici tıkanıklığa düşmez ve katiyen bir dağınıklık da yaşamazlar. Bunlar melekûtî yanları önde melek-misal öyle babayiğitlerdir ki, hayatlarını her zaman ötelere ve ötelerin de ötesine müteveccih geçirmek için çırpınır-durur; rüyalarında bile en küçük inhirafları ciddî bir zelle sayar ve hemen arınmak için “evbe kurnaları”na koşarlar (Çağlayan, Kasım-2017)

[9] Meyan yapmak: Şarkıların makam geçişlerinin yapıldığı, bir makamdan diğerine geçerken melodik hareketin nakarata bağlandığı bölüm.

[10] Bu cümlede yine Hocamızın engin tevazuunu, hacalet ve mahviyet tavrını görüyoruz.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/09/2018