İmtihan ve Sabır





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/20/2023
Clap

Musibetin bir kısmı âciz ve zâif olduğumuzu, etten kemikten bir varlık bulunduğumuzu, bir mikroba, bir sivrisineğe yenildiğimizi hatırlatır. Azamet-i İlâhî karşısında kulluk şuuruna ermekle sıfırlığımızı, O'nun ise sonsuzluğunu ifâde ettirir.

Hayat; musibet ve hastalıklarla sâfileşir, mükemmel hale gelir, kıymet ve değeri anlaşılır.

Hayatta esas olan sıhhattir. Hasta insan, maddî manevî verimsizdir. Ama bazen sıhhat de bir hastalıktır. Güçlü kuvvetli oluşumuz bizi rahata, rehavete, sarhoşluğa, ahlâksızlığa ve inkâra götürüyorsa gerçek hastalık işte budur.

Bu manevî hastalıklardan Allah'a sığınacak, dünyanın bir imtihan ve hizmet yeri olduğunu, lezzet ve ücret yeri olmadığını, mülkün hakikî sahibinin Allah olduğunu, dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunduğunu düşünecek, bütün bu hastalıkların zâaf-ı imandan meydana geldiğini, kurtuluşun da ancak imanı takviye ile mümkün olacağını kabullenmemizle gerçekleşecektir.

Mü'min çok kontrollü bir hayat yaşamalı ve nefsinin arzularına, şeytana ve hasımlarına karşı devamlı tetikte ve uyanık bulunmalıdır. Kur'ân: “Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah hatalarınızın) birçoğunu da affeder.” (Şûrâ, 30).

Kudsî dâvaya gönül veren ideal bir nesil musibetler karşısında mağlup olmaz ve olmamalıdır.

Kâinatta tesadüf yok. Öyle ise musibetler bu zaviyeden değerlendirilmeli ve nefse yenik düşülmemelidir. Musibetin, bize kazandıracağı neticeyi iyi düşünmelidir. Görünüşteki samimiyetten daha derin görünmeyen anlarında (gece hayatında) şakakları zonklatacak, kasıkları çatlatacak bir mânâ eri olunmalıdır.

Gerçek dâva adamının hâdiseler karşısında yılmadan, eğilmeden dâvasına karşı göstereceği vefâ ve sadâkat çok önemlidir.

Dünya bir mektep, hayat ise bir imtihandan ibarettir. Âlem-i Ervâh'tan yola çıkan insan, rahm-i mâderden, çocukluktan, gençlik ve ihtiyarlıktan, berzah, mahşer, hesap, mîzan ve sırattan geçerek mükâfat ve mücazâtın verileceği, rütbelerin sökülüp takılacağı, yüzlerin ağarıp ve kararacağı sonsuz ve ebedî âleme namzet bir yolcudur.

Kabir ötesi hayatı belirleyecek en büyük imtihan dünyada olandır. İmtihandan, kontrolden geçmeyen bir kişinin sağlam mı, çürük mü, sâdık mı, kâzip mi olduğu belli değildir.

İmtihanlar seviyeye göre farklı farklıdır. Talebe ile öğretmenin, er ile generalin, memurla âmirin imtihanı bir değildir. Onun için: Hadis-i şerîfte; “Belâların en şiddetlisi Enbiyâ-yı izam efendilerimize, sonra Evliyâ-yı Kiram efendilerimize, sonra da seviyelerine göre diğer mü'minleredir[1] buyruluyor.

Hz. Âdem (as)'in zellesi, Hz. Nuh (as)'un tufanı, Hz. İbrahim (as)'in ateşi, Hz. Yusuf (as)'un kuyusu ve zindanı, Hz. İsa (as)'ın çarmıhı.. ve İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav)'in kovulması, döğülmesi, başının yarılıp dişinin kırılması, yurdundan yuvasından edilmesi ve her türlü hakarete mâruz kalması... Bütün bunların bize örnek olmaları, musibetlerin mânâlarını anlatmaları ve bize hayatımızın gayesini, fıtratımızın neticesini hatırlatmaları itibariyle büyük imtihanlardır.

Andolsun, sizi korku, açlık, mallar(ınız)dan, canlar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)

Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden, cihad edenleri (güçlüklere) sabredenleri bilelim...” (Muhammed, 31)

İnsanlar yalnız 'inandık' demekle, hiç sınanmadan, (imtihana tabî tutulmadan)' bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah (sınayıp) doğruları bilecek, yalancıları bilecektir.” (Ankebut, 2-3)

Görülüyor ki, hayat devam ettiği müddetçe insan sürekli imtihandadır. En ağır şartlar altında hangi cins imtihan olursa olsun, kurtulmanın, o işten zararsız sıyrılmanın çaresi: SABIR'dır, SEBAT'tır. Uyanık olup tehlikelere karşı tedbirli, temkinli olmaktır.

Ey mü'minler, sabredin; sebatkâr olun; müteyakkız olun ve Allah’tan sakının ki; kurtuluşa eresiniz” (Âl-i İmrân, 200)

“... Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 10)

Kim sabreder, (kendisine yapılan kötülüğü) affederse, şüphesiz bu çok önemli işlerdendir.” (Şûrâ, 43)

Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berberdir.” (Bakara, 153)

Ebu Yahya Süheyl bin Sinan (ra)'ın rivayetinde; Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Mü'minin durumuna hayret doğrusu: Çünkü onun her durumu kendisine yarar sağlar. Bu hal yalnız mü'min için böyledir. Eğer sevindirici bir durumla karşılaşırsa şükreder. Bu onun hesabına hayır olur. Eğer üzücü bir durumla karşılaşırsa sabreder. Bu da onun hesabına hayır olur.”[2]

Kalp ve gönül mimarlarımızdan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tespitiyle üç yerde sabır çok önemlidir.

1) Mâsiyete (günahlara) karşı sabır

2) Musibete karşı sabır

3) Tâate karşı sabır

1) Mâsiyete karşı sabır: Allah’tan özür dileyip, tevbe ettikten sonra, bir daha günaha dönmemek içindir. Şu sabır takvadır. Bununla mü'min, ''Muhakkak Allah müttakilerle beraberdir.” (Bakara, 194; A'raf, 36)

2) Musibete karşı sabır: Bu ise tevekkül ve teslimdir. Sebeplere tam riâyet edildiği halde, gelen musibetlere karşı sabredenler hakkında Kur'ân'ın;

Muhakkak Allah, sabredenleri sever” (Al-i İmrân, 146)

Muhakkak Allah, tevekkül ve teslimiyet ehlini sever” (Al-i İmrân, 159) müjdesine nail olurlar.

3) İbadet üzerine sabırdır. Evet iman, itaati gerektirir, itaat nimetlere şükürdür. “Kasem olsun, şükredenlere nimetlerini artırırım” (İbrahim, 7) vaad-i Sübhânisine mazhar olmak için, her nimet, kendi cinsinden olmak üzere şükrü gerektirmektedir.

Asıl musibet dine gelen musibettir. Dine gelen musibetten her an dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip feryâd etmek gerektir.

Dînî olmayan musibetler, hakikat noktasında nusîbet değildirler.

Bir kısmı ihtâr-ı Rahmanidir. Nasıl ki, “meraya tecâvüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın atığı taşlara musâb olan bir koyun, lisân-ı haliyle: 'Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade fâidemizi düşünür. Madem onun rızâsı yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis: Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman “Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz” (Bakara, 56) de ve merci-i Hakîkiye dön, îmâna gel, mükedder olma, O, seni senden daha ziyâde düşünür.[3]

Musibetin bir kısmı âciz ve zâif olduğumuzu, etten kemikten bir varlık bulunduğumuzu, bir mikroba, bir sivrisineğe yenildiğimizi hatırlatır. Azamet-i İlâhî karşısında kulluk şuuruna ermekle sıfırlığımızı, O'nun ise sonsuzluğunu ifâde ettirir.

Bir kısmı da (sabır şartıyla) günahlarımızın affına, derecelerimizin yücelip yükselmesine sebep olduğundan, şu gaflet zamanında musibet bir yönüyle bir lütf-u ilâhîdir.

“Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emânettir. O emânetin mâliki, her şeye kadîr, her şeyi bilir bir Rahîm-i Kerîm'dir. O, senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun nâmiyle çalış ve hesabıyla amel et. O'dur ki muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.... Sana bir musibet geldiği vakit de: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' (Bakara, 156) yâni; 'Ben Mâlik'imin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer O'nun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünkü, elbette bir vakit O'na döneceğiz ve O'nun huzuruna gideceğiz ve O'na müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musîbet! O terhis ve âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım, Eğer benim emânet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irâde etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızâsı olmazsa; benim takatim yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emânetini teslim etmem!” der.[4]

İnsan, maddî musibetleri büyük görürse büyür, küçük görürse küçülür. Nasıl ki, tam kavga anında bulunan iki hasımdan birisinin gülmesi ile kavga şakaya döner. Onun gibi musibetler, hastalıklar sabırla, şikâyet etmeden karşılanırsa maddî sıkıntısı olsa bile manen ve vicdanen insan huzur içinde olur. Şikâyet etmek, bağırıp çağırmak musîbeti, hastalığı gidermez. Belki ikileştirir, derdi sıkıntıyı daha çok artırır. Onun için evvelâ; Allah'ın emanet ettiği vücudun kıymetini bilecek israf etmeyecektir. Tedbirli, dikkatli hareket edecektir. Musibetlerden, müzmin hastalıklardan Allah'a sığınacak, tevekkül ve rızâ ile huzura erecektir.

Onun için, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'in: “Sabır, müşkilâtın anahtarıdır[5] fermanına kulak vererek, denizin dalgaları gibi, iç içe etrafımızı saran hâdiseler karşısında, sarsılmadan, yılmadan, ümitsizliğe düşmeden (“... Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216) âyetini derin derin düşünüp), üzerimize terettüp eden vazifelerimizi hakkıyla yerine getirmeliyiz. Tâ ki, İlâhî huzurda mes'ul ve mahcup olmayalım.

 

* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Temmuz, 1996; 33. sayı)

 

[1] Buharî, Merdâ 3.

[2] Müslim, Zühd 64.

[3] Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye.

[4] Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye.

[5] İthâfu's-Sâdeti'l-Muttakin bi-şerhi İhyâ-u Ulûmi'd-Din. c.9, s. 6

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/20/2023