İBÂDET, UBÛDİYET VE UBÛDET





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/16/2022
Clap

Meşakkat ve külfetle edâ edilip, havf ve recâ derinlikleri bulunan niyet ve ihlâs yörüngeli bütün mâlî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir.

Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma mânâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı mânâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi mânâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.

İbâdet, “Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme mânâlarına gelmesine mukabil; ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma” şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü,[1] daha farklı şeyler de ihtivâ etmektedir.

Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilip, havf ve recâ derinlikleri bulunan niyet ve ihlâs yörüngeli bütün mâlî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn Fârıd da:

وَكُلُّ مَقَامٍ عَنْ سُلُوكٍ قَطَعْتُهُ         عُبُودِيَّةٌ حَقَّقْتُهَا بِعُبُودَتِي

“Seyr u sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim.” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.[2]

Ayrıca sofîlerden bir kısmı,

ibâdeti avamın kulluk hizmeti,

ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife,

ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirmeleri şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücahede[3] insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı,[4] üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların[5] hâli olarak yorumlanabilir.

Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “ibâdet-i zâtiye-i mutlaka” ve “ibâdet-i sıfâtiye-i mukayyede”ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbûd, Görüp/Gözeten-görülüp/gözetilen münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibarıyla hep bu ruhu temsil etme ve hep bu mânâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu mânâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki;[6] bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır:

  1. Sırf cennet arzu ve iştiyakıyle îfâ edilen ibâdetler.
  2. Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.
  3. Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.
  4. Abd-Mâbûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler..

bazıları, bunlardan birincilere “tâcirân”, ikincilere “bendegân”, üçüncülere “sâdıkân”, dördüncülere de “âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbiatü’l-Adeviyye’nin: “Yâ Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakıyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim.” sözleri bu konuda ölçü gibidir.[7]

Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibarıyla onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük ilâhî pâyelere bile bir mânâda fâikiyeti vardır; fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce “ عَبْدُهُ ” demiş, sonra “رَسُولُهُ” sözüyle bu mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Kezâ, O “Şeref-i Nev-i İnsan” ve O “Ferîd-i Kevn ü Zaman”ı miraç adı altında, gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: أَسْرَى بِعَبْدِهِ iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu hususî fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda,[8] mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme can olduğu ve “sübühât-ı vech” şualarının hoş-âmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, bin bir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى “Kuluna vahyetti ha vahyetti.” denmesi ne mânidardır!..

Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”

Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı mânâlar da yüklemişlerdir:

* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.

* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.

* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyâsının gölgesi bilip ona göre davranma ve onları gasp ve temellük edip övünmeme, üzerindeki Hakk’ın ihsanlarını görmezlikten gelerek de miskinleşmeme.

* Ayrıca, her zaman vicdanda O’na intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz ü atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.

Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur.[9] Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyet bulunmanın dışında her şeyden kalben tecerrüd etme mânâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibarıyla da gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.[10]

Bu ince hususa dikkati çeken bir Hak dostu:

بَندْ بَكُسِل بَاشْ آزاد اُى پَسَر     چَندْ بَاشِي بَندِ سِيمُ وبَندِ زَر

“Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.

Ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî de: “Kul, Allah’tan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez.” tembihinde bulunur.

Bir başkası, bir adım daha atarak; duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbeâtının bile ağyâra kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:

كُوس نَامُوس اَرْ زَنِي اَز چَرخِ اَنْجَمْ بَر گُزَر  چُون دَفِ رُسْواييست إِين پُر جَلال چَنْبرست

“Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”

اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضَى وَأَصْحَابِهِ ذَوِي الْوَفَاءِ

 

* Bu makale, Ağustos, 1993’de Sızıntı Dergisi’nde neşredilmiş, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1. ciltte yayınlanmıştır.

 

[1]

نَعْبُد fiili muzari, nefsi mütekellim maal gayrdir. Kelime iştikak olarak “abede”, “ubudet”, “ubûdiyet” veya “ibadet" kelimelerinden iştikak etmiştir.

Abede, bir işi azim ve hırsla yapmaktır.

Ubûdet, “tevâzu gösterme ve yüzü yerlere sürme”, demektir.

Ubûdiyet ise, sistemli olarak, tanıdığı Mevlâ’sına karşı ta’zimat ve tekrimatta bulunmanın adıdır.

Ve ibadet de hudû ve huşû içinde Mevlâ’nın istediği şekilde yapılan kulluktur.

Yani sen, alabildiğine azimli, kararlı ve nazarını O'ndan başka bir şeye çevirmeme gayreti içinde yüzünü yerlere süreceksin. O'nun büyüklüğünü kabul senin küçüklüğünü idrâk şuuruyla; hem de gelişigüzel, sistemsiz değil; O’ndan aldığın bir sistem ve ölçü içinde, ciddi bir huşû ve hudû O'na karşı arz-ı tekrimat ve ta’zimat şeklinde takdim edeceksin. Ben kulum Sen Mevlâ’sın, ben köleyim Sen Seyyid’sin, ben âfâkta gezen dolaşan perişan bir varlığım, Sen ise “bana ne zaman geleceksin” diye bekleyen Mevlâ-i Müteâl’sin... İşte إِيَّاكَ نَعْبُدُ  derken bütün bu mânâlar kasdolunmaktadır. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)

[2]

İnsan, hayatının her ânını ilgilendiren İslâmî emirleri yaşaya yaşaya kendine mal etmelidir. Bu nokta yakalandığı takdirde kötü huylar o insanda fazla barınamazlar. Ferdin, yakalaması gereken bu nokta, cemâat için de, cemiyet ve millet için de aynen geçerlidir. Kötü huylardan arınmış ferdlerden meydana gelen bir cemiyette kötü niyetliler barınamaz. Bu sebeple, ibadet ü tâata, evrâd ü ezkâra çok ehemmiyet verilmelidir. Çünkü ibadet ü tâat, bizi şerlilerin şerrinden muhâfaza ettiği gibi, böyle bir hassasiyet, içimizde kötülüklerin ve kötü insanların, hatta yabancı zihniyet ve yabancı düşüncelerin kök salıp gelişmesine izin vermez. İbadet ü tâat, bu yönüyle insan ve toplum hayatı için en büyük sığınaktır. Kaldı ki, iman ve ibadetin, aksine ihtimal verdirmeyecek şekilde insanın rûhunu sarması ve bütün dünyasını kuşatması için de yine TEMRİNÂT şarttır. (Fasıldan Fasıla, 1)

[3]

İnsanın teşebbüslerinde ciddî olması, güç ve tâkatını tam olarak ortaya koyması diyebileceğimiz mücâhede; gönül erbabınca,

  • iradenin hakkını vermek,
  • nefis ile savaşmak, onu yenebilme yollarını araştırmak,
  • bedenin istekleriyle dinin emirleri –velev müstehab ve âdâb olsun– çakıştığında tercihlerini her zaman din istikametinde gerçekleştirmek;
  • yemede, içmede, uyumada, konuşmada zarurî olanla iktifâ edip,
  • ibadet ü taat ve hayrât u hasenâtta iyiliğe doymamak demektir. (“Mücahede”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[4]

Hak yolunda ve O’ndan ötürü iman ve ehl-i iman uğrunda candan geçilmesidir ki, civanmertliğin zirvesi sayılır. (“İsar”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[5]

Hem yüzer mucizât-ı bâhiresine ve âyât-ı kàtıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'ân-ı Hakîmin olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktâbı olan evliyalar ve ukul-ü münevvere erbabı olan asfiyalar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet-i celâline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar. (3. Şua)

[6]

İhsana ulaşabilmek için, duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir imana bina edilmesi, iman gerçeğinin İslâmî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile ilâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise Hak murakabesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır. Evet, اَلإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” hakikatince, yapılan her şeyi arızasız ve Cenâb-ı “Şâhid-i Ezelî”nin nazarına arz edilebilecek şekilde, inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve lâtîfe-i rabbâniye buudları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhûru, taşması ve intişârıdır (İhsan, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[7]

Cenâb-ı Hakk’a teveccühte, ibadet ve dualarda bir kulluk sırrı (sırr-ı ubûdiyet) vardır. Yani onlara yüklenen mânâları kul bilemeyebilir; ama sırf emredildiği için onların gereğini edâ eder ve böylece emre âmâde bir kul olduğunu gösterir. Kulluk vesilesiyle, kalbin, ruhun, hissin ve sırrın beslenmesi; Allah’a (celle celâluhû) teveccühü gibi maslahatlar hâsıl olabilir. İnsan biraz düşündüğünde bunlar dışında başka bir kısım hikmet ve faydaların meydana geldiğini de görebilir.

Mesela, zekâtın bir İslâm köprüsü ve fakir ile zenginleri yan yana getirici, ısındırıcı, nifak ve şikakı önleyici bir tedbir olduğu akılla anlaşılabilir. Haccın bir seyahat ve tenezzüh olarak insanı dinlendirdiği, ona yeniden kendine gelme fırsatı verdiği ve aynı zamanda onun âlem-i İslâm çapında bir kongre olduğu düşünülebilir. Oruçla, insan nefsinin itaati öğrendiği, bir nevi perhiz yaptığı ve sıhhat bulduğu neticesi çıkarılabilir.

Fakat bir mü’min ibadetlerini kat’iyen bu fayda ve maslahatlara bağlamaz. Çünkü o bilir ki, ibadetlerde “taabbüdîlik”; yani hikmet ve maslahatları ne olursa olsun, onları anlasın ya da anlamasın, nasıl bildirildi ve emredildi ise ona göre hareket etmek ve o emirde kendi aklının almadığı daha pek çok hikmetler olabileceğini düşünmek esastır. Zekat, oruç ve hacda olduğu gibi namazın belirli vakitlere tahsisi, rek’at sayısındaki farklılıklar, rükû, sücud ve kıyam gibi hususî hareketler için bazı hikmetler aklına gelse de mü’min, bunları her şeyden önce Rabb’imiz böyle emrettiği için bu şekilde yerine getirir ki, fıkıh metodolojisinde ibadetlerde gözetilen bu hususiyete “taabbüdîlik” denir.

Taabbüdî olan şeylerin önemli bir yanı şudur: Siz yaptığınız şeyle, ondan sonra Cenâb-ı Hak tarafından size lütfedilen şey arasında tenâsüb-i illiyet (sebeb-sonuç ilişkisi) prensibine göre bir münasebet göremezsiniz. Mesela, namaz kılarsınız, dünyevî-uhrevî, kalbî-ruhî, aklî-hissî öyle matluplarınız hasıl olur ki, bu nasıl oldu diye şaşırırsınız. Burada ince bir nokta vardır; taabbüdîlik, taabbüdîlik hesabına işler ve sizde sadece emredildiği için ibadet etme duygusunu geliştirir.

Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mucizelerini düşünürseniz, yerdeki bir parmağın kalkmasıyla kamer nasıl iki parça oluyor; parmağıyla işaret edince ağaç nasıl onun yanına geliyor; mübarek elini bir yemeğin üzerinde bir iki defa gezdirince o yemek nasıl bereketleniyor, on kişilikken yedi yüz kişiyi doyuruyor!... Bütün bunlarda tenâsüb-i illiyet prensibine göre, meselenin makul yanı olmadığından öyle anlaşılır ki Allah (celle celâluhû), hususî bir lütufta bulunuyor. Aynen öyle de, insan kendi ibadetleri ve onlardan hasıl olan neticeyi gördükçe; tavırları, davranışları, ruhî ve kalbî hayatı açısından lütuf ve nimetlere mazhar oldukça taabbüdîlik mülahazası da artar.

Ayrıca taabbüdîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhû) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Onun rıza ve hoşnutluğunu arama duygusunu besler. Hatta sadece farz ibadetlerde değil; insanın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatıyla alakalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbüdîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâların olduğu hususu daha çok görülse de, onlarda bile “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Ve kul ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbüdîlik mülahazasına bağlı yaparsa, kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bunu Üstad Hazretlerinin sözüyle irtibatlandırabilirsiniz: İnsan yaptığı bir kısım âdetlerini Allah rızası için yapar, onları sağlam bir niyete bağlarsa, mesela Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uyma niyetiyle onun gibi yer, onun gibi oturur kalkar ve her hareketinde ona benzemeye çalışırsa âdetlerini dahi ibadete çevirmiş olur.

Taabbüdîlik esasının temelindeki espri şudur: Cenâb-ı Allah hakikî Mâlik ve hakikî Mutasarrıf’tır; insanlar da onun kulları ve dolayısıyla mülküdürler. Mülk sahibi, mülkünde istediği tasarrufu yapar. Öyleyse, o bizim tavır ve davranışlarımızı belirlemede de “Mutlak Hâkim”dir. Bununla beraber, Allah (celle celâluhû) âdiyât içinde insanlara bir hilafet mânâsı vermiş, eşyaya müdahale etme hakkı tanımıştır ki, bu izâfî bir mâlikiyettir. İnsanlar, “Mutlak Hâkim”e, “Mutlak Mutasarrıf”a taabbüdîlik mülahazasıyla mutlak teslim ve tâbi olmalı; âdiyatta da eşyaya müdahale etme mevzuunda kendilerine tanınan izâfî ve nisbî hakkı kullanmalıdırlar. Ama bu hakkı kullanırken de bilmelidirler ki, asıl mal sahibi ve “Müsebbib-i Hakikî” Allah’tır.

Allah Teâlâ kâinatta âdât-ı Sübhâniye diyebileceğimiz, dâfia-câzibe (itme-çekme) kanunu, sürtünme kanunu, yerçekimi kanunu gibi bazı kanunlar yaratmıştır. Mesela, otlar ve ağaçlar toprakta kuvve-i inbâtiyesini bulduğu, güneşle temasını devam ettirdiği ve bir de suyla buluştuğu sürece büyür, gelişir ve verimli olur. Bitkilerin su vesilesiyle gelişip büyümesi, meyve ve ürün vermesi de Allah’ın bir kanunudur. Aslında sulamadan hasıl olacak neticeyi yaratan Allah’tır (celle celâluhû); ama onu bir sebep olarak halk etmiştir. Biz bu sebebi bilince devrin şartlarına, ilim, teknoloji ve idrakine göre değişik sulama usulleri geliştirir ve onları tatbik ederiz. Tohumu atarken, o tohumdan beklenen neticenin en azamî derecede hasıl olması için nasıl bir ekme metodu uygulamak gerekiyorsa onu arar, bulur ve uygularız.

Fakat daha tohumu atarken de “Benim yapıp ettiklerim sadece bir sebeptir. Ürünü verecek Allah’tır. Bunları büyütürse o büyütür. Bire iki verirse o verir. Fakat izzet ve azametine sebebleri perde yapar” deriz. “İzzet ve Azamet ister ki, esbâb perdedârı dest-i Kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve Celâl de ister ki, esbâb elini çeksin tesir-i hakikîden” mülahazasına bağlı kalırız. İşte böyle bir meseleyi dahi taabüdîliğe bağlayarak Allah’a (celle celâluhû) kulluk eder; o, bize izafî de olsa eşyaya müdahale hakkı ve imkânı verdiği ve bunu da emrettiği için sebepleri yerine getirirsek asıl kulluk şuurunu yakalamış oluruz. (Kırık Testi)

[8]

Vâsıl, cismanî vuslatlardaki humûdet ve durgunluğun aksine; her zaman bir hareket, temâşâ, teveddüd ve teârüfe programlanmış gibi hep aktiftir. Dolayısıyla da, cismanî aşkların vuslatla ölmesine karşılık, vâsılın kalbî ve rûhî hayatının sonsuzla olan münasebetinde bir süreklilik söz konusudur. Bu öyle farklı bir vuslattır ki, hazzı da, zevk-i rûhânîsi de derinleşerek devam eder ve eren, her an yeni bir vuslata eriyor gibi hep taze taze “şeb-i arûslar” yaşar. Böyle bir vuslatı Nesîmî:

Mekânım lâ-mekân oldu,

Bu cismim cümle cân oldu;

Nazar-ı Hak ayân oldu,

Özüm mest-i likâ gördüm.

Bana Hak’tan nidâ geldi:

Gel ey aşık ki, mahremsin;

Bura mahrem makamıdır,

Seni ehl-i vefâ gördüm…

sözleriyle seslendirir ve zılliyet plânında “قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى ” payesine göndermelerde bulunur. Böyle bir vuslatta iradenin nisbîlik ve müessiriyeti mahfuz, cezbe çok önemli bir faktördür. Onun bu önemini vurgulama sadedinde öteden beri “ehlullah” arasında:

 “جَذبَةٌ مِنْ جَذَبَاتِ الْحَقِّ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ الثَّقَلَيْنِ ”

denilerek, cezbe mevhibesinin, ins ve cinnin pek çok ibadetle elde edebilecekleri bir kurbet vesilesi olduğu hatırlatılagelmiştir.

Cezbe, bazen sâlikin, ciddî bir kasd, teveccüh ve kararlılığına ilâhî bir lütuf olarak gelir ve bir hamlede onu “evc-i kemâlât”a çıkarır. Bazen de Cenâb-ı Hak, sâliki, yol meşakkatinden, seyahat külfetinden sıyânet etmek için, cüz’iyet planında ve zılliyet çerçevesinde “ سُبْحَانَ الَّذي أَسْرَى بِعَبْدِهِ” hakikatine tebeî bir mazhariyetle hissedar eder ve bu yolla onu aslı duyma ufkuna ulaştırır. İster öyle, ister böyle, cezbenin Rahmânî bir atâ olduğunda şüphe yoktur. (“Vasıl”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

[9]

Kulluk Nimeti

Diyaneti Allah’a yakınlığın yolu bil ve bütün samimiyetinle dinin eteklerine sarıl. Başını imanın o eminlerden emin sığınağına sok; Yaratan’a teslim olmaya çalış! O’na tevekkülde asla kusur etme ve O’nunla muameleni derin bir edep dairesi içinde sürdürerek gösterişsiz ve gürültüsüz bir mümin olmaya bak! Dolu gönüller, dopdolu cevher kutuları gibi dışarıya ses sızdırmazlar. Doymamış ruhlardır ki, içinde bir-iki yalancı inci bulunan kumbaralar gibi sürekli kulak zarı çatlatırlar. Sen, her an bilmem kaç defa kalbine nazar edildiğini düşün, gönlünü her zaman pak tut ve sadece o ebedî mihrabına yönel! Bugüne kadar o kıbleye yönelenlerden kaybeden, başka kapılardan vefa arayanlardan da kazanan hiç olmamıştır. Aksine o kapıya yönelenler hep diri kalmış ve ebediyete mazhar olmuş ve onun eşiğine baş koyduklarından dolayı da başkalarına kul olma zilletinden kurtulmuşlardır. Onu bulup, O’na yönelip O’nun huzurunda iç dökmek bir tesbih ve tazim; susmak ise bir murakabe ve tefekkürdür. O’nun maiyyetine erenler, çölde yaşasalar da hep ab-ı hayat etrafında dönüp durmuş; her işini O’na bağlayanlar –dikenler onlardan uzaktır ama - diken ektiklerinde bile gül dermişlerdir. Yolları –olmaz ya- gidip cehenneme dayandığında dahi bunlar berd ü selâm yaşamışlardır. İşte onların vird ü zebanı:

Hakk’a kul olanlar kula kul olmaz,

Kulluğa erenler yollarda kalmaz..

Ruhlarında vuslat, ruhlarında haz,

Âlem aldansa da onlar aldanmaz. (Beyan)

[10]

Hürriyet Ve Kulluk Arasındaki Telâzum

Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.

İşte Asr-ı Saâdet (Münazarat)

***

İman, kendi çerçevesiyle bir insanın gönlüne girince, o kimsenin kâinat, eşya ve Allah hakkındaki düşünceleri birdenbire değişir, derinleşir ve bütün mevcudâtı bir kitabın sayfaları gibi çevirip değerlendirebilecek bir genişliğe ulaşır. O güne kadar şöyle-böyle çevresinde görüp fakat alâka duymadığı, hattâ cansız ve mânâsız bulduğu bütün eşya birden canlanır, birer dost, birer arkadaş şekline bürünür ve şefkatle onu kucaklarlar. Bu sımsıcak atmosferde insan kendini, kendi kıymeti ölçüsünde duymaya başlar.. varlığın şuurlu biricik parçası olduğunu idrak eder.. kâinatın sahife ve satırları arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yolların sırrına erer.. eşyanın perde arkasına dair esrarı sezer gibi olur.. derken, üç buutlu mekânın dar mahbesinden kurtulur ve kendini sonsuzun enginliklerinde bulur.

Evet her mü’min, imanının derecesine göre her zaman benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir, mekân üstü varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler. Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık, ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği ölçüde, inbisat eder; yere-göğe sığmayan, önü-sonu olmayan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere ulaşan aşkın bir varlık haline gelir. Bizim aramızda dolaşır, bizimle oturur kalkar; ayakları ayaklarımızı bastığımız yerde, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhdadır ama o, başıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka haline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kullanır ve bir hamlede Allah’a en yakın olma ufkuna ulaşır.. ruhanîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği içinde uhrevîler gibi yaşar. (…) her zaman değişik bir frekansta göklerin “hay-huy”u ile murakabeye dalar; meleklerin kanat seslerini duyar gibi olur.. (…) Her zaman başı yerde, gözü bir nigâh-ı âşina beklentisiyle hep kendisine açılacağı ümidini taşıdığı kapının aralığında; ümitle gözlerini açar-kapar.. iştiyakla kapının arkasını kollar.. gaybetin ve gurbetin savulup gideceğini, huzurun ve kurbetin bir sekine gibi gelip ruhunu saracağı eşref saatleri bekler.. (Işığın Göründüğü Ufuk)

***

Bizler her an Cenâb-ı Hakk'ın, başımızdan aşağı yağdırdığı binlerce lütfuna mazharız. Bunlardan pek çoğu da bizim için hayatî değer arzetmektedir.

Bizler için tanınan hayat hakkı, ferdî ve içtimaî şuur ve bu şuurun sevkiyle teşkil edilen cemiyet ve bu cemiyetin salâhı, şükrünü eda etmekten aciz olduğumuz büyük ve çaplı nimetlerdir. Ayrıca, şahsî hayatımızı donatan sayısız nimetlerin yanında, hayatımızı ilim ve sâlih amelle tezyin etmemize müsâade buyurulması ve neticede de cennet ve Cemâl-i Bâki'yle müşerref olma gibi nimetlerin bizi beklemesi, takdir ve hayranlıkla sînelerimizi coşduracak büyük atiyelerdir. Hele bu saadete erebilmemiz için “lütfen” hürriyetin ihsan edilmesi, kelimelerle anlatılacak gibi değildir. Evet, hürriyet büyük bir nimettir. Hakiki ma’nâ ve tonunu da Allah'a kullukta bulur. Biz kayıt ve prangalarımızın bir ucunu Cenâb-ı Hakk'a teslim ettiğimiz zaman gerçek hürriyete kavuşmuş oluruz. Mevlânâ'nın: “Her köle âzad olduğu zaman sevinir. Ben ise, Sana köle olduğum zaman şâd ve mesrurum” ifadesi bu hakikati ne güzel izah eder.

Cenâb-ı Hakk bizi kendine bağlamakla bize hürriyet vermiştir. Hürriyet; insanın kendi hukukuna mâlik olması demektir. Kendini idare edecek bir hukuka mâlik olmayan insan esir ve köledir. Binâenaleyh vaz-ı İlâhi olan kanunlarla idare edilmeyen ve bu kanunları tahrip ve tebdil eden, beşerî kanunlarla insanı idare etmeye çalışan kimseler, bizi, kayıt ve esaret altına alıyorlar demektir. Onun içindir ki Allah'a kulluğu kavrayamamış bir kimsenin hürriyetinden de söz edilemez. “Ben hürüm ve Allah’ın kuluyum” diyebilme vahdetin ifadesidir. “Başkalarının görüp gözetmesi altında hayatımı tanzim ediyorum. Başkalarının vaz’ıyla idare ediliyorum” mânâsına gelen bir ifade ise, esaret ve köleliği itiraftır. Hürriyet asla Allah’a kulluktan tefrik edilemez. İkisi arasında telâzum vardır yani gerçekten Allah’a kulluğunu tam hissedememiş, yani O’nunla doyamamış bir kimse, hürriyetin de ne demek olduğunu kat’iyen bilemez. Onun gönlünde o kadar mevhum ilâhlar vardır ki, memleketinde kahramanlaştırılan her-hangi biri ona ilâh olabildiği, olabileceği gibi, herhangi bir kuvvetli adam da ona ilâh olabilir. Çünkü o, kalb birliğine varamamış, kalbini tek noktaya teksif edememiş ve hürriyet havasını soluklayamamıştır. İşin en acı yanı da, böyle fertlerin meydana getireceği cemiyetin de devamlı esaret altında olacağıdır. Bugün çevremizdeki milletlerin bütünü esaret altındadır ve bunun sebebi de hürriyet nimetine karşı nankörlüktür. Evet hürriyet nimetinin kıymetini bilmeyenlerden Allah da hürriyet nimetini almıştır. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)

***

Onlar, içinde yaşadıkları toplumla, gökler ötesi yüce hakikatlar arasında spiral bir kordon gibidirler. Uğursuz ellerde ellibin defa, sağa sola bükülüp hırpalansalar dahi, katiyen kopmazlar. Defalarca cehennemlere dalıp ateşleri göğüsledikleri, defalarca örsten çekiçten geçtikleri için, ne ateşlere atılmadan çekinir ne de “zulmün güllesi, bombası” karşısında paniğe kapılıp ricat ederler.

Onların nazarlarında, gerçek hürriyet, hakka esârettedir. Bu itibarla, Hakk uğrunda, nefislerine çektirecekleri her şeyi, bir ibâdet neşvesi içinde yapar ve bundan da sonsuz bir zevk duyarlar. Hele, beşerî istek ve arzularını da bütün bütün aşmış ve gönülde varlığa ermişlerse... (Buhranlar Anaforunda İnsan)

***

İlâhî varidattan uzak, dinî temellerden yoksun düşünceler, insanı dünyevîliğe iter. Başına gelen hâdiseleri değerlendirirken, mesela inanç perspektifinden bakmıyor/bakamıyorsa “Şöyle olsaydı, böyle olmalıydı, neden böyle sonuçlandı” der, kendini yer bitirir. Ama Allah’a iman, kadere teslimiyet, takdire inkıyat ile aynı hâdiselere baksa elde edeceği netice farklı olur. Evet, insan gerçek hürriyete kavuşmak istiyorsa Allah’a (celle celâluhû) ve ondan gelen her şeye teslim olmalıdır. Teslimiyetten uzak ruhlar, ölü vücutlar gibidir. Cesetten farkı yoktur onların. Bu sebeple insan, onunla irtibatını bir ney gibi sürekli seslendirebilmeli; inleyebilmelidir. Mülâhazalarında hep Cenâb-ı Hak olmalı, hep onu düşünmeli, her işini onun rızası istikametinde yapmalı veya en azından o gayret içinde olmalıdır. Evet, insan az dahi olsa bu hakikate inansa, inanın ne burada ne de ötede kaybetmez. (Gurbet Ufukları)

***

(Geleceğin mimarları) Gönül eridirler: İçleri aydın, duyguları duru, düşünceleri iç içe mârifet peteği ve atmosferleri huzurdan bir Cennet’tir. Onlarla hemhâl olanlar saadet bulur. Onlardan uzak kalan huzurdan da uzak kalır.

Gönülleri hür ve alabildiğine serazattır. Hiçbir fâni kement, o sülün boyunlara tasmalık edememiştir. Ne var ki, Hakk’a esaret de onların en yüce şiarıdır. “Kul oldum, kul oldum... Her bende, hürriyete erince şâd olur. Ben Sana kulluğumla gıpta ve sevince erdim.” (Mevlâna) sözü, gönüllerinin hürriyet ve esaret destanıdır. İhtiraslar onların ufkunu kirletmez. Şehvetler, dünyalarında konaklayacak yer bulamaz. Onların geceleri, sabah duruluğunda, gündüzleri de cennetasâdır. (Çağ ve Nesil)

***

Evet, artık bizler, bedenî hazlarının esîri ve alçaltıcı duygularla her gün biraz daha sefîlleşen çehreleri görmek istemiyoruz. Bizler, hakka esir olmakla, vicdanında huzura ermiş ve zâlimlerin karanlık ve şâibeli işlerinden uzak kalabilmiş, nâsiyesiyle semâvî güzellikleri aksettiren, temiz sîmâları görmek istiyoruz. İnanç ve ümîdin, hizmet ve sevincin, sevgi ve insanlığın rengârenk birer çizgi hâlinde billûrlaştığı bu çehreleri, mesut ülkenin koruyucu melekleri sayıyor ve alkışlıyoruz. (Buhranlar Anaforunda İnsan)

***

Yeni insan, her türlü hâricî te’sirlerden sıyrılabilmiş ve kendi kendine ayakta durmaya kararlı bir şahsiyet insanıdır. Doğu-batı, ayağına pranga vurup onu esir edemeyeceği gibi, mana köküne ters “izm”ler de, ona yol-yön değiştirtemeyecek ve hatta yerinden kıpırdatamayacaktır. Evet onun, düşüncesi hür, irâdesi hür, tasavvurları hür ve hürriyeti de Allah’a kulluğu ölçüsündedir. Başkalarına benzemeye, başkalarına özenmeye değil, kendi kendine benzemeye ve Tarihî dinamiklerle bezenmeye çalışacaktır. (Zamanın Altın Dilimi)

***

İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi' ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.

İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar. (İşaratü’l-İcaz)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/16/2022