Tevbe Kahramanı





Author: Dr. Reşit HAYLAMAZ - min read. - Post Date: 01/01/2023
Clap

Zaman değişse, asırlar başkalaşsa da her dönemin bir seferi, her devrin de bir neferi var; öyleyse bugünkü hamlelerde geri kalmak ne büyük fecaat! Arkadan bile olsa yetişip kervana katılmak da ayrı bir saadet değil mi? Kalmamak için yollarda ebedî, yolunu rehber kılmak, iradeyle yolda sabit kadem kalmak gerek.

Ruhumda ne zaman bir daralma yaşasam, hayat serüvenini hatırlar ve bir nebze sıyrılırım sıkıntıların cenderesinden. Zira kabım dar ve taşmasına engel olamıyorum çoğu zaman. Bu sebeple nice kalp kırmış, kafa yarmışımdır, kemiksiz dilimle!... Yine sergüzeşti hayatın geldi birden aklıma ve açtım satırları önüme, sende kendimi aradım, tevbemin kabulü için. Ne var ki, sera bir yanda süreyya diğer köşede... Aralanmış bir kapı bulamasam da, sıkıntı ferecin anahtarıdır ya, böylelikle sıkıntılı halini yâd edip kara bulutlardan bir nebze sıyrılmak, bahara kayan günlerde güllerle azıcık hasbihal etmek istedim.

Öyle bir tevben var ki, bütün düşmüşlere örnek!... Biliyorum, tevbede ulaşılması zor bir zirveyi tutmuş, benzersiz bir kahramansın. Silsile halinde peşi peşine gelmiş bunca bâdireden nasıl kurtulabildin, anlamakta idrak fakiriyim!...

Aheste revlik etmiş, cemmi gafîr zamanında Tebük’e gidememiştin. Yani, arkada kalmıştın. Evet, sana yakışmayan bir hareketti bu. Elinden tutanı, elimizden tutanı yalnız bırakmanın sana yakışmadığını zaten sen de biliyorsun ya! Aslında halin, O’nu sürekli yalnız bırakan bizim gibi nâdanlara bir mesaj... Arkada kalmamış olsaydık bugün, belki de muştusunu verdiğin müjdenle çoktan hemhâl olmuş insanlığa sürûr takdim ediyor olacaktık.. Arkada kalmamış olsaydık bugün, arkalarda kalır mıydık?...

Bedir dışında böyle bir ayrılığın yoktu. Onda ise, gelişme sürpriz olmuş ve yetişemeyeni kimse kınamamıştı. Buna rağmen hayat boyu, Bedir’e de katılamamanın ıstırabını yaşayacaktın.

Zira bir defa söz vermiştin, Akabe’de elini sıkmış ve yüreğini ortaya koyarak her türlü şartta yanında olacağını ifade etmiştin.

Evet, Tebük çetin ve zordu, bir tarafta yaz sıcağı ortalığı kavururken diğer yanda pınar başları cezbeden haliyle suyun serinliğine davetiye çıkarıyor, olgunlaşan meyveler nefislere tatlı tebessümler yolluyordu. Yani dünya bütün cazibesini ortaya koymuş, herkese ‘gel’ diye el sallıyordu. Ama bütün bunlar, davete icabette mazeret olamazdı. Zira, sıcağına gölgeler kucak açsa da, ondan daha kavurucu başka bir sıcağın varlığını sen de biliyordun. İmkânın yerinde; hem de o güne kadar olandan daha iyiydi. O gün iki bineğe birden sahiptin ki bu bir zenginlik belirtisiydi.

Tebük’e kadar her gazve ve seriyyede maksat gizli tutulurken, burada gidilecek yer önceden beyan edilmişti. Zira, yol uzun ve düşman da çetindi. Hazırlık da ona göre olmalıydı.

Herkeste hummalı bir hazırlık başlamıştı. Sen ise, bugün–yarın derken gecikmiş, hareket eden kervanı kaçırmıştın. Arkadan yetişebileceğini düşünüyordun. Keşke arkalarına takılıp kavuşabilseydin. Bir imtihandı ya bu, hâl dilinle sonrakilere fiili bir ders verecektin...

Herkes gitmiş, geride bir özürlüler bir de nifak damgasını yemiş ikiyüzlüler kalmıştı.

Tebük’e varıncaya kadar Rasûlullah senden bahsetmemişti. Oraya ulaşınca; ‘Ka’b İbn Mâlik ne yaptı?’ demiş ve sebebini sorarak kervandan ayrı kalamayacağını böyle bir beklentiyle anlatmıştı. Bu isteğe mukabil bir başka can dost Muâz İbn Cebel seni tezkiye etmiş ve hep hayırla yâdetmişti. Unutamayacaktın onu. Efendiler Efendisi ise sükût buyurdu. Uzaktan bir toz bulutu görünce, gelenin Ebu Hayseme olmasını temenni etti ve gerçekten de gelen Ebu Hayseme idi. Belli ki yanında görmeyi arzu ettiklerinin arkada kalmasına gönlü razı değildi ve gözü geriden de olsa gelip kervana katılacaklardaydı. Zira, ne pahasına olursa olsun kervandan ayrı kalmamak gerekiyordu, kurtlara yem olmamak için!...

Ve derken bir gün, dönüşün haberini almıştın ve ne yapıp da kurtulacağının plânlarıyla meşguldün. Başkalarının yaptığı gibi bir mazeretle işin içinden sıyrılabilirdin. Zira sen, ağzı lâf yapan, konuştuğunu dinleten bir söz üstadıydın. Ama tevessül etmeyi bile düşünmedin, sildin hepsini kafandan ve sıddîkiyete sadakatten ayrılmamaya and içtin.

Medine’ye her döndüğünde olduğu gibi, gelir gelmez mescidine uğradı. Namazını kılıp Rabbine hamd ü şükrünü eda etti.

O’nunla gitmeyen herkes sıraya girmiş bir mazeret uyduruyordu. O da, senden önceki seksen küsur insanın zahiri hallerine göre mazeretlerini kabul etmiş, perdeyi yırtmamıştı. Derinlerinde olanın hesabını ise, zaten Allah’a vereceklerdi.

Sıra sana geldiğinde, yaklaştın yanına ve selâm verdin. Yüzündeki ifade birden değişmiş acı bir tebessüm hâkim olmuştu. Belli ki celâlliydi. Yanına yaklaştın ve önüne oturdun. ‘Niye gelmedin?’ dedi. ‘Gelmek için hazırlık yapmış değil miydin?’

Boynunu büktün ve; ‘Vallahi ya Rasûlallah! Senin huzurunda değil de şu an ehli dünya bir başkasının yanında olmuş olsaydım, bir mazeretle işin içinden sıyrılmasını bilirdim. Zira bende cedel kabiliyeti var. Fakat biliyorum ki, bugün benden razı olacağın bir yalan sözle kurtulsam, çok sürmez Allah seni haberdâr eder ve gazabından asla kurtulamam. Bugün bana kızsan bile doğruyu konuşursam, ümit ediyorum ki yarın Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanır ve güzel bir akıbetle karşılaşırım. Vallahi bir özrüm yoktu ya Rasûlallah! Ve yine vallahi, yanında olmadığım zamanki kadar hiç imkâna sahip olmamıştım.’ diyebildin.

İnsan sarrafıydı ya, derûnlara muttaliydi; buna gelince, işte bu doğru söyledi’ buyurdu. Belli ki, öncekilerin mazeretleri sun’î idi. Belli ki, insanları doğru olana sevkle vazifeli Allah Rasûlü (sas), işin farkındaydı. Belli ki, yalanın yalan, doğrunun da doğru olduğu gözlerden kaçmıyordu, kaçmazdı da. Hangi yıldız böceği ebedî bir yıldız olarak kalabilir ki?!

Ardından; ‘Allah, hakkında hüküm vereceği ana kadar kalk ve bekle!’ dedi.

Böylesi durumlarda akıl veren çok olur ya, senin de etrafında toplananlar oldu. Bir kötülüğünü bilmediklerinden bahsediyorlar ve öncekiler gibi gidip senin de bir mazeretle işin içinden sıyrılıp kurtulmanı tavsiye ediyorlardı. Bu yöndeki baskı o seviyeye gelmişti ki, neredeyse gidip dediklerini yapacaktın. Allah için başını koymuştun ya, O da seni yalnız bırakmayacak, yanlışa yönelmene müsaade etmeyecekti. Birden aklında şimşekler çaktı ve senin konumunda olan bir başkasının olup olmadığını sordun. İki isimden bahsettiler. Bunlar Hilâl İbn Ümeyye ve Mürâre İbn Rebî’ idi. Her ikisi de Bedir’e katılmış, salih ve faziletli insanlardı.

Kararından dönmemede karar kıldın, aldırmadın etrafındakilere ve onların yaldızlı sözlerine...

Tebük’e katılamayanlardan sadece üçünüze tavır konulmuş ve ‘konuşmama cezası’ verilmişti. Zaten, mükâfat gibi ceza da bir seviye işi değil miydi?

İnsanların arasında ama yapayalnız kalmıştınız. Âdeta dünya tanıdığınız dünya, insanlar da bildiğiniz insanlar değildi. Bütün genişliğine rağmen dünya daralmış ve kanlı sünger misali beyninizi içen bir zindan haline gelmişti. Ve bu süreç, az değil, size ellibin sene gibi gelen tam elli gün sürecekti.

Diğer iki çiledaşın, yaş itibariyle senden daha öndeydi ve evlerine kapanmış günlerini ağlamakla geçiriyorlardı. Sen ise, gençtin, dinçtin ve kabına sığmıyordun. Camiden cemaatten kopmadın. İnsanlar seninle konuşmasa da, çıkıp çarşı–pazarda dolaşıyordun. Sürekli gözlerin Allah Rasûlü’nün üzerindeydi. Selâm veriyor, selâmını alıyor; ümitle göz ucuyla dudaklarının hareketini yokluyordun. Namazını yakınında kılmaya çalışıyor, nazarlarındaki sıcaklığı yakalayabilmek için gözlerini kontrol ediyordun. Dudaklarının hareketini görüp selâmını aldığını ve teveccüh etmediğin anlarda gözleriyle seni süzdüğünü görünce dünyalar senin olmuş ve rahat bir nefes almıştın.

Toplumda bilinip sevilen birileri olsanız bile, emir yüce bir makamdan gelmişti ya, herkes ona riayet ediyordu ve bunun istisnası da yoktu. Canciğer dostun, yakın arkadaşların bile farklı davranmıyorlardı. Sürenin uzaması sıkıntını katlamıştı. Bir nefes ümidiyle amca oğlun ve en sevdiğin can dostun Ebû Katâde’nin bahçesinden içeri girip selâm verdin. O ne itaatti ki selâmını bile almadı. And vererek selâmını tekrarladın, yine ses yoktu. ‘Ey Ebû Katâde! Benim Allah ve Rasûlü’nü ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?’ dediğinde, cılız bir sesle, ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ cümlesini duyabildin. Bu senin için ayrı bir yıkımdı. Ağlamaktan gözlerin kan çanağına dönmüştü. Çaresiz, geldiğin yerden duvara tırmanıp mahzun ve eli boş geri dönüyordun.

Çarşı–pazarda yürürken, kalabalığın içinden birinin seni sorduğunu farkettin. Zaten insanlar, daha seni ilk gördüklerinde çoktan soran şahsı sana yönlendirmişlerdi. Gelen, Şam tarafından Nebat’lı bir tüccardı. Elinde bir nâme vardı ve sana uzattı. Gassân melikinden selâm getirmişti. Açtın mektubu ve okumaya başladın:

‘Duydum ki, sahibin, sana cefada bulunmuş, zulmetmiş. Seni Allah, zayi olasın, hor hakir görülesin diye yaratmadı. Gel bize, bütün imkânlarımızı senin için seferber edelim’ deniliyor, dünya adına vaad üstüne vaadler yağdırıyordu. ‘Bu da ayrı bir imtihan ve belâ’ dedin ve tereddüt etmeden mektubu yırtıp ateşe attın. Haklıydın zira, hayırlı işlerin çok muzır manileri olur ve şeytan bu işin hadimleriyle çok uğraşır ya.. bu türlü durumlarda, bulanık suda balık avına çıkan nice fırsat avcıları vardır. Vahşi nehirlerdeki piranhalar gibidirler, rüzgârlarına kapılmamak gerek!

Kırk gün geçmişti ki, Rasûlullah’ın elçisi geldi yanına ve hanımınla da ayrılman gerektiğini söyledi. İtaatte öyle bir zirveyi temsil ediyordun ki; ‘Boşayayım mı? Ne yapayım?’ dedin. Sadece ayrı kalıp yaklaşmaman gerektiği ifade edildi. Tereddüt etmedin ve onca yıllık hayat arkadaşına, ‘Allah hakkındaki hükmünü vereceği ana kadar babasının evine gitmesini’ söyledin.

On gün daha geçmiş ve gün elliye tamamlanmıştı. Ve derken ellinci günün sabahında namazını kılmış, evinin çatısında bitkin ve üzüntüden iki büklüm oturuyordun. Bir an, gözüne bir toz bulutu ilişti. Sel’ dağından uzanıp toz–duman içinde atını mahmuzlamış birisi geliyor, bir taraftan son sürat atını koştururken, diğer taraftan da en gür sesiyle, ‘Müjdeler olsun sana ey Ka’b İbn Mâlik! Müjdeler olsun!’ diye ortalığı inletiyordu. Elbette ses, atlıdan önce ulaşmıştı sana. Belli ki bir ferec vardı.

Seninle birlikte elli günlük kaderi paylaşan arkadaşların hakkında bir âyet inmişti. İçten nedametle bir tevbe etmiştiniz ya, yankısı Yüce Makam'dan geliyor ve yüreklerinize su serpiyordu:

‘Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbesini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki yer, bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı...’

Hemen secdeye kapandın. Semanın dilini çözerek seni sıkıntılarından kurtaran Rabbine şükürle kanatlandın.

Sadakatinize diyecek yoktu, sadıktınız. Allah ve Rasûlü’ne söz vermiştiniz bir defa ve sözünüzün eriydiniz. Yolunuzu bulduktan sonra, ne kadar yaldızlı da olsa, başka bir yolun sizi sahili selâmete çıkarmayacağından emindiniz. Onun için yerinizi iyi tespit etmiş ve zerre miktar kaymamıştınız. İşte bu sadakatiniz, gökler ötesini harekete geçirmiş ve hakkınızdaki hükmü bizzat Allah vermişti. Ve o hükmü şimdi, Allah’ın biricik Rasûlü tebliğ ediyordu. Bu hareketlenmenin sebebi de zaten buydu.

Meğer sabah namazını kılınca Allah Rasûlü, hakkınızdaki fermanı insanlara bildirmiş ve onlar da size müjdeyi vermek için yollara dökülmüşlerdi. Yanına gelip müjdeyi verince, sevincinden kabına sığmıyordun. Tuttun, üzerindeki elbiseni verdin, bir şükür nişanesi olarak. Giyecek başka da elbisen yoktu, emanet buldun ve öyle geldin mescide. Şafak söküp ortalık aydınlanmıştı ya, herkes tevbenin kabulünden dolayı seni tebrik ediyordu.

Ve bulutlar dağılmış, yüzündeki acı tebessüm yerini sevinçten şimşek gibi bir parıltıya bırakmıştı yüzün ay gibi parlıyordu. Selâm verdin. Aldı selâmını. Belli ki O da heyecanlıydı. Zira yanılmamıştı; adamını tanıyordu ve farklı davranmamıştınız. Sevinçle: ‘Müjdeler olsun sana! Doğduğun günden bu yana en hayırlı günün bu gün’ buyurdu. ‘Senin tarafından mı ya Rasûlallah, yoksa Allah katından mı?’ dediğinde, ‘Bilakis, Allah tarafından’ cevabını vermişti. Elbette bu, senin için ayrı bir sevinç kaynağıydı. Mâmelekini Allah ve Rasûlü için bağışlamak istedin, bir kısmını yanında tutmanın daha hayırlı olacağını tavsiye etti.

Fiilini ispat etmiştin ya, bir de sözlerinle te’yit edecektin ve dedin ki:

‘Ya Rasûllah! Allah Teâla, beni doğruluğumla kurtardı. Yine benim tevbemin bir parçası olsun ki, yaşadığım sürece doğruluktan hiç ayrılmayacak, yalanın zerresine tenezzül etmeyeceğim.’

Sözünün eriydin. Zaten geçen günler de bunu göstermemiş miydi?

Doğruluğu şiâr edinmişlere bugün ne güzel misalsin!... Zamanında atılması gereken adımları atamayıp yolları çıkmaza sokan bizlere ne ince mesajların var!? Zaman değişse, asırlar başkalaşsa da her dönemin bir seferi, her devrin de bir neferi var; öyleyse bugünkü hamlelerde geri kalmak ne büyük fecaat! Arkadan bile olsa yetişip kervana katılmak da ayrı bir saadet değil mi? Bugün ne vahiy var inmeye devam eden, ne de mesele kendisine götürülüp hall ü fasl eden Nebi aramızda! Kalmamak için yollarda ebedî, yolunu rehber kılmak, iradeyle yolda sabit kadem kalmak gerek.

Sabır adına gönül havzını olabildiğince geniş tutarak tevbe kahramanı Ka’b misali öyle bir tevbe etmek gerektir ki, o gün konuşan sema sana da devâ olsun ve sırtın sıvazlansın. Hüsnü akıbet için ve kendine rağmen olumsuzluğun her türlüsüne katlanmak ayrı bir sabır; Hakkın hatırına, yılanla çıyanla yaşamayı bilmek de ayrı bir meziyet değil mi!?

Author: Dr. Reşit HAYLAMAZ - min read. - Post Date: 01/01/2023