Şûrâ





Author: M. Fethullah GÜLEN - min read. - Post Date: 05/17/2023
Clap

Allah Resûlü (aleyhisselam) hemen her zaman başkalarının düşüncelerine başvurur.. herkesin fikrini alır ve şûrâ yoluyla alternatif plan ve projeleri daha sağlam bir zemine oturtma yollarını araştırırdı. Bazen rey ve görüş sahiplerine birer birer düşüncelerini açarak, bazen de ashab-ı reyi bir araya getirerek kararların kolektif şuura dayandırılmasına fevkalâde önem verirdi.

Şûrâ, ilk mirasçılar gibi günümüzün kudsîleri için de en hayatî bir vasıf, en esaslı bir kuraldır. Kur’ân’a göre o, mü’min bir toplumun en bariz alâmeti ve İslâm’a gönül vermiş bir cemaatin en önemli hususiyetidir. Kur’ân-ı Kerim’de şûrâ, namaz ve infakla aynı çizgide zikredilir ve “Onlar (öyle kimselerdir) ki, Rabbilerinin çağrısına icabet eder ve namazı dosdoğru kılarlar; onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir; kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infakta bulunurlar.”[1] buyrularak, şûrânın ibadet ölçüsünde bir muamele olduğu hatırlatılır. Evet, bu ilâhî emirde, Allah’ın çağrısına icabet ve bu icabetin gereği ve neticesi sayılan namaz-şûrâ-infak zikredilerek bu hayatî meselenin önemi vurgulanmıştır.

Bu itibarladır ki; şûrâyı önemsemeyen bir toplum tam mü’min sayılamayacağı gibi, onu uygulamayan bir cemaat de, kâmil mânâda Müslüman kabul edilmemiştir. İslâm dininde şûrâ, hem idare edenlerin hem de idare edilenlerin mutlaka uymaları lâzım gelen hayatî bir esastır. İdareci; siyaset, idare, teşrî ve toplumla alâkalı daha pek çok meselede istişarede bulunmakla; idare edilenler de, kendi görüş ve düşüncelerini idarecilere bildirmekle sorumlu tutulmuşlardır.

Şûrânın önemiyle alâkalı bir sohbete mevzu olmuş aşağıdaki hususları kaydetmekte fayda mülâhaza ediyoruz: Evvelâ şûrâ, herhangi bir hususta verilecek kararların isabetli olabilmesinin ilk şartıdır. İyiden iyiye düşünülmeden, başkalarının fikir ve tenkitleri alınmadan fert ve toplumla alâkalı verilen kararlar, çok defa hüsran ve fiyasko ile neticelendiği görülmüştür. Kendi düşüncelerine kapalı ve başkalarının fikirlerine de saygılı olmayan biri, üstün bir fıtrat, seviyeli bir dimağ, hatta dâhi bile olsa, her düşüncesini meşverete arz eden sıradan ve düz bir insana göre daha çok yanılmalara maruzdur. En akıllı insan, meşverete en çok saygılı ve başkalarının düşüncelerinden de en çok yararlanan insandır. İş ve planlarında kendi fikirleriyle yetinen, hatta onları zorla diğer insanlara da kabul ettirmeye çalışanlar, önemli bir dinamizmi elden kaçırdıkları gibi, çevrelerinden de sürekli nefret ve istiskal görürler.

Evet, bir insanın teşebbüs ettiği herhangi bir işinde en güzel neticelere ulaşmasının ilk şartı meşveret olduğu gibi; onun kendi gücünün kat kat üstünde önemli bir kuvvet kaynağına sahip olmasının yolu da başka değil yine meşverettir.

Evet, herhangi bir işe teşebbüs etmeden evvel, her türlü danışma ve araştırma yapılmak suretiyle, sebepler bazında ve tedbir planında kusur edilmemelidir ki, neticede kaderi tenkit ve çevreyi suçlama gibi, musibeti ikileştiren zararlı davranışlara girilmesin.. evet, herhangi bir işe azmetmeden evvel, âkıbet güzelce düşünülmez, bilgi ve tecrübe sahipleriyle de görüşülmezse, hayal kırıklığı ve nedamet kaçınılmaz olur. Önü-arkası düşünülmeden içine girilmiş nice işler vardır ki, iki adım ileriye götürülememiş olmaktan başka, müteşebbislerin hem itibar kaybetmelerine hem de inkisarlarına sebep olmuştur.

Bir sistem olarak İslâm nizamını ayakta tutan dinamiklerin başında şûrâ gelir. Ferde-topluma, devlete-millete, ilme-maarife, iktisadiyâta ve içtimaiyâta ait meselelerin çözümünde en önemli misyon ve vazife şûrâya aittir; tabiî bu meseleler hakkında mânâsı açık “nass” mevcut değilse..

İslâm’da “Devlet Şûrâsı” icrânın önünde ona rehberlik yapma konumunda bir müessesedir. Onun yerinde bugün “Danıştay” vardır ama, İslâmî şûrâya göre fonksiyonu sınırlı, hareket sahası dar, sıkıştırılmış bir müessesedir.

Devlet reisi veya başyüce, Allah tarafından müeyyed olup vahiy ve ilhamla da beslense, yine istişare etme zorunluluğu altındadır.. günümüze kadar da bu hep böyle devam edegelmiştir. Yer yer onu ihmal edenler olmuş ise de, büyük ölçüde, değişik ad ve unvanlarla devam ettiren millet ve toplumların sayısı da az değildir. Aslında, bugüne kadar onu görmezlikten gelen veya göz ardı eden hiçbir toplum iflah olmamıştır. Zaten Efendimiz de ümmetin kurtuluş ve geleceğe yürümesini, “İstişarede bulunan kaybetmez.”[2] sözleriyle meşverete bağlamıyor mu?

Kur’ân-ı Kerim’de istişare, iki âyette sarahaten ele alınır; işareten şûrâya temas eden âyât-ı Kur’âniye ise pek çoktur. Tevilsiz, yorumsuz açıktan açığa şûrâ ile alâkalı bu iki âyetten biri, Âl-i İmrân sûre-i celîlesindeki: “Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun!”[3] âyeti, diğeri de Şûrâ sûre-i mübînindeki: “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.”[4] ferman-ı sübhânîsidir. Ayrıca, şûrâyla alâkalı beyanın içinde bulunması itibarıyla, bu sûreye “Şûrâ” isminin verilmesi de gayet mânidârdır!

Bu sûrede şûrâ, sahabe-i kirâmın övgüye lâyık bir vasfı olarak ele alınıyor. Sanki “Her işleri meşveret yörüngeli olan bu insanlar nasıl senâ edilmez ki!” tarzında takdir buudlu bir hatırlatma yapılıyor.. evet, ashabın senâ edilecek onca hususiyetlerinin yanında burada, sadece “şûrâ” kelimesi seçilerek onunla senâ edilmeleri, meşveretin ehemmiyeti adına çok önemli bir ipucu sayılır..

İstişare, Kur’ân-ı Kerim’de önemle üzerinde durulan bir kural olduğu gibi, sünnet-i seniyyede küçümsenmeyecek ölçüde üzerinde durulduğuna, hatta tahşidat yapıldığına şahit oluruz. Efendimiz, hakkında nass vârid olmayan her meseleyi, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkesle istişare ederdi ki, değişik sahalarda onca ilerlemeye rağmen, meşveret mevzuunda o gün ulaşılan noktaya henüz ulaşabildiğimiz söylenemez.

Evet, Allah Resûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâlediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.

Şimdi bu hususla alâkalı O’nun hayat-ı seniyyelerinden küçük bir kesit arz edelim:

Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, Uhud’a çıktıkları zaman, ashabına bir kısım tavsiyelerde bulunmuş ve bir düzine strateji üzerinde durmuştu. Arkadaşlarından zımnî bir muhalefet bile almadan uygulamaya koyduğu bu şeyler arasında: Okçuların bir tepeye yerleştirilmesi, onların düşmanı nasıl karşılayacakları keyfiyeti, ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları lâzım geldiği hususu.. ve diğerleriyle beraber emre itaat edip zaaf göstermemeleri, ganimet arkasına düşmemeleri gibi tavsiyeler bunlardan bazıları.. ne var ki, ashab-ı kiram, emre itaatteki inceliği anlasalar da, zaman itibarıyla emir süresinin bitmesinde içtihat hatasına düşmüş ve kapalı bir muhalefet tavrı almışlardı ki, Efendimiz, Uhud yolunda karşılaştığı zımnî muhalefetlerden biriyle karşı karşıya bulunuyordu.

Şimdi, eğer O’nun yerinde böyle üst üste muhalefetlerle karşılaşan bir başkası olsaydı, bunca zarar ve zayiattan sonra onları da, onların düşüncelerini de elinin tersiyle iter ve “Gidin Allah’tan bulun!” derdi. Ama O, öyle yapmadı; arkadaşlarının sebebiyet verdiği ve hasımlarının gerçekleştirdiği en amansız tecavüzlerle yüzü gözü kanlar içinde, bir sürü şehidin paramparça cesetleri karşısında ve arkadaşlarından bazılarının kendi başlarının derdine düştükleri, hatta bazılarının da “Medine” yolunu tuttuğu hengâmda, O suçlu-suçsuz etrafında kümelenen insanlara, hiçbir şey olmamış gibi, Allah’ın: “Bu iş hususunda onlarla istişare et!”[5] âyetini onlara okuyor ve oturup yeniden onlarla meşverette bulunuyordu. Sadece meşveret etmekle de kalmıyor, onları bağışlaması lâzım geldiğini ve onlar hakkında istiğfar emri aldığını da onlara duyuruyordu.

Böylece Allah Resûlü, hayat-ı seniyyelerini vahyin aydınlığında sürdürüyor olmalarına rağmen, meşveretle memur olduğunu da ortaya koyuyor; bununla idarecilere sorumluluklarını hatırlatıyor, idare edilenlere de düşüncelerinin değerlendirilmesi fırsatını veriyor.. ve onlara, idarecilere yardımcı olma yollarını açıyor, idarecilere de istibdada girmemelerini hatırlatıyordu.

Ayrıca Uhud Harbini müteakip: “Bu iş hususunda onlarla istişare et!” fermân-ı sübhanisi nazil olunca, Allah Resûlü’nün şöyle buyurduğu nakledilir: “Şüphesiz ne Allah’ın ne de Resûlü’nün meşverete ihtiyacı vardır. Ne var ki Allah onu, ümmete bir rahmet vesilesi kılmıştır. Kim istişarede bulunursa, o doğruya ulaşmaktan mahrum kalmaz.. kim de onu terk ederse sapıklığa düşer?”[6] Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Allah, meşverete ihtiyacı olmayan Nebisine istişareyi emretmekle, idarecilere şûrânın önemini hatırlatmak istiyordu.

İstişare hususunda, O’ndan şerefsudûr olmuş:

“Meşverette bulunan pişman olmaz.”[7]

“İstişare eden zarar görmez.”[8]

“Meşveret eden güvenlik içindedir.”[9]

“İstişare edip doğru neticeye ulaşmamış bir topluluk yoktur.” ... gibi dünya kadar pırlanta söz vardır.

Bütün bunları nazara alarak İslâm ulemâsı, şûrânın, İslâm’ın temel prensiplerinden olduğunda ve mutlaka hayata mâledilmesi gerekli hükümlerden bulunduğunda ittifak etmişlerdir. Değişik devirler, değişik zaman ve bir kısım hususî şartlar muvacehesinde tatbikatta bazı farklılıklar göze çarpsa da bu hep böyle olmuştur.

* * *

Elbette ki şûrâ ilâhî emirler önünde bir teşrî kaynağı değildir. O bir kısım kanun ve prensiplere esas olmakla beraber, gerçek teşrî kaynaklarına bağlılıkla sınırlandırılmıştır. Evet İslâm’da, hakkında sarih “nass” olan meseleler insanların müdahale sınırları dışında bırakılmıştır. Bu türlü meselelerde, sadece nassın ifade ettiği maksadın bulunabilmesi mülâhazasıyla şûrâya müracaat edilebilir. Hakkında ilâhî nass bulunmayan meseleler ise bütünüyle şûrâ sınırları içinde sayılır. Bu gibi hususlarda varılan netice ve verilen kararlara, nasslarda olduğu gibi uyma mecburiyeti vardır.. ve artık bu kararların aleyhinde bulunulamaz.. onlara muhalif görüş ve düşünce serdedilemez. Şayet cumhura rağmen, varılan neticede bir yanlışlık varsa, o da yine bir istişare ile giderilmelidir.

Şûrâ hakkındaki nasslar, bir mânâda umumiyet ifade etse de, onlar belirli mevzularla alâkalı nasslar ve Allah Resûlü’nün hareket ve davranışlarıyla da sınırlandırılmışlardır. Aslında İslâm’daki nasslar, küllî prensipler ve umumî kaideler ifade eden, sayıları da fazla olmayan bir kısım meselelerin dışında, teferruat sayılabilecek konular üzerinde, tafsilatta bulunup fazla durmamıştır. Haklarında nass vârid olmayan mevzulara gelince, bunlar bütünüyle şûrâ alanı içine girerler ve meşverete açık meselelerdir.

İslâm’ın sarih olarak hakkında ahkâm vaz’ettiği her mesele şûrâ sınırları dışında, hakkında açık bir hüküm bulunmayan hususlar da şûrâ sınırları içinde kalması gerçeğinden hareketle o, hemen her durum ve şart altında İslâm’a bağlılıkla sınırlı Kur’ân ve Sünnet endeksli, Kitabullah’la belirlenen gayeyi gerçekleştirmeye çalışır. Hiç şüphesiz, İslâm’ın hedeflediği hususların başında da, insanlar arasında eşitliğin tahakkuk ettirilmesi.. cehaletle savaşılıp bilginin yaygınlaştırılması.. her meselenin İslâmî kimlik etrafında örgülenip, Müslümanın kendi özüyle tersleşmesine meydan verilmemesi.. ülke insanının devletlerarası muvazenede yer ve itibarını korumaya yönlendirilmesi.. fert ve toplum arasında içtimaî adaletin gerçekleştirilmesi.. her kesimiyle bütün bir milletin, hemen her ferdinde sevgi, saygı, diğergâmlık ve maddî-mânevî füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunarak başkaları için yaşayabilmesi duygularının geliştirilmesi.. dünya ve ahiret muvazenesinin korunup kollanması.. iç ve dış siyasetin tanzim edilmesi.. dünyanın yakın takibe alınması.. ve icabında bütün bir cihanla başa çıkabilecek güç kaynaklarının, hatta psikolojik savaş timlerinin hazırlanması veya modernizasyonu… gibi hususları sıralayabiliriz. Bütün bunlar, eskiden beri büyük idarecilerin, insanüstü mütefekkirlerin ve devâsâ filozofların da ısrarla üzerinde durdukları insanlık meseleleridir. İslâm’ın Yüce Peygamberi de, hayat-ı seniyyeleri boyunca, teşrî ve temsil sorumluluğu içinde hep bu hedefi takip etmiş ve insanların hayatlarını, kültür faaliyetlerini, teşebbüs ve çalışmalarını, birbirleriyle olan münasebetlerini bu esaslar üzerine oturtmuş; duygu, düşünce, akıl, mantık, his ve kalbleri arasındaki irtibatı da bu yolla tahakkuk ettirmiştir.

* * *

Şûrânın kendine göre vaad ettiği bir kısım neticeleri ve o neticelere ulaştıran bir kısım da kuralları vardır. Bu cümleden olarak; toplumun fikir ve müdahale seviyesini yükseltmek.. her yeni hâdisede onun görüşlerini alıp ona kendi önemini hatırlatmak, hatırlatıp alternatif düşünce üretmeye sevk etmek.. İslâm’ın geleceği adına, şûrâ prensibini dinamik olarak sürekli gündemde tutmak.. bir ölçüde hemen her hâdise münasebetiyle, “Sevâd-ı Âzam”ın idareye katılmasını sağlamak.. halkın idareyi kontrol edip, gerektiğinde onun idarecileri sorgulaması şuurunu canlı tutmak.. yöneticilerin sorumsuzca davranışlarını engelleyip tasarruflarını sınırlandırmak… gibi hususları zikredebiliriz.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, şûrânın bu hayatî önemindendir ki, Allah, ashab-ı kiramı senâ makamında “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.”[10] buyurur. Ayrıca Efendimiz’e, Uhud’un sonuna doğru ve en ızdıraplı dakikalarında, o acı son ve ızdıraplı dakikalara sebebiyet veren ashabıyla “Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun!”[11] diye bir kere daha meşvereti emreder ki fevkalâde mânidardır!

Şûrâ kuralıyla alâkalı şerefnüzûl olan her iki âyet de, olabildiğince esnek, her devrin ihtiyacını karşılayabilecek mahi­yette ve bütün zamanları aşacak genişliktedir. Öyle ki, dünya ne kadar değişirse değişsin, zaman ne kadar başkalaşırsa başkalaşsın, hatta isterse insanlık gidip fezada kentler kursun bu nasslara yeni bir şeyler ilâve etme lüzumu duyulmayacaktır. Aslında, İslâm’ın diğer kaide ve prensipleri de aynı esneklik ve aynı evrenselliğe açıktırlar.. ve zamana rağmen hep gençliklerini ve geçerliliklerini korumuşlardır ve koruyacaklardır da..

* * *

Şûrâya esas teşkil eden şu hususları hatırlatmakta da yarar görüyoruz:

  1. Şûrâ, hem idare eden hem de idare edilenler için bir haktır ve bu hakkı kullanma mevzuunda da, taraflardan birinin diğerine karşı hakk-ı rüçhâniyeti yoktur. Allah (celle celâluhu): “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.”[12] buyurarak her iki tarafın da müsâvi olan konumlarına işaret buyurur. Bütün Müslümanlara ait işler herkesi alâkadar ettiği için, onlara ait meselelerin görüşülmesinde idare edenin de edilenin de hakları eşit kabul edilmiştir. Ancak bu hak yer, zaman ve şartlara göre farklılaşabileceğinden, şûrânın icra ediliş şekli de farklı olabilir.
  2. Toplumu alâkadar eden meselelerin meşverete sunulması, “Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun!”[13] fermanı gereğince, şûrâya esas teşkil eden hususu rey ashabına arz etmesi bir sorumluluk olduğundan, idareci bu sorumluluğu yerine getirmediğinde mesul olacağı gibi, idare edilenler de, fikirlerinin alınmak istendiği konularda görüşlerini bildirmediklerinde mesul olurlar. Hatta sadece görüşlerini bildirmemekle değil, görüşlerinin alınmasında kararlı olmadıkları zaman da vatandaşlık vazifesini yerine getirmemiş sayılırlar.
  3. Şûrânın, Allah rızası için ve Müslümanlar yararına yapılması, rüşvet, baskı ve tehditlerle istişarî heyetin düşünce çizgisinin saptırılmasına meydan verilmemesi de önemli bir esastır. Allah Resûlü, “Kendisiyle istişare edilen insan bir güven insanıdır; kendisine bir husus danışılan kimse kendi hakkında karar veriyor olma ölçüsünde düşüncesini bildirmelidir.”[14] buyururlar.
  4. Meşverette her zaman icma olmayabilir; herkesin görüşünün tek bir noktada toplanmadığı durumlarda, ekseriyetin düşünce ve kanaatine göre amel edilir. Zira Sahib-i Şeriat’a göre ekseriyet icma hükmündedir. O:

“Allah eli (inâyeti) cemaat iledir.”[15]

“Ümmetim sapıklıkta birleşmez.”[16]

“Allah’tan, ümmetimin sapıklıkta içtima etmemesini istedim, O da bu isteğimi kabul buyurdu.”[17] beyanlarıyla çoğunluğun icma kuvvetinde olduğunu ve “Sevâd-ı Âzam”a uyulması lâzım geldiğini ihtar eder ki, bu mevzuda hayat-ı seniyyelerinden pek çok misal aktarmak mümkündür. Ezcümle, Bedir ve Uhud’un hem bidayetindeki hem de nihayetindeki meşveretler bu çizgide cereyan etmişlerdir.

  1. İster icma kararıyla, ister çoğunluğun görüşüne göre olsun, şûrâ, usûlüne göre cereyan etmişse, artık orada üzerinde anlaşılan görüşe muhalefet etmek caiz değildir ve alternatif düşünceler ileri sürülemez. “Ben farklı ve isabetli bir görüşte bulunmuştum.” veya “Ben muhalefet şerhi koymuştum.” gibi sözlerle alınan karar aleyhinde rey izhar etmek düpedüz bozgunculuk ve günahtır. Allah Resûlü, kendi içtihatlarına rağmen böyle bir çoğunluğun görüşlerine uyarak Uhud’a çıkmış, sonra da evvel ve âhir, hatalı da olsa, ekseriyetin içtihatlarıyla alâkalı hiçbir beyanda bulunmamıştır. Kaldı ki, Kur’ân-ı Kerim, Uhud’a hazırlanırken irtikâp edilen o mukarrabînin zellesinin sorgulanabileceği işaretini de vermişti..
  2. Şûrâ, mevcut problemleri çözmekle meşgul olur; muh­temel hâdiselerle alâkalı tahminî kararlar üzerinde fazla durmaz. Zaten, İslâmî hayat, nassların ışığı altında sürüp gitmektedir. O çerçevenin dışında cereyan eden vak’alar veya mutlaka gerçekleştirilmesi lâzım gelen plan ve projeler ise, o vak’a ve o projelerin hususiyetleri de nazar-ı itibara alınarak, her hâdise, her plan kendi cereyan keyfiyetine göre kendi içinde çözülmelidir.
  3. Şûrâyı teşkil eden heyet ihtiyaç hâsıl olunca bir araya gelir.. ve problemleri çözüp, plan ve projeleri nihaî duruma getirecekleri âna kadar da çalışmasını sürdürür. Onun periyodik olarak icra edileceğine dair herhangi bir nass olmadığı gibi, maaşlı ve ücretli adamlarla yürütüldüğüne dair de herhangi bir işaret mevcut değildir. Teşrî döneminden sonraki tatbikat ise bizi bağlamaz. Zaten, şûrânın maaşlı memurlarla yürütülmesi beraberinde bir kısım problemleri de getirir...

* * *

Şûrâ söz konusu olunca kimlerle meşveret edileceği hususu üzerinde de durmak icap eder. Bütün bir ülke insanını bir araya getirip hepsiyle birden istişare etmek mümkün olmadığına göre, onun sınırlı bir kadro ile gerçekleştirilmesi zarureti doğar. Ayrıca, istişareye arz edilen konular, büyük öl­çüde ilim, mümârese, ihtisas ve tecrübe istediğinden, şûrânın da bu hususlarla temayüz etmiş şahıslardan teşkil edilmesi icap eder ki, bu da ancak, ulemânın “ehlü’l-hall ve’l-akd” dedikleri her meseleyi çözebilecek bir başyüceler heyeti olabilir. Hususiyle hayatın bütün bütün giriftleştiği, dünyanın globalleştiği ve her problemin bir dünya problemi hâline geldiği günümüzde, İslâmî mânâ, İslâmî ruh ve İslâmî ilimlerin yanında, Müslümanlar için çok defa maslahat sayılan diğer ilim, fen ve teknikle alâkalı konuları bilen kimselerin de bu başyüceler içinde bulunması şarttır. Bu ikinci şıktaki hususlar, dine uygunluğu, dinî otoritelerce kontrol edilmesi kaydıyla, her zaman değişik sahalardaki ihtisas erbabıyla yapılabilir. Aslında şûrâ, “ehlü’l-hall ve’l-akd”e bırakıldığı gibi, onun değişik zaman ve değişik keyfiyetlere göre icra şekli de yine onlara havale edilmiştir. Dönüp tarihe baktığımız zaman, değişik devirler ve ayrı ayrı ahvâl itibarıyla onun tatbikatındaki farklılıkları görmek mümkündür. Evet, tarih boyunca o, yer yer dar dairede, zaman zaman da genişletilmiş olarak; bazen sırf siviller arasında, bazen de askeriye ve ilmiyeye de kapılarını açarak bir hayli farklılıklara sahne olmuştur. Ama bu onun değiştirilmeye maruz bir kural olmasından değil, her devirde uygulanabilirliğindeki esnekliğinden ve evrenselliğindendir.

Değişik şart ve değişik devirlere göre şûrânın icra şekli ve heyet mozaiği değişse de, onu teşkil eden başyücelerin, ilim, adalet, görüş ve tecrübe sahibi, hikmet ve firaset erbabı olmaları vasfı değişmez. Adalet; farzları yerine getirip haramlardan sakınmak ve insanî değerlere ters işler yapmamak demektir. İlim; dinî, idarî, siyasî ve fennî uzmanlık demektir. Her ferdin değişik ilim dallarında ihtisas erbabı olması gerekmese de, heyet ve şahs-ı mânevînin, yukarıda zikredilen mevzulara açık olması yeter. Bazen görgü ve tecrübenin esas olduğu hususlarda, ilmiyeden olmasa bile, tecrübe sahiplerinin görüş ve düşünceleri de alınabilir. Hikmet; ilim, hilim, mânâ-i nübüvvet anlamlarına geldiği gibi, eşyanın perde arkasına ıttılâ, halka kapalı olan şeyleri firaset nuruyla görüp sezme; ferdî ve içtimaî problemleri çözebilme istidat, kabiliyet ve fetaneti mânâlarına da hamledilmiştir ki, her zaman erbabı az, değeri yüksek bir vasıf olarak görülmüş ve kabul edilmiştir.

* * *

Efendimiz’in, bütün hayat-ı seniyyelerinde şûrâya verdiği önem ve değişik yaş ve baştaki insanların görüş ve düşüncelerine saygı da üzerinde durulması icap eden başlı başına bir mevzudur.

Evet, O, hemen her zaman başkalarının düşüncelerine başvurur.. herkesin fikrini alır ve şûrâ yoluyla alternatif plan ve projeleri daha sağlam bir zemine oturtma yollarını araştırırdı. Bazen rey ve görüş sahiplerine birer birer düşüncelerini açarak, bazen de ashab-ı reyi bir araya getirerek kararların kolektif şuura dayandırılmasına fevkalâde önem verirdi.

Şimdi, isterseniz bu hususu tenvir için birkaç örnek arz edelim; sonra da konuyu noktalayalım:

  1. İfk Hâdisesi (münafıkların Âişe Validemiz’e iftira vak’ası) münasebetiyle Hz. Ali, Hz. Ömer, Zeynep binti Cahş ve Berîre gibi pek çok sahabi (rıdvânullâhi aleyhim) efendilerimizle istişare etmişti. Hz. Ali, Efendimiz’in, içinde bulunduğu sıkıntıdan sıyrılması istikametinde izhar-ı reyde bulunmuş; Hz. Ömer, Zeynep ve Berîre gibi pek çok mübarek zevât ise Âişe Validemiz’in muallâ ve müzekkâ olduğu üzerinde durmuşlardı. Hatta senet açısından tenkit edilse de, bu istişare münasebetiyle, Efendimiz ve Hz. Ömer arasında şöyle latîf bir muhaverenin cereyan ettiği de kaydedilir:

Allah Resûlü, Hz. Ömer’e, Âişe Validemiz hakkındaki düşüncesini sorar. Hz. Ömer: “Yâ Resûlallah Âişe kat’iyen pâk ve temizdir!” der.

Efendimiz; Âişe Validemiz’in pâk ve temiz olduğuna nasıl hükmettiğini sorunca da, Hz. Ömer şöyle buyurur: “Bir gün bize namaz kıldırıyordunuz. Tam namaz esnasında, ayağınızdaki nalınları çıkarıverdiniz. Namazdan sonra keyfiyet sorulunca, ayakkabınıza bir pislik bulaşmış olduğunu ve Cebrail’in gelip bunu haber verdiğini; bunun üzerine de ayakkabınızı çıkardığınızı ifade etmiştiniz.. şimdi eğer, pâkize zevcenize böyle bir şey bulaşmış olsaydı Allah onu hiç haber vermez miydi..?”[18] Bu vak’anın aslı hadis kriterlerine takılsa da, faslı üzerinde bir şey söylenemez.

  1. Bedir’e çıkılacağı zaman Allah Resûlü, hem muhacirîn hem de ensarla istişare etmişti. Muhacirler adına Mikdat (radıyallâhu anh),[19] ensar adına da Sa’d b. Muaz (radıyallâhu anh),[20] birbirine yakın ve Allah Resûlü’nün görüş ve düşüncelerini destekler mahiyette iman, teslimiyet ve heyecanla köpüren konuşmalar yapmış ve başında bulundukları toplumları, orada alınan kararlara ve o kararları yerine getirmeye imâle etmişlerdi. Görüldüğü gibi burada da yine Allah Resûlü, bir kısım hayatî kararları umuma mâl ediyor ve mâşerî vicdanı yanına alarak hedefine öyle yürüyordu.
  2. Ve yine Bedir’de İslâm ordusunun nerede konaklayacağı, hangi vadilerde düşmanla karşılaşacağı hususlarını Hubab b. Münzir gibi sahabilerle görüşüyor ve onların görüşleri istikametinde karar veriyordu ki, o kararlar çerçevesinde hareket eden İslâm ordusu, kendilerinden üç-dört kat fazla düşman birliklerini bir hamlede ezip geçiyor ve zafer neşideleriyle Medine’ye dönüyordu.[21]
  3. Ahzâb vak’asında, ashab-ı kiramla istişareleri esnasında, Selman-ı Farisî’nin düşüncelerine temayül göstermeleri ve düşmanın Medine’ye sızması muhtemel noktalarda hendekler kazdırması O’nun meşverete verdiği önemi aksettiren ayrı bir tablo..[22]
  4. O, Hudeybiye musâlahası esnasında da istişareye fevkalâde önem vermiş; herkesin görüş ve düşüncelerini aldıktan sonra Ümmü Seleme Validemiz’le de meşverette bulunmayı ihmal etmemiş; sonra da zatî temayülleri istikametinde ortaya konan görüşlere göre bir yol ve strateji belirlemiş ve muhakkak bir hezimeti zafere çevirerek Medine’ye öyle dönmüştü.[23]

O’nun hayat-ı seniyyeleri yakından takip edildiğinde, vahyin sınırları dışında kalan her mesele ve her problemin şûrâdan geçirildiği ve mâşerî vicdana arz edildikten sonra icraya konduğu görülür ki, daha sonraları, değişik İslâm devletlerinde müşâhede ettiğimiz meşveret meclisleri bu ilk şûrâ ve şûrâ heyetinin basit bir kopyasından başka bir şey değildir.

 

[1]       Şûrâ sûresi, 42/38.

[2]      et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/365.

[3]      Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

[4]      Şûrâ sûresi, 42/38.

[5]      Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

[6]      el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/76.

[7]       et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/365.

[8]      et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/365.

[9]      Tirmizî, zühd 39, edeb 57; Ebû Dâvûd, edeb 114; İbn Mâce, edeb 37.

[10]    Şûrâ sûresi, 42/38.

[11]     Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

[12]     Şûrâ sûresi, 42/38.

[13]     Âl-i İmrân sûresi, 3/159.

[14]     et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 2/349.

[15]     Tirmizî, fiten 7; İbn Hibbân, es-Sahîh 10/438.

[16]     İbn Mâce, fiten 8; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.367.

[17]     Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/396; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 2/280.

[18]    el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 2/624-625; el-Bursevî, Rûhu’l-beyân 6/89.

[19]     İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/14; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 9/185.

[20]    İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/353; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/14, 24.

[21]     İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/167-168; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 1/533.

[22]    İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/172-182; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 2/66.

[23]    Buhârî, şurût 15; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/330.

Author: M. Fethullah GÜLEN - min read. - Post Date: 05/17/2023