HER ŞEYE RAĞMEN BİZDEKİ RAMAZANLAR





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/21/2023
Clap

Ramazan gelirken yolu gözlenen nazlı bir misafir gibi gelir; giderken de –bayramlar muvakkaten sinelerimizi serinletebilir– içimize bir gurub burukluğu salar öyle gider.

Bir başkadır bizim dünyamızda[1] ramazan ve oruç. O, gelirken yolu gözlenen nazlı bir misafir[2] gibi gelir; giderken de -bayramlar muvakkaten sînelerimizi serinletebilir- içimize bir gurub burukluğu salar öyle gider.[3] Ramazan, bizim dünyamızda o kadar sıcak, o kadar candan ve o kadar bizimle uyuşmuştur ki, onu her misafir edişimizde, bin seneden beri gele-gide, millî töre, millî kültür ve millî karakterimizle kaynaşmış, bütünleşmiş, bizimle içli-dışlı olmuş bir kardeşle, bir arkadaşla karşılaşıyor gibi oluruz.

Millet olarak hemen her ramazanda, kendimize ait bir derinliği yeniden keşfediyor olmanın sevinç ve inşirahıyla âdeta bir milat yaşar; hayata baştan başlar ve ramazanı, özündeki ruh ve mânâ itibarıyla tam kavrayabilmişsek gençleşir, dinçleşir ve Hakk'a kulluğa[4] bir kere daha "vira bismillâh" deriz.

Ramazanda bizim dünyamız, onu sahiplenen talihli insanların çehrelerinden mâbetlerin nûrefşân harîmlerine, minarelerdeki pırıl pırıl mahyalardan bizi gökler ve gökler ötesi ziyâ kaynaklarına bağlayan gönüllerimizdeki aydınlığa kadar her şeyiyle âdeta bir renk ve ışık ülkesidir. Hele mübarek gün ve gecelerde bu ziyâ ve renk diyarı, öyle büyülü bir hâl alır ve ülfetle bütün bütün kör olmamış gözlere öyle şehrâyinler öyle şehrâyinler gösterir! Bu dünyada, günün hemen her saatinde, farklı bir mânâ ile ışıldayan yuvalarımızdan, inanan sakinleri sayesinde daha çok cami revaklarını andıran çarşı-pazarlarımıza, her biri birer mâbet koridoru gibi sırlı ve derin sokaklarımızdan tesbih ve tehlillerle inleyen ibadethanelerimize, mâbetlerdeki his ve heyecan tufanından mü'minlerin o sarmaş-dolaş hâllerine kadar hemen her şeyde, insan âdeta ötelerin güzelliklerini[5] temâşâ ediyor ve firdevsî mûsıkîler dinliyor gibi olur.

Dinin gönüllerde kendini tam hissettirmesi[6]; hayatın[7] iman, mârifet, muhabbet[8] ve rûhanî zevklere bağlı sürdürülmesi bu mûsıkînin temel unsurlarıdır.[9] Hayatlarını bu unsurlarla mânâlandırabilenler, kendilerini öyle bir zevk u şevk zemzemesi içinde bulurlar ki, dahasını tasavvur etmek mümkün değildir. İsterseniz siz buna, yürekten Hakk'a yönelen kimselere, O'nun tarafından bahşedilmiş avans[10] ya da inanmanın özündeki Cennet çekirdeğinin bir tür duyulup hissedilmesi de diyebilirsiniz.. asıl elemsiz lezzet[11] ve mütemadî[12] hazza gelince, onların yeri burası değildir; onlar kalb selâmetiyle[13] son durağa ulaşmış ruhlara, Allah'ın sürprizleri olarak sunulacaktır.

Ramazanda ve hele bizim ülkemizdeki ramazanlarda, inanmış sînelerden kopup gelen, mâbetlerde yankılanıp sokak, çarşı-pazar her tarafa ulaşan tekbirler, tehliller, temcitler, gönülleri öylesine rikkate getirir, öylesine yumuşatır ve onları öylesine bütünleştirir ki; kaderin bu talihli bendeleri sayesinde herkes, âdeta ülkenin bir baştan bir başa pek çok köşesi, maksûresi, mahfili bulunan büyük bir mâbede dönüştüğünü, genç-ihtiyar, kadın-erkek, köylü-kentli bütün insanımızın da bu geniş caminin cemaati hâline geldiğini sanır. Öyle ki o, bu engin mülâhazalarla sıçrayıp bir adım daha atıverse, bütün yeryüzünü bir mescit, Kâbe'yi bir mihrap, Ravza'yı bir minber ve umum ehl-i kıbleyi de bu geniş mâbedin cemaati gibi tasavvur ederek, Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın arkasında namaz kılıyor olmanın zevkini duyabilir.

İşte her şeyin bu ölçüde zaman ve mekânüstü bir derinliğe ulaştığı ve her anın ayrı bir "eşref saat" seviyesine yükseldiği ramazan ve ondaki bütün dakikalar[14]; hususiyle Rabb'e yürüme ve yükselme rıhtımları, rampaları sayılan sahur, iftar ve teravih vakitlerinde[15] her hareket ve davranış öyle büyülü bir hâl alır ki; âdeta gökler ve gökler ötesi âlemlerin ışıkları, sesleri başımıza dökülüyor gibi olur ve bize kendi tesbih, tehlil ve hamd ü senâlarımız içinde, annelerimizin yüreklerinden kopup gelen ninniler kadar içli ve sıcak, meleklerin tazim ve tebcilleri kadar da derin ve mehîp mülâhazalardan ne büyülü mazmunlar fısıldar..!

Dünyada bizim ramazanlarımız kadar -şimdilerde biraz hüzünlü, biraz buğulu olsa da- füsunlu, derin ve geceleri ayrı bir şölen, gündüzleri de ayrı bir şölen olanını hiç görmedim ve göreceğime de ihtimal vermiyorum.[16] Bizim ramazanlarımız -semavî özü mahfuz- örf ve âdetlerimizden aldığı farklı renk, farklı desen[17] ve farklı ışıklarıyla, yirmi dört saatimize kendi boyasını çalar,[18] bize kendi şivesini meşkettirir ve saygıyla harîmine girenlere günün her saatinde[19] ayrı bir gök davetiyesi sunar.. ve hele tamamen ramazanlaşanlar için o, öyle büyülü bir edaya bürünür ve öylesine uhrevîleşir ki, onun bu sihriyle büyülenmiş kıvamında bazı ruhlar, kendilerini "yemez-içmez, göz açıp kapayıncaya kadar olsun Yaradan'a muhalefet etmez" çerçevesiyle ifade edeceğimiz semâvîler arasında sanırlar. Gerçekten de onların üzerlerinden zaman geçer mi-geçmez mi o ayrı bir konu; ama bu talihlilerin kendilerinden geçip hayret yaşadıkları açıktır...

Her zaman ve herkes için olmasa da, bizim dünyamızdaki bu derin ramazanlarda, köylerin-kentlerin sınırları bütünüyle silinir gider, topyekün ülke büyük bir mâbedin veya geniş müştemilatlı kompleksin muhtelif hicirleri, maksûreleri, mahfilleri ve sofalarıymışçasına bir bütünlük arz eder; arz eder de kendimizi ülke çapındaki büyük bir cemaatin safları arasında sanır; onların soluklarını duyar gibi olur.. onlarla aynı şeyleri mırıldanır.. aynı havaya dem tutar.. aynı his tufanını yaşar.. ve hayallerimizin vüs'ati ölçüsünde bazen ta "Mele-i A'lâ"da göklerin sırlarına açık ruhlarla saf birliğine erer; hem öyle bir erer ki, bir hamle daha yapıp sıçradığımızda, ebedî hayatın "hay-hûy"unu duyacakmış gibi oluruz.[20]

Ramazanı, tam ramazanlaşıp kendi derinliğiyle duyabildiğimiz ölçüde, bütün benliğimizi bir yumuşaklık, bir sıcaklık sarar..[21] her yanımızda tatlı tatlı duygu meltemleri esmeye başlar.. ve o, aşina olduğumuz bir nefes gibi bize aşk u vuslattan neler neler söyler!

Bizim ramazanlarımızda, hiçbir zaman tamamen dinmeyen bir uhrevîlik heyecanı çağlar; gecelerin esâtîrî güzelliklerinden, seherlerin sihirli dakikalarına;[22] gündüzlerin ramazanlaşmış çehrelerinden gurubların rü'yet yamaçlarını hatırlatan renklerine kadar her an ayrı bir duygu tufanı köpürür durur: Seherler, o kendilerine mahsus büyülü ve mahrem edalarıyla bizlere, arzu ve ihtiyaçlarımızın yerine getirileceği koyları gösterir.. ve oralara ulaşma yollarını fısıldar. Gündüzler, hemen her zaman canlı, fakat yumuşaklardan yumuşak, bir hayli sesli, ama sımsıcak bir esintiyle gelir, bizi kucaklar, en az günde beş defa namaz ve niyazdan fışkıran bir lezzetle kendilerini hissettirir, sonra da gurubun tüllenen renkleri arasında henüz bitmemiş bir faslı, daha sonra gelip tamamlama vadiyle son gülücüklerini başımıza boşaltır öyle giderler. Akşamlar, her zaman bir şölen ihtişamıyla ufukta belirir, hem beden hem de ruhlarımıza ait iç içe işlerle alâkalı bir sürü telaşla kendilerini duyurur, her yanımızı iftar ve teravih heyecanıyla sarar, bize gizli bir âlemin kapısının önünde bulunduğumuzu ihsas eder, gönüllerimize aşk kıvılcımlarının yanında vuslat heyecanları da üfler[23] ve ruhlarımıza mü'mince yaşamanın bütün zevklerini duyururlar. Geceler, bir sessizlik büyüsüyle ufkumuzu tutar, bize Yâr'la halvet olma duygusunu fısıldar, aşkın yaşama yollarını gösterir ve duyabilenler için Cennet nağmelerinden besteler sunarlar. Bizler her zaman, gecelerin ne dediklerini anlamasak da, onlar hep bir şeyler söylemeye devam ederler. Bu sözler, bazen halka halka birbirine eklenerek öyle edalara ulaşır ki, bütün bütün kör ve sağır olmayanlar, bu harfsiz ve kelimesiz hutbeler karşısında dillerini tutar, hayret murâkabesine dalarlar.[24]

Bizim hislerimiz, bizim düşüncelerimiz ramazana bağlı olarak değişip derinleştiği gibi, ramazan da, bizim hülyalarımız ve bizim tasavvurlarımızla farklı mânâlara, farklı muhtevalara ulaşır ve hislerimizin, fikirlerimizin derinliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) o kadar beliğ şeyler söyler ki, onun îrad ettiği o muttasıl hitabeleri, hiçbir hatip, hiçbir edip, hiçbir mütefekkir ve hiçbir filozofun eserinde görmek mümkün değildir. Ne var ki, onun bu derin ve muhtevalı sözlerindeki inceliği kavramak için de İslâm'ın dilini anlamaya ihtiyaç vardır.[25] Bu dili tam anlayabildiğimiz[26] takdirde ramazan, gecesiyle-gündüzüyle, orucuyla-teravihiyle o kadar gönüllerimize nüfuz eder ve benliğimize işler ki, ruhumuz ondaki derûnî sesleri-solukları, minarelerden yükselen ezan ve temcitler gibi duymaya başlar; başlar da artık his, şuur ve hülyalarımızdan örülmüş böyle bir dünyadan ayrılmayı asla düşünmeyiz.

Şimdilerde, doğrudan doğruya böyle bir ramazanın aydınlık ikliminden mahrum bulunsam da, pırıl pırıl ışıklarıyla âdeta gökyüzünü andıran cami çevrelerini, ramazana hoş-âmedî etme mânâsında, minarelerde mahyalaşan mü'min duygularını, mâbetleri tıklım tıklım dolduran mü'minlerin nûrefşân simalarını, samimane gürleyen sînelerini, heyecanla atan nabızlarını tahayyül edebiliyorum. Ramazanlaşan insanların güvenle tüllenen çehrelerini, kimseden esirgemedikleri o sımsıcak bakışlarını, çevrelerine yağdırıp geçtikleri tebessümlerini, herkese açık ve sıcak tuttukları gönüllerini, iyilik hislerini, mü'mince tavırlarını hayalimde canlandırıp onların duygularını paylaşabiliyorum.. bin seneden beri devam edegelen inanç, anlayış, duygu, düşünce ve telâkkilerimizden süzülüp; örf, âdet ve törelerimizin potasında yoğrula yoğrula bugünkü kıvamına ulaşmış kültür zenginliklerimizin temsil edildiğini görür gibi oluyor ve kendimi rahatlıkla bir sahur misafiri, bir iftar davetlisi gibi düşünebiliyorum.. derin bir ibadet neşvesi içinde camiye giden dırahşan çehreleri, şadırvanların başında uhrevîliğe hazırlanan o heyecanlı ruhların "hay-hûy"larını ve kullukla iki büklüm olmuş bu tertemiz insanların niyetlerini sezebiliyorum.. evet, Türkiye'de ramazanlaşan herkesi ve her şeyi, kendine has şivesi, kendine has üslubuyla tasavvur edebiliyor ve tamamen uhrevîleşen o atmosferi bütün zenginlikleriyle duyabiliyorum..

İsteyen ramazanda dahi kinle-nefretle oturup kalksın, isteyen iman ve İslâm gerçeği karşısında bulantılar yaşasın, isteyen ışığa lânetler yağdırsın, isteyen sevgiye, diyaloğa, hoşgörüye savaş ilan etsin, ramazan bütün ışığı ve bütün büyüsüyle bize kendi sesinden, millî törelerimizi, mânevî zenginliklerimizi duyurmakta; duyurup aç gönüllerimizi en bereketli semavî sofralarla doyurmakta, en karanlık ruhlara karşı dahi hep açık durmakta ve gölgesiyle kinlerimizi, nefretlerimizi eriterek ruhlarımızı uhrevî esintilerle serinletmeye devam etmektedir. Şu anda bir baştan bir başa bütün ülkede sadece o, kalıcı bir şeyler konuşuyor ve herkes onu dinlemeye koşuyor. Mâbetler onu terennüm eden bülbül sesleri ve bu seslerin meftunu heyecanlı gönüllerle dolup taşıyor.[27] Kubbelere çarpıp akisler yapan ve minarelerden taşıp da gök kubbeye ulaşan bin senelik sesimiz-soluğumuz bir kere daha arzdan semaya yeni bir sağanak töresi peşinde. Biz, ramazanı bütün benliğimizle duymaya çalışıyoruz; o da bize, en içli, en duygulu, en derin anlarıyla kâse kâse sevgi, alâka ve heyecan ikram ediyor.. gönül açlığımıza salkım salkım ümit ve emeller sunarak bütün mağmum yüzleri güldürüyor.

Bu itibarla da, ramazanın bizi terk etmesini hiç istemiyoruz; biz istemiyoruz ama, bir bir gelen her şeyin sırası gelince bir bir gittiği gibi, o da aramıza sevindiren bir konuk olarak gelip bir müddet kaldıktan sonra, bir misafir gibi de ayrılıp gidiyor.. ve ardından da bu muhteşem ayın bütün vâridâtına vâris-i has olarak bayram geliyor...

 

[1] Başlıktaki "Herşeye rağmen" vurgusu üzerine

Günümüzün insanı fevkalâde bıkkın, tedirgin, yarınlarından endişeli ve her an beklenmedik bir kısım sürprizlerle karşılaşılacağı paniği içinde iki büklüm. Şüphesiz bunda, bazı karamsarlık tellallarıyla, bazı medya kuruluşlarının, birer uğursuzluk ve ümitsizlik enstrümanı gibi Allah’ın günü kapkaranlık fikirler –onlara da fikir denecekse– döktürmelerinin tesiri çok büyük.. belki de, bu kapkaranlık tablonun gerçek müsebbibi de işte bunlar; zira bunlar, ne zaman ağızlarını açsalar hep öfke, kin, nefret ve gayz mırıldanmakta; mırıldanırken de sanki şuuraltı mahzenleri patlamış da, içlerinde olan her şey şuraya-buraya boşalırcasına, milletin ruhuna her gün ayrı bir şeâmet pompalanmakta; hem de hiç tavır değiştirmeden, yanlış-doğru tefrik etmeden, yapılan bu şeylerin millete neye mal olduğu hesaba katılmadan, kararlı bir nefret ve ihtiras mantığıyla her gün sürekli aynı şeyler tekrar edilmekte. Dahası, toplumun bazı kesimleri diğerlerine karşı potansiyel suçluymuş gibi gösterilerek bunlar arasında ısrarla kavga ortamı hazırlanmakta; hattâ her şeyi bütün bütün çıkmazlara sürükleyip devleti çaresizlik içinde göstererek bir kısım antidemokratik oluşumlara kapı aralanmakta ve davetiyeler çıkarılmakta... (Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, Ocak-1998)

***

Evet, bir kısım gâfil gönüller uyuklamaya devam etse de; lâubâli ruhlar serâzad yaşamalarını sürdürse de; ölü vicdanlar ülfete, ünsiyete yenik düşse de ramazan, o ışıktan, renkten, sesten şîvesiyle en paslı kilitleri bile çözerek, ezanları, salâları, sahurları, iftarları ve teravihleriyle sessiz sessiz içlerimize akacak ve en katı gönüllere dahi mutlaka bir şeyler söyleyecektir.. söyleyecektir; zira ramazan onu söylettirecek güçte ve nurâniyette, insan da bunları seslendirecek fıtrat ve istidâttadır. (Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, Ocak-1998)

 

[2] Sevindiren bir konuk.

***

Hemen her zaman, ramazanın nazlı günleri bir ışık yumağı gibi gelip her yanımızı sarar ve tedayi ettirdiği hülyâları, emelleri, sevinçleri, neşeleri, ziyafetleri ve renk renk öteler buudlu televvünleriyle bize cennetlerden demet demet numûneler sunar.

Ramazan, fecr-i kazibi, fecr-i sâdıkı ve tulûuyla tıpkı bir gün gibi doğar üzerimize.. daha ufukta emareleri belirir-belirmez, onun için ne tatlı ne sıcak ne heyecanlı bir hazırlık dönemi yaşarız. (Bir Kere Daha Ramazanlaşırken, Mart-1993)

***

Aslında böyle bir uhrevîleşme, üç ayların ufukta belirmesiyle başlar ve ramazana kadar da her gün-her gece, ona hazırlayıcı bir şîve ile tulû eder ve mevsimi gelince de insanlara nur ve huzur aşılayıcı bir edâya ulaşır. İşte ramazan, böyle üç aylık bir Hızır’la yolculuğun en son halkasını, Allah’a yakın olmanın en net ufkunu ve öteleri vicdanî bir temâşâ ile temâşâ etmenin de en açık tarassut noktasını teşkil eder. (Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, Ocak-1998)

***

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلَا يُؤْذِ جَارَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَصْمُتْ

Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:; "kim allah'a ve ahirete inanıyorsa komşusuna eziyet etmesin. Kim Allah'a ve ahirete inanıyorsa misafirine ikram etsin. Kim Allah'a ve ahirete inanıyorsa ya hayır söylesin veya sükût etsin." (Buhari, Edeb 31, 85, Nikah 80, Rikak 23; Müslim, İman 74; Ebu Davud, Edeb 132)

***

Nafilelerin farza hazırlık olması gibi, Receb, Şa’ban da bir nevi Ramazan’a hazırlıktır.

***

كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا دَخَلَ رَجَبٌ قَالَ اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي رَجَبٍ وَشَعْبَانَ وَبَارِكْ لَنَا فِي رَمَضَانَ

Müsned, 1/259

***

كان النبي (صل الله عليه وسلم) إذا دخل رجب قال اللهم بارك لنا في رجب وشعبان وبلغنا رمضان

Beyhaki, Şuabu'l iman, 3/375

 

[3]

عن سعيد بن المسيب عن قال خطبنا رسول الله ص في آخر يوم من شعبان فقال أيها الناس قد أظلكم شهر عظيم شهر مبارك فيه ليلة خير من الف شهر جعل الله صيامه فريضة وقيام ليله تطوعا من تقرب فيه بخصلة من الخير كان كمن أدى فريضة فيما سواه ومن أدى فريضة فيه كان كمن أدى فريضة فيما سواه وهو شهر الصبر والصبر ثوابه الجنة وشهر المواساة وشهر يزاد فيه رزق المؤمن من فطر فيه صائما كان له مغرفة لذنوبه وعتق رقبته من النار وكان له مثل اجره ان ينتقص من أجره شيء قلنا يا رسول الله كلنا يجد ما يفطر الصائم فقال رسول الله ص يعطي الله هذا الثواب من فطر صائما على مذقة لبن او تمرة او شربة من ماء ومن اشبع صائما سقاه الله من حوضي شربة لا يظمأ حتى يدخل الجنة وهو شهر اوله رحمة وأوسطه مغفرة وآخره عتق من النار زاد همام في روايته فاستكثروا فيه من اربع خصال خصلتان ترضون بها ربكم وخصلتان لا غنى لكم عنهما فأما الخصلتان اللتان ترضون بهما ربكم فشهادة أن لا اله الا الله وتستغفرونه وأما اللتان لا غنى لكم عنهما فتسألون الله الجنة وتعوذون به من النار

Beyhakî, Şuabu'l iman, 3/306

***

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ ذُكِرْتُ عِنْدَهُ فَلَمْ يُصَلِّ عَلَيَّ وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ دَخَلَ عَلَيْهِ رَمَضَانُ ثُمَّ انْسَلَخَ قَبْلَ أَنْ يُغْفَرَ لَهُ وَرَغِمَ أَنْفُ رَجُلٍ أَدْرَكَ عِنْدَهُ أَبَوَاهُ الْكِبَرَ فَلَمْ يُدْخِلاَهُ الْجَنَّةَ

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: " Ben yanında zikredildiğim zaman bana salât okumayan kimsenin burnu sürtülsün, Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sayesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün.” (Tirmizî, Daavat, 100; İbni Hibban, Sahih, 3/189; Müsned, 2/254)

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَنْ قَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ

"Kim ramazan gecesini, sevabına inanarak ve bunu elde etmek niyetiyle namazla ihya ederse geçmiş günahları affedilir." (Buhârî, İman, 27; Müslim, Salatu’l-müsâfirîn, 173,174)

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَنْ صَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ

"Kim ramazanı, sevabına inanarak ve bunu elde etmek niyetiyle oruçla ihya ederse geçmiş günahları affedilir." (Buhârî, İman, 28; Müslim, Salatu’l-müsâfirîn, 175)

[4] Taat ve Günahlar kaçınma şeklinde

اللهم الأهواء المردية والسنن الجائرة أن يكونا مساورين لنا غالبين علينا أرنا الحق حقا نتبعه والباطل باطلا نجتنبه

Ebu ishak el-Cûzecânî (v.259), Ahvâlu'r-rical, 1/214

[5]

حَدَّثَنِي يَحْيَى بْنُ بُكَيْرٍ قَالَ حَدَّثَنِي اللَّيْثُ عَنْ عُقَيْلٍ عَنْ ابْنِ شِهَابٍ قَالَ أَخْبَرَنِي ابْنُ أَبِي أَنَسٍ مَوْلَى التَّيْمِيِّينَ أَنَّ أَبَاهُ حَدَّثَهُ أَنَّهُ سَمِعَ أَبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا دَخَلَ شَهْرُ رَمَضَانَ فُتِّحَتْ أَبْوَابُ السَّمَاءِ وَغُلِّقَتْ أَبْوَابُ جَهَنَّمَ وَسُلْسِلَتْ الشَّيَاطِينُ

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur." (Buhari, Savm 5, Bed'ü'l-Halk 11, Müslim, Sıyâm 2; Nesâi, Sıyâm 5)

[6] İslam’ın Büyüsü.

[7] Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.(20. Mektub, Mukaddime)

***

Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın mârifet ufkuna ulaştırılması, mârifetin “yakîn”in değişik mertebeleri sürecine bağlanması, Hakikat-ı Ahmediye vesayetinde kalb ve ruhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşâ ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikr ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatını ortaya koymaktır. Bu türlü mevhibelere mazhariyet umûmiyet itibarıyla Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın risâlet ve siyâdetine baktığından, dahası, bu siyâdet ve risâletin şâhitleri ve bürhanları olduklarından, zılliyet plânındaki memerri olmaktan daha çok, asliyyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hazreti Sahib-i Kur’ân’ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, muvakkat mümessillerin mahviyet ve tevâzularına, ayrıca “nefs-i emmâre”den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, sohbet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmârelerinden bütün bütün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve heveslerinin yerine Hak rızâsını tam ikame edememiş iseler, değişik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendilerinden bilme gafletine düşerek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü incizâblara memer iseler –bilhassa mazhar demiyorum– şatahat vâdîlerine yuvarlanarak; aslında bu kabîl başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu olduğu hâlde onlar üst üste hasaretler yaşayabilirler. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2/252)

[8] Aşk, şevk, iştiyak, dehşet, hayret, kalak, heyman, cezb, incizab, vecd, teveccüd, zevk, ataş, istiğrak.

[9] Ramazanı idrak eden mü’min gönüller, her zaman semanın derinliklerinde perde perde yükselen o melekûtî seslere cevap veriyor gibi kendilerini bir aşk ve heyecan içinde bulur; iman, marifet ve muhabbetleri ölçüsünde ruhanî zevkler adına ne mûsıkîler ne mûsıkîler dinlerler. Ramazan mûsıkîsinin en tabiî unsurları sayılan mü’min gönüllerin, kendilerini ifade esnasında o içten sesleri ve her lâhza değişik bir tedâi ile bütün benliklerini saran ledünnî zevkleri bilhassa gece saatlerinde öyle edâlara ulaşır ki, konsantrasyonunu tamamlama bahtiyarlığına ermiş her ruh, kendi kendine: “Yoksa cennet, ramazanın arka yüzü mü?” diye mırıldanır ve onu âdeta Hakk’a vuslatın bir koyu gibi duyar. Hele sahurlar, sahurlardaki salâ ve temcidler bu umumî havaya kendi boyalarını çalıp gönüllerimize uhrevîlikler yudumlattırdıkları o derin dakikalarda –bu derinliği herkes sezemeyebilir– bizlere ne sürpriz şeyler, ne sürpriz şeyler anlatırlar. (Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, Ocak-1998)

[10] MÜHİM BİR SUAL: Fahrü'l-Âlemîn ve Habib-i Rabbü'l-Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidâyetinde mağlûbiyetinin hikmeti nedir?

Elcevap: Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlâhiye, hasenât-ı istikbaliyelerinin bir mükâfât-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar-tâ, o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

 

[11]

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤاً وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ *وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ * الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ

(Onların mükâfatları) Adn cennetleridir. Oraya girerler, orada altın bilezikler, incilerle süslenirler, elbiseleri de ipektendir.* Şöyle derler: Hamdolsun bizden her türlü endişeyi gideren Allah’a. Gerçekten Rabbimiz gafurdur, şekûrdur (çok affedicidir, kullarının amellerini ve şükürlerini kabul edip mükâfatlarını fazlasıyla verir).* Çünkü O, lütfu ile bizi devamlı kalınacak olan yerde yerleştirdi. Burada artık bize ne yorgunluk olacak, ne de usanç gelecek. (Fatır sûresi, 35/33-35)

***

إِن الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ * ادْخُلُوهَا بِسَلاَمٍ آمِنِينَ * وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ إِخْوَاناً عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ * لاَ يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُم مِّنْهَا بِمُخْرَجِينَ

Şeytana uymaktan korunan müttakiler ise cennetlerde ve pınar başlarındadırlar.* “Esenlikle, emin olarak girin oraya” (denir onlara)* Onların kalplerindeki kini söküp çıkarmışızdır. Dost ve kardeş olarak, divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar.* Orada kendilerine hiç bir zahmet ve meşakkat dokunmaz, oradan hiç çıkarılmazlar. (Hicr sûresi, 15/45-48)

***

وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواالصَّالِحَاتِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْساً إِلاَّ وُسْعَهَا أُوْلَـئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ * وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ وَقَالُواْ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّهُ لَقَدْ جَاءتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُواْ أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise -ki hiç kimseye Biz gücünün yetmeyeceği yük yüklemeyiz- cennetlik olup, orada ebedî kalacaklardır.* Öyle bir halde ki içlerinde kin kabilinden ne varsa hepsini söküp çıkarırız, önlerinden ırmaklar akar. “Hamdolsun bizi bu cennete eriştiren Allah’a! Eğer Allah bizi muvaffak kılmasaydı, biz kendiliğimizden yol bulamazdık. Rabbimizin elçilerinin gerçeği bildirdikleri bir kere daha kesinlikle anlaşılmıştır” derler. Kendilerine de: “İşte güzel işlerinize karşılık, karşınızda duran şu muhteşem cennete vâris kılındınız, buyurun!” diye nida edilir. (A’raf sûresi, 7/42-43)

[12]

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ

Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen ve tükenmeyen bir mükâfat vardır. (Tin sûresi, 95/6)

***

وَأَمَّا الَّذِينَ سُعِدُواْ فَفِي الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ إِلاَّ مَا شَاء رَبُّكَ عَطَاء غَيْرَ مَجْذُوذٍ

Mutlu olanlar ise cennettedirler. Senin Rabbinin dilemesi hariç gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır. Kesintisi olmayan bir ihsan içinde olacaklardır. (Hud sûresi, 11/108)

***

وَمَنْ أَرَادَ الآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُم مَّشْكُوراً *كُلاًّ نُّمِدُّ هَـؤُلاء وَهَـؤُلاء مِنْ عَطَاء رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُوراً

Kim de âhireti ister ve ona lâyık bir biçimde mümin olarak gayret gösterirse, işte bunların çalışmaları makbul olur. * Hepsine, dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabbinin ihsanından veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. (İsra sûresi, 17/19-20)

***

لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ

Allah Teâla onlara yaptıklarına karşılık en güzel mükâfatı verecek, onların mükâfatlarını kendi lütfundan artıracaktır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır. (Nur sûresi, 24/38)

***

قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ

Benden naklen onlara de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyi işler yapanlar, mutlaka iyilik bulurlar. Allah’ın dünyası geniştir. Sadece Hak yolunda sabredenleredir ki ücretleri hesapsız bir tarzda ödenir.” (Zümer sûresi, 39/10)

[13]

يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ * إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. * O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah’a teslim ettiği selim bir gönül olur. (Şuara sûresi, 26/88-89)

***

وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ * إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

İbrâhim de, şüphesiz onun taraftarlarından biriydi.* O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi. (Saffat sûresi, 37/83-84)

[14] Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi aynadarlık etmektir.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir. (Yirmi dokuzuncu Mektup, İkinci kısım, 7. Nükte)

***

Onların düşünce dünyalarında, iftarlar ibadetler gibi icra edilir ve âdetâ teravihlerle bitevîleşir; sahurlar teheccüdle iç içe girer ve Allah’a yakınlıktan bir hisse alır.. sokaklar cami yolcularıyla dolar-taşar.. mabetler Kâbe gibi tekbirlerle inler.. çarşı-pazar aynen mabet olur; mabet de gider Kâbe ile bitevîleşir. (Bir Kere Daha Ramazanlaşırken, Mart-1993)

[15] Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir

O seyahat ise kabre, hatre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat eder. (4.Söz)

[16] Biz, dünden bugüne bu ülkede ibâdet saatlerini, ezan seslerini hep gök kapılarının gıcırtıları gibi duymuş, dinlemiş ve ötelere açıldığına inandığımız bu menfezlerden sonsuzluğu rasat etmeye koşuyor gibi mabede koşmuş, ibâdetle gerilime geçmiş ve ötelerin hülyalı âlemlerine açılmışızdır. Evet, hemen her zaman, ezan ve ibâdet dakikalarında güya öbür âlemin rengârenk güzellikleri ve meleklerin ruhlarımızı kanatlandıran nefesleri gönüllerimize doluyor gibi olmuş ve varlığın daha bir bayıltıcı hâl aldığı o sihirli zaman parçalarında daha esrarlı bir güzellik ruhlarımızı sarmıştır. Ülkemiz kadar güzel ve füsunlu ve biraz da gönüllerimize uhrevî rikkat salacak şekilde hüzünlü bir başka yer görmedim.. ve göreceğime de ihtimal vermiyorum.. bilhassa, göklerin yere tenezzül mevsimlerinde ve mâbedlerden ışıkların boşaldığı günlerde o efsanevî güzellik âdeta tasavvurlar üstü bir hâl alır ve bize yerin-göğün füsûnunu birden yaşatır... Evet, bu büyülü günlerde mâbedlerin çevrelerine serpiştirilmiş bulunan bütün evler ve bu evleri saran mahalleler bir bir silinir ve ortada sadece, şerefelerindeki kandilleriyle başını yıldızlar arasına sokan minâreler, minâreler arasındaki mahyalar ve bu ışık dantelası içinde o buğulu ve mehip görünüşleriyle mâbedler kalır. Kalır da, günde birkaç defa minârelerinden boşalan lâhûtî sesler bütün çevreyi sarar, bütün sîneleri hoplatır, herkesi ve herşeyi kucaklar ve göklerin meçhul fakat aydınlık derinliklerinde gezdirir. Öyle ki, herkes kendini, ötelerin ışığıyla sarılmış ve sonsuza doğru kayıyor gibi hisseder, her an ayrı bir mârifet iklimiyle tanışır, her an ayrı bir ledünnî zevkin eşiğine kadar ulaşır.. ve şayet bu fikrî seyahatın şuurunda ise, her an ayrı bir irfan derinliğiyle başkalaşır ve bambaşka şeyler duyar ve yaşar. (Ma’bedlerin Sırlı Dünyası, Temmuz-1992)

[17] Diş kirası, mahya vb.

[18] Ramazanlardaki şeâir sanki, bizlerdeki bu duygu ve bu düşünceyi tutuşturmak için plânlanmış gibi, onda her ses ve soluk bir mızrap gibi gönül tellerinde değişik değişik iniltiler meydana getirir. Onda, minarelerin dili sayılan ezânlar, salâlar, temcitler insan gönlünü ibadete akord ediyormuş gibi, sık sık kulaklarımızda uğuldar durur ve ruhlarımızı bir şeye hazırlar. Evet, salâlar, temcitler, âdetâ, birer akord, birer deneme, birer kontrol mahiyetinde icra edilir.. ve bunlar sanki, uykudan henüz tam uyanmamış, ruhların, uyku mahmurluğu içindeki sözleri, gerçek söze ulaşma yolunda ilk mırıltıları ve ibadet konsantrasyonuna hazırlama ameliyeleri gibidirler. Sonra bütün minareler, kıvamını bulmuş gibi, mabedler konsantrasyona girmiş gibi birden gürler.. ve yükselen sesler gider gökteki soluklarla bütünleşir.. derken bu en içten nağmeler, dökülen şelâleler, fışkıran fevvareler gibi semanın enginliklerinde, arzın derinliklerinde bir velvele olur inler.. inler de, minarelerden yükselen, cami kubbelerinden taşan bu seslerin, her yanımızı sardığını, gidip benliğimizin derinliklerine ulaştığını, hem de sadece kulaklarımızla değil, bütün duygularımızla hisseder ve kendimizi bir mana ve şiir ikliminde sanırız.. sanırız da âdetâ hülyâlar âleminde seyahat ediyor gibi oluruz. (Bir kere Daha Ramazanlaşırken, Mart-1993)

[19] Zaman, üzerinden geçilip gidilen bir boşluk değil; o, yakalanıp kullanılacak bir cevher, her günkü piyasa ve pazarın en kıymetli metâı ve dünya ticarethânesinde insanoğluna bahşedilmiş bir ana-para ve sermayedir. Dün ve bugün, zamanın sırrını kavrayanlar, eşyâ ve hâdiselere nüfuz ede ede onda var olmanın özünü keşfettiler. Zamanı bir boşluk telakkî edenler ise onun öğütücü dişleri arasında eriyip gittiler.

Zamanın kısalığından dem vuranlar, çalışıp düşünmeye vakit bulamamadan şikayet edenler ve hep zamana sövüp ondan dert yananlar varsın gaflet ve dalâletlerinde bocalaya dursunlar; zamanın her parçasına ruhunun ilhamlarını işleyen büyük ruhlar, onu olduğundan daha fazla ve daha geniş bulmuş ve bu ilâhî armağanı değerlendirerek eşyâ ve hâdiselerin her yanını didik didik etmişlerdir. Gazâliler bu dikkat ve teyakkuzla varlığın verâsındaki gerçeği sezerek, onda ikinci bir varlığa ermiş; Mevlânalar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hâdiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sînesindeki “çekim kanunu”nu keşfetmiş ve zamanın herşeye yetebileceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını, en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş, görünüp bilinecek noktaya çıktıkları andan itibaren de dünyanın dört bir yanında saygıyla selâmlanmış ve en sert kayalar üzerinde yeşeren tohumlar gibi, en ibtidâî toplumların vicdanlarında dahi kök salmışlardır.

Geleceğin bahtiyar nesilleri, zamanı değerlendirmesini bilecek; düşünürken çalışmayı, çalışırken okumayı, okurken de ideâlleri uğrunda hizmet vermeyi ihmâl etmeyecek, daima canlı, daima renkli olmasını bilecektir. (Zaman Muamması, Ekim-1984)

[20] Evet her mü’min, imanının derecesine göre her zaman benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir, mekân üstü varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler. Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık, ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği ölçüde, inbisat eder; yere-göğe sığmayan, önü-sonu olmayan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere ulaşan aşkın bir varlık haline gelir. Bizim aramızda dolaşır, bizimle oturur kalkar; ayakları ayaklarımızı bastığımız yerde, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhdadır ama o, başıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka haline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kullanır ve bir hamlede Allah’a en yakın olma ufkuna ulaşır.. ruhanîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği içinde uhrevîler gibi yaşar. Böyle bir gönül, insanî duygularının gelişmesi, genişlemesi nisbetinde her zaman ferdiyetini aşar; âdeta küllîleşir ve bütün inananları kucaklar.. herkese el uzatır.. ve topyekün varlığı en içten duygularla selâmlar. Karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür, desenler temâşâ eder ve sesler dinler.. her zaman değişik bir frekansta göklerin “hay-huy”u ile murakabeye dalar; meleklerin kanat seslerini duyar gibi olur.. yıldırımların ürperten tarrakalarından kuşların inşirah veren nağmelerine, denizlerin mehâbetli dalgalarından ırmakların sonsuzluk duyguları uyaran çağıltılarına, tenha ormanların büyülü iniltilerinden göklere başkaldırmış gibi duran şâhikaların heybetli edâlarına, yemyeşil tepeleri her zaman okşayıp geçen sihirli meltemlerden, bağlardan, bahçelerden taşıp her tarafa yayılan baygın râyihalara kadar çok geniş bir güzellikler atlasını görür, duyar, dinler ve “meğer hayat buymuş” der bütün eşya ile, eşyanın ruha benzeyen mânâsıyla o da gürler; soluklarını, dualarla, tesbihlerle gerçek değerlerine ulaştırmaya çalışır. Her zaman başı yerde, gözü bir nigâh-ı âşina beklentisiyle hep kendisine açılacağı ümidini taşıdığı kapının aralığında; ümitle gözlerini açar-kapar.. iştiyakla kapının arkasını kollar.. gaybetin ve gurbetin savulup gideceğini, huzurun ve kurbetin bir sekine gibi gelip ruhunu saracağı eşref saatleri bekler.. ruhundaki vuslat arzusuna cevaplar bulmaya çalışır.. bazen hep uçarak, bazen de yerlerde sekerek, herkesle ve her şeyle içli dışlı O’na doğru koşar durur. Her konakta yeni bir vuslat gölgesiyle “şeb-i arûs” yaşar.. her dönemeçte ayrı bir hasret ateşini söndürür ve aynı anda yeni bir kıvılcımla tutuşur, yanmaya başlar.. kim bilir, kendini günde kaç defa “üns” esintileriyle kuşatılmış bulur ve kaç defa bu vâridâtı duymayanların yalnızlıkları ve acıklı halleri karşısında burkulur. (İnanmış İnsanın Nitelikleri, Mayıs-1999)

***

Böyle bir iman âbidesi, her zaman gönlünü, gökler ötesi âlemlere ulaşmak için bir helezon gibi kullanır ve onunla meleklerin, rûhânîlerin iç içe bulunduğu melekûtî derinliklerde kanat çırpar durur. Zaman olur, melekler ve rûhânîler onun kulaklarına bir şeyler fısıldar ve zaman gelir o, rûhânîlerin boyunlarına mârifet gerdanlıkları takar ve bulunduğu âlemin müşârun bil-benânı (parmakla gösterilen) olur. Hele bir de o, imanını irfanla derinleştirip irfanını da rûhânî zevklerle bezeyebilmişse.. evet işte o zaman, melekleri bile imrendiren ufuklarda pervaz etmeye başlar.. hep Hakk’ın hoşnut olacağı zirveleri kollar.. sürekli cennetliklerle oturur kalkar ve “a’lâ-yı illiyyîn” rüyaları görür. Nûr-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne yükselip, Cennet’e lâyık bir kıymet almak hakikî mü’minin kaderi; küfrün zifirî dünyasında aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilîn) düşüp Cehennem’e ehil hâle gelmek de kâfirin ma’kus talihidir. (Hususi Bir Açıdan İman, Mayıs-2000)

***

Bu hülyâlı mavilikte, göklerin başımıza ramazan yağdırdığını, camilerin çevresindeki ışıkların ramazan yazdığını, insanların çehrelerinde ramazanın tüllendiğini, atmosferin buğu buğu ramazan koktuğunu duyar, büyülenir ve bu sihirli havanın tesiriyle rüyalarda olduğu gibi bütün bütün ruhun emrine girer; istediğimiz zaman göklerde uçar, istediğimiz zaman bir yere konar; istediğimiz âlemlerde dolaşır ve en mahrem yerlere gireriz. Mukayyetken âdetâ mutlak olur, mahdutken sınırsızlaşır, zerre iken güneşlere denk hale gelir ve hiç ender hiçken bütün bir varlık oluruz. (Bir Kere Daha Ramazanlaşırken, Mart-1993)

[21] Kendimizi dinlemeye çağrı. (Kendimizi Dinleme Zamanı, Kasım-1999); (Zamanı Bir Başka Duyuş, Ocak-1996)

[22]

حَدَّثَنَا آدَمُ بْنُ أَبِي إِيَاسٍ حَدَّثَنَا شُعْبَةُ حَدَّثَنَا عَبْدُ الْعَزِيزِ بْنُ صُهَيْبٍ قَالَ سَمِعْتُ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ تَسَحَّرُوا فَإِنَّ فِي السَّحُورِ بَرَكَةً

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Sahur yemeği yiyin, zira sahurda bereket var." (Buhari, Savm 20, Müslim, Sıyâm 45; Tirmizi, Savm 17; Nesâi, Savm 18)

[23]

Herkes, şaşırtacak şekilde onda birleşir; geceyi beraber duyar, imsaka beraber uyanır, ezanı beraber dinler, namazı beraber edâ eder, iftarı beraber açar ve ihtimal, her akşam oruçlu mü’min için müjdelenmiş bulunan iki sevinç, iki inşirahtan ikincisini de vicdan ve îmanlarında beraber duyar ve beraber yaşarlar (Bir Kere Daha Ramazanlaşırken, Mart-1993)

***

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كُلُّ عَمَلِ ابْنِ آدَمَ يُضَاعَفُ الْحَسَنَةُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا إِلَى سَبْعمِائَة ضِعْفٍ قَالَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ إِلَّا الصَّوْمَ فَإِنَّهُ لِي وَأَنَا أَجْزِي بِهِ يَدَعُ شَهْوَتَهُ وَطَعَامَهُ مِنْ أَجْلِي لِلصَّائِمِ فَرْحَتَانِ فَرْحَةٌ عِنْدَ فِطْرِهِ وَفَرْحَةٌ عِنْدَ لِقَاءِ رَبِّهِ وَلَخُلُوفُ فِيهِ أَطْيَبُ عِنْدَ اللَّهِ مِنْ رِيحِ الْمِسْكِ

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ademoğlunun her ameli katlanır. (Zira Cenab-ı Hakk'ın bu husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yediyüz misline kadar çıkar. Allah Teâla Hazretleri (bir hadis-i kudside) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti." "Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (halüf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.'' (Buhari, Savm 2, 9, Libas 78; Müslim, Sıyâm 164; Muvatta, Sıyâm 58; Ebu Dâvud, Savm 25; Tirmizi, Savm 55; Nesâi, Sıyâm 41; İbnu Mâce, Sıyam 1, Edeb 58)

[24]

Ramazanda, her şeyi kendi sırlarıyla bürüyen geceler o kadar mûnis ve tatlı, insanın duygu ve düşüncelerini ayrı bir halâvetle kucaklayan gündüzler o kadar sıcak ve yumuşak, inanmış simalar o kadar hisli ve derin, Allah’a davet eden sesler o kadar şefkatli ve bunların hepsinin ifade ettiği manalar o kadar duygulandırıcıdır ki, bu gufrân ayına sînelerini açabilenler muvakkaten dahi olsa, tasalardan, kederlerden birbir sıyrılıp cennet mutluluğunu duyabilirler. (Gufranla tüllenen Ay, Ocak-1992)

***

UZAYAN BİR ŞAFAK SONRASI (Kırık Mızrap)

Ufuklar sisli, yıldızlar süzgün, ay buğulu,

Ölgün bakıyor muhteşem kehkeşan öteden.

Gözlerim birkaç asırlık hicranla dopdolu,

Kulaklarımda hasret nağmeleri her telden.

 

Her gece bin bir duyguyla etrafı süzerken,

Ümit-inkisar arası ve hep yapayalnız;

Ne çığlıklar duyarım böyle yalnız gezerken,

Çevre alaca karanlık, dört bir yan ıpıssız...

 

Düşer gönlümün enginliklerine hep hüzün,

İçerim bazen gözyaşlarımı sessiz sessiz;

Peltekleşir hislerim, dili tutulur sözün,

Sesler dinlerim rûhumdan güftesiz, bestesiz.

 

Bir de kalbimin ritmi inkisarla vurunca,

Salarım kendimi en uzun ağlamalara..

Ve ne hafakanlar yaşarım gece boyunca,

Dökerken içimi kapkaranlık kuytulara.

 

Söyleyin güneş ne zaman doğacak acaba!.

Gece sürüp gidemez şafak söktükten sonra.!

Bir deyin, yağmur ne zaman yağacak acaba!.

Kar-buz böyle kalamaz cemre düştükten sonra..!

 

 

GECE (Kırık Mızrap)

Güneş varıp gurûba kapanınca,

Kakmalı bir taç gibi gül kırmızı..

Ve füsunlu mağrib ufku sarınca,

Artar hummâlı gönüllerin hızı.

 

Gece, sevdalı rûhların otağı,

Gece, âşıkların sırlı durağı..

 

Salınır reftâre mavi geceler,

Sînelere neler fısıldar neler.!

Coşar duygular, uyanır sevgiler,

Duyulur her yanda gönül âvâzı..

 

Gönül, gecenin sunduğuyla mahmûr,

Gece, O’nun ıtrıyla buhûr buhûr.

Kurtulanlar uzaklığın ağından,

Mesajlar alırlar yâr otağından,

Ererler sırlara ebet çağından;

Duyuverirler o en duyulmaz hazzı...

 

Hep amber sürünür gezer meltemler,

Sihirli rüyâ gibidir geceler.

 

En büyülü tellerle ötelerden,

Nağmeler işitiriz çok derinden;

Şarkılar dinleriz gönlün içinden,

Öteden sözleri, öteden sazı..

 

Duyulur cennetlerin akisleri,

Gök kapılarının sırlı sesleri...

 

Gecede yalnız düşünenler kalır,

Maddî âlem daraldıkça daralır;

Rûh mesafe üstü mesafe alır,

Aşılır cismin aşılmaz çıkmazı.

 

Sessizleşir sevdalılar, sevdalar;

Her sînede âdeta bahar çağlar.

 

İner gönüllere bir mavi sükun,

Parıldar her yanı insânî ufkun..

Gece bir halvet mevsimidir O’nun,

Çığlık çığlıktır âşıkların nazı...

 

Duyarak ötelerin lezzetini,

Cennetleri, Firdevs hayâletini.

 

 

HÜLYÂLI MAVİLİKLERİYLE GECELER (Kırık Mızrap)

Her zaman ayrı bir ışıkla tüter geceler,

Rûh o sessizlik içinde Sonsuz’u heceler..

 

Aşanlar, kendi serhaddini gecede aşar..

Ve insan bu ufkuyla hep ötelerde yaşar.

 

Gecede sessizlik huzûru besleyen şarkı,

Budur bence karanlıkların ışıktan farkı.

 

Her gece kudret gök kapılarını aralar,

Bu büyülü mavilikte tüllenir verâlar..

 

Renk, şekil, koku bütünüyle silinir gider;

Gecede iç içedir havf-recâ, sevinç-keder.

 

Yer yer her yanda visal esintisi duyulur

Ve duygular matkap salınmış gibi oyulur..

 

Anlar anlayan, O her yerde Hâzır ve Nâzır,

Bir araya gelmiş gibidir Musa ve Hızır.

 

Lâhûtun sînelere çarpan akislerinden,

Duyulur kul olmanın neş’esi tâ derinden..

 

Leylîler mest ü mahmur, dudaklarında kevser,

Geceleri rüzgâr vuslat kokusuyla eser.

 

Sıyrılır gönül varlığın dar hendesesinden,

Ne nefis besteleri sunar kendi sesinden.!

 

Her yana büyüleyen bir uhrevîlik siner,

Sonra rûhlara dalga dalga vâridât iner..

 

Denizler gibi coşar ve köpürür duygular,

Rûhlar iç dökecekleri tenha bir koy arar:

 

Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,

Budur insanı yakınlığa taşıyan cadde..!

***

Geceler bu vâridâta açık yamaçlar gibidir. Kalbini Hakk tecellîleri karşısında pırıl pırıl bir ayna haline getiren hakikate uyanmış ruhlar, gecenin gelişiyle seccadelerinde pusuya yatar ve tecellî avına çıkarlar. Sen de yapayalnız kaldığın zamanlarda gecenin yamaçlarını kolla! Oraların Dost’a halvet yeri ve gurbet dakikaları da halvet zamanı olduğunu bil; bütün hissiyatınla O’nun huzuruna gir ve kalbinin sırlarını bir bir O’na say, dök! Dertlerini sadece O’na aç; O’nun huzurunda inle ve başını O’na giden yollarda ilk eşik sayılan secdegâha koy ve bekle..! Gönül dünyâna doğru içiçe kapıların açıldığını duyacak, O’nun varlığının ışıkları altında eridiğini hissedecek ve deryâya düşen bir damla gibi kendi hesabına kaybolup gidecek, sonra da hesaplar üstü bir kuşakta okyanusların dev dalgaları ile bütünleşeceksin... (Dua ve Yakarıştaki Güç, Temmuz-1988)

***

Bence, hayatın asıl mûsikîsi hep gecelerde bestelenir, gecelerde söylenir, gecelerin hüzünlü saatlerinde tonunu bulur ve karanlığın ışığı sardığı “an”lardaki en mevhum manzaralardan, bu manzaraların meydana getirdiği hayâlleşmiş şekillerden doğar. (Kendi Güzelliğiyle Geceler, Ekim-1988)

[25]

İslâm’ı kendi orijiniyle duyup yaşayanlar, gönül dünyalarında birer cennet kurmuş ve hayatlarını Firdevs’tekiler gibi zevk etmeğe başlamışlardır. Onu kendine has çerçevesiyle duyup yorumlayanlar bir yana, bir kerecik olsun onun gölgesiyle tanışanlar bile, yok olma endişelerinden ve yalancı va’dlerin karanlık labirentlerinden kurtularak, muvakkat dahi olsa rahat bir nefes alabilmişlerdir. İslâm’ın, ona inananlar için önünü açtığı bir düşünce ve va’dettiği hayat seviyesinin ötesinde bir yaşama biçimi varsa o da, mü’minlerin Cennet’teki hayatları olmalıdır. Yaratıcı Kudret, tâ ötelerin en son noktasına kadar onun yoluna su serpmiş ve İlâhî İrade ona, dünya-ukbâ Süleymanlık mührünü vermiştir.

İslâm’ı tanıyan ve duyan bir aydınlık ruh, bütün eşyada sonsuzun çağrısını duyar ve ebed neşvesiyle coşar.. onun âsûde iklimine adım atan ayaklar baş olur; alınlarla parmak uçlarının birleşik noktası sayılan secdede mehafet ve mehabetle yüz yere süren bu çehreler, günde birkaç defa meleklerle atbaşı haline gelir. (İslam’ın Büyüsü, Haziran-1999)

***

İslâm'ın gölgesinde hayat, insanın ilâhî lütuflara mazhariyetinin bir değişik unvanıdır. Hayatını Kur'ân'a bağlı yaşama bahtiyarlığına erememiş kimselerin, İslâm'ın gölgesinde yaşamanın büyüsünü anlamaları mümkün değildir. Onu, kendi nev'i şahsına mahsus çerçevesiyle duyup yaşayanlardır ki, ömürlerini cennetlerin bekleme salonlarında geçiriyor gibi, gözlerini açar-kapar etraflarına sürekli tebessümler yağdırırlar. Hamd ederler İslâm'ın gölgesinde bulunduklarına, çevrelerini tefekkürle müşahede edip sürekli iman solukladıklarına, görüp duydukları her şeyin Kur'ân'ı çağrıştırması karşısında Furkan mırıldandıklarına; eşya ve hâdiseleri derin bir temâşâ zevkiyle seyredip içlerine akan yorumlarla kendilerinden geçtiklerine... (İslam’ın Gölgesinde Hayat, Ekim-2000)

[26] Ramazanları anlayan insan aklı, duyan insan vicdanı, zevk eden de insan kalbi olduğuna göre, varlığı görüp hissetmek, duyup değerlendirmek için göze, kulağa, mantığa, muhakemeye ihtiyacımız olduğu gibi, ramazanı duyup zevk etmek için de akıl, şuur, kalbin harekete geçirilmesine, harekete geçirilip uyanık tutulmasına ihtiyaç hattâ zaruret vardır.

Zira çok defa, en aydınlık günlerin içine girer-çıkar, en renkli saatleri tekrar tekrar yaşarız da bunların farkına bile varamayız. Bazen de iyi bir konsantrasyon sayesinde, o ölçüde parlak ve renkli olmayan dakikaları öyle bir duyar ve yudumlarız ki; kendimizi cennet bahçelerinde ve kevserlerin başında sanırız. (Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, Ocak-1998)

[27] Ramazan, Kur’an ayı olması itibariyle bütün bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile ciddi bir susamışlık içinde, kendilerini o nûrefşân iklimde bulur.. ve Kur’an’ın sağnak sağnak onların başlarına boşalttığı ruh, mânâ, esrar ve eltafla benliklerinin kurumaya yüz tutmuş bütün vadilerini sular.. bir baştan bir başa gönül dünyalarını tıpkı bir çiçek bahçesi haline getirir ve onları varolma zevkiyle coşturur. Onlar, Kur’an’da bütün varlığı duyar ve dinler; duygu ve düşünceleriyle kanatlanır.. Kur’an’da bütün hilkatin soluklandığını hisseder, ürperir.. yer yer ra’şelerle kendilerinden geçer; zaman zaman da gözyaşlarıyla nefes alır, gözyaşlarıyla boşalır, aradan perdelerin kalktığını duyar, Allah’a yakınlardan daha yakın olduklarını hisseder ve kendilerini âdeta bir zevk zemzemesi içinde bulurlar.

Kur’an’ın ledünnî muhtevasını ancak, onda bütün varlığın sesini duyabilenler ve onun derinliklerinde insan ruhuna ait korku ve ümit, tasa ve sevinç, keder ve neşe mûsikîsini birden dinleyebilenler anlar. O’nu sanki kendine inmiş gibi dinleyebilen zaman-üstü ruhlar, O’nda cennet meyvelerinin lezzetini, Firdevs bahçelerinin renk ve güzelliğini, Reyyan yamaçlarının çağlayan ve manzaralarını müşahede eder ve onunla gürül gürül hâle gelirler. Kur’an’ı, Ramazan’ın şeffaflaştırıcılığı ve kalbin kadirşinas ölçüleriyle ele alıp onun derinliklerine yelken açabilen saf gönüller, her lâhza ayrı bir uhrevî kıymete ulaştıklarını hisseder ve her an “bekâinın ayrı bir buuduyla tanışırlar. Bu insanların düşünce ve hayatlarında “metafiziki, “fizik” tamamlar, mana da, maddenin gerçek muhteva ve değeri olur ve herşey perde arkası kıymetleriyle ortaya çıkar. Ve yine bu insanların çehrelerinde sanki, İlâhî isim ve sıfatların engin dairesine açık bulunmadan mülhem, gizli bir seziş, derin ve farklı bir anlayış ve Kur’an’la inlemiş günlerin uhrevîliklerinden kalma bir olgunluk, bir doygunluk, bir safvet, bir içtenlik ve îmanın altın zevkleriyle beslenmiş bir letâfet, bir cazibe ve bir mürüvvet çağlıyor gibi bir büyü hissedilir. Onlar, hiçbir şey konuşmasa, hiçbir şey anlatmasalar bile, o anlamlı tavırlarından, edâlarından, endamlarından, bakışlarından, duruşlarından bu manalar her zaman taşar gelir, gelir ve her tarafta yankılanırlar.

Kur’an kanatlı ve Kur’an buudlu Ramazan-ı şerif kadar gecesi ayrı nurâniliğe ve gündüzü de ayrı aydınlıklara açık bir başka ay yoktur. İnsan, her yeni Ramazan’la bir kere daha, hem de bütün tazeliğiyle Kur’an’ı ve O’nun gökler ötesi kaynağını, tüllenen İlâhî marifeti ve O’nun kevn ü mekânlara dağılmış işaretlerini, Allah aşkını ve O’nun inanmış sîmalardaki pırıl pırıl izlerini görür, duyar ve sezer. Evet, Ramazan’da Kur’an bütün bir kaderin yonttuğu bu pırıl pırıl yüzlerin ve bütün bir mananın iç derinliğini gösteren bu ışıl ışıl gözlerin hepsinde ayrı bir uhrevîlikle parıldar.. kadın-erkek, yaşlı-genç, zengin-fakîr, âlim-cahil, aristokrat-halk hemen herkes bu mübarek zaman diliminde hayat ve yaşayış basamakları itibariyle Ramazanlaşır ve Ramazan’la gelen manaları soluklar... (Gufranla Tüllenen Ay, Ocak-1992)

***

Ramazan ve Oruçla ilgili okumalar için bkz.:

  • Gufranla Tüllenen Ay, (Günler Baharı Soluklarken, s. 41, Ocak-1992)
  • Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar, (Işığın Göründüğü Ufuk, s. 171, Ocak-1998)
  • Işığın Göründüğü Ufuk, (Işığın Göründüğü Ufuk, 117, Ocak, 1999)
  • Bir Kere Daha Ramazanlaşırken, (Günler Baharı Soluklarken, s. 109, Mart-1993)
  • Ramazan Düşünceleri (Fasıldan Fasıla-3, s. 42-43)
  • Oruç, Ruhu Geliştirir (Fasıldan Fasıla-2, s. 35)
  • Oruç-Beden-Ruh İlişkisi (Fasıldan Fasıla-2, s. 112-113)
  • Oruç, İktisadı Öğretir (Fasıldan Fasıla-2, s. 251)
  • Oruç, Emanete Riayeti Öğretir (Fasıldan Fasıla-2, s. 251-252)
Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/21/2023