Editörden: Her Şeyin Başı Sağlam bir İman





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2022
Clap

İmanı bir fanusa benzetecek olursak, fanusun içindeki ışık iman, fanus ise amellerdir. Bu sebeple kalpteki iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması ibadetlerle, salih amellerle mümkün olabilir.

İman kelimesi inanmak, güven vadetmek, başkalarının emniyetini temin etmek.. ya da emin, güvenilir ve sağlam olmak manâlarına gelir. Dini bir terim olarak iman ise, Peygamber Efendimiz'in (aleyhissalatu vesselâm) yüce Allah'tan getirdiği kat'î olarak bilinen hükümlerde (zarûrat-ı dîniyede) O'nu tasdik etmek, haber verdiği şeyleri tereddütsüz olarak kabul etmek, bunların gerçek ve doğru olduğuna kalben inanmak demektir. Bu aynı zamanda vicdanî itiraf ve kalbî iz'an demektir. İmanı tarif ederken, kalb ile tasdikin yanında 'dil ile ikrar' ifadesini ekleyenler de olmuştur. Ancak, âlimlerin çoğunluğu dil ile müslüman ve mü’min olduğunu söylemenin yalnızca dünyevî hükümlerin uygulanabilmesi için bir şart olarak kabul ederler. Buna göre dil ile ikrâr, imanın aslı ve gerçeği değil de, şartı olarak değerlendirilir. Dilsizin imanı geçerli olduğu gibi, küfre/inkâra zorlanan kişi hayatî tehlike karşısında dili ile inkâr ettiğini söylese bile, kalbi olarak imanını koruduğu için imanı geçerlidir

İmanın kitaplarımızdaki bir başka tarifi şu şekildedir: İman, insanın aklını kullanması veya âfâkî (kâinat) ve enfüsî (kendisini) tefekkür neticesinde Allah'ın, insanın içinde yakacağı bir meşaledir.

İnsanlığın en mühim meselesi olan iman gerçeğini “tasdik edilmesi gereken hususlar/esaslar itibariyle” şöyle değerlendirilebilir:

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), iman edilmesi gereken hususları;

  • Allah'a,
  • meleklerine,
  • kitaplarına,
  • peygamberlerine,
  • âhiret gününe ve
  • kadere iman olmak üzere altı esas içinde özetlemiştir. (Bkz., Müslim İman 1; Ebu Davud Sünnet 15.)

Cibril hadisi olarak bilinen bu nebevî beyanda iman, İslâm ve ihsan kavramlarıyla birlikte ele alınır. Burada birbiri ardınca zikredilen üç kavramın sonuncusu olarak ihsan, “Allah'ı görüyor gibi kulluk yapma” şuuru olarak belirtilir. Bu, bize şu gerçeği işaret etmektedir: İnsanın böyle bir şuur ufkunu yakalayabilmesi, ilk önce düşünce ve tasavvurlarını, esaslarını dinin belirlediği sağlam bir imana bina etmesi gerekir. Bu imanını da -namaz, infak, oruç gibi- İslâm'ın amelî/pratik değerleriyle perçinlemeli ve derinleştirmelidir. Netice itibarıyla da “ihsan” ufkunu hedeflemelidir.

***

İman, kişinin Cenab-ı Hak’la irtibata geçmesinin adıdır. İmansızlık, bütün faziletleri sıfırlayacak kadar korkunç bir cinayet ve bütün varlığa karşı hakaret tavrının adıdır ki bu hal, mü’minden çok uzaktır.  İnsan, yerinde kendi özünden varlığın derinliklerine yollar vurmak ve yerinde de varlıktan değişik kesitler alıp özünde değerlendirerek iman ve düşünce dünyasını inşa etmekle sorumlu tutulmuştur. Bu, onun ruhunda saklı bulunan insanlık gerçeğinin ortaya çıkması demektir.

İnançsızlık, tıkalı ve boğucu bir sistemdir. İnançsız bir insan nazarında varlık kaosla başlamış, rastlantıların ürperten belirsizlikleri içinde gelişmiş ve süratle de dehşet veren bir sona doğru kaymaktadır. Bu sallana sallana, yuvarlana yuvarlana gidiş içinde, ne ruha inşirah veren Rahmanî bir soluk, ne de onu kendi emelleriyle kucaklayacak emniyet esintili küçük bir yer, hatta ayağını basacak bir zemin vardır.

İman esaslarının ihmale uğradığı, dolayısıyla da kalblerin aç olduğu bir dönemde, ilk önce bu hayati meseleler üzerinde durulmalıdır. Nasıl ki aç insana önce muhtaç olduğu temel gıdalar verilir; aynen öyle de her şeyden önce aç gönüllere, ruhları güçlendirip kalbleri kanatlandıracak olan Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere iman gibi iman esasları verilmelidir.

İnanç esasları ilmihal kitaplarında “âmentü - İnandım” terimiyle ifade edilir, iman esaslarını kısa ve öz olarak ihtiva eder. İnanılacak şeyleri ifade eden bu metni ezbere bilmek gerekir:

Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusulihî ve’l-yevmi’l-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve rasûlüh - Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inandım. Öldükten sonra diriliş haktır. Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna da şahitlik ederim.”

İnancımızın temelini ifade eden bu hakikatleri biraz açalım:

İman nedir?

İmanın kelime manası,  bir şeye tereddüt etmeden inanmak, güven vaad etmek, başkalarının emniyetini temin etmek.. ya da emin, güvenilir ve sağlam olmak demektir. Dinî manada ise iman, Allah’ın varlığına ve birliğine, Efendimiz Hz. Muhammed (aleyhissalatu vesselâm)’ın peygamber olduğuna, vahiyle Allah’tan alıp bize bildirdiği her şeyin hak ve doğru olduğuna hiç şüphe etmeden tereddütsüz inanmak ve kabul etmektir.

 

Alimlerimiz imanı icmâlî ve tafsilî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

İcmâlî iman

Peygamber Efendimiz’in Rabbimizden vahiyle alıp tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden topluca inanmaktır. Yani bir insan, mânâsını bilerek ve inanarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” deyip kelime-i tevhidi söylerse icmâlî olarak iman etmiş olur. Bu şekildeki bir iman, imanın ilk derecesi ve İslam’ın ilk temel direğidir. Burada hemen şunu ifade edelim ki, bir insanın mümin sayılabilmesi için icmâlî iman yeterli olmakla birlikte, İslam’ın diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan esasların her birini teker teker öğrenmesi zorunludur.

Tafsilî iman

Peygamberimizin Cenab-ı Hak’tan alarak tebliğ ettiği esasların her birini, açık ve geniş bir şekilde, delilleriyle bilip iman etmektir. Yani altı iman esasını; namaz, oruç, hac ve zekat gibi yapmakla mükellef olduğumuz ibadetleri; içki, kumar ve adam öldürmek gibi yapılmaması gereken şeyleri bilip tasdik etmektir. Bir Müslümanın farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve hayatına yansıtması gerekir.

Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslam’a girmiş olur. Bu iman üzere ölen bir insan, neticede cennete girer. Ancak tafsilî iman ile Müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır ve sağlam temeller üzerine oturur.

 

Tafsilî ve icmâlî iman mukayesesi

İsterseniz meseleyi daha iyi anlayabilmek için bir örnek verelim: Bir pazara büyük bir zatın çeşitli mallarının geldiğini düşünelim. O malların o zata ait olduğu iki şekilde anlaşılır: Biri icmâlî bilmektir ki kişi, “Bu kadar çok ve kıymetli mal, ancak o zatın olabilir. Başkasının bu mala sahip çıkması haddi değildir” diye düşünür. Fakat, bu şekilde bir bilme, kişiyi şüphe ve tereddütten kurtarmaz. Birisi gelip, “Pazara gelen mal bildiğin o kimsenin değil filan kimseninmiş” dese, böyle biri şüpheye düşebilir, hemen o kişiye inanabilir.

İkincisi ise, tafsilî olarak bilmektir. Kişi gider, her kumaş ve her parça üzerinde o zatın mührünü görüp okur. Böyle bir bilgi şüphe ve tereddütten uzaktır. Hiç kimse onu aldatamaz. Birisi gelse, “O mallar filan zatınmış” dese, hemen itiraz eder: “Hayır, o mallar onun değil, falan kimsenin. Ben gittim, her bir malın üzerinde onun mührünü gördüm, okudum” der.

İşte icmâlî imanla tafsilî iman da böyledir. İcmâli iman sahibi biri: “Bu kâinatı içindekilerle birlikte ancak Allah yaratmış olabilir. Allah’tan başkası böylesine bir güce sahip değildir” der. Fakat böyle bir iman sahibi, aynen misalde olduğu gibi şüphe ve tereddütten kurtulamaz. Birisi gelse: “Hayır, kâinatı Allah yaratmadı” dese ve biraz konuşup zahiren mantıki görünen bazı şeyler anlatsa, böyle birinin imanı tehlikeye girebilir.

Tafsilî olarak iman eden biri ise, her varlık üzerinde Allah’ın varlığını, birliğini, her bir şeyin yaratılma açısından Allah’a ait olduğunu ispat eden mührü görür. Böyle birinin imanı öylesine kuvvetlidir ki, en cerbezeci bir kimseyle bile karşılaşsa sarsılmaz, şüphe ve vesveseye düşmez.

 

İman, gelişip inkişaf eder mi?

İmanın kuvveti, kişiden kişiye değişebilir. Bazı insanlar vardır ki, dünyaya meydan okuyacak ölçüde çok güçlü bir imana sahiptirler. Bazı insanlar da vardır ki, iman sahibidir ama inandığı esaslara pamuk ipliğiyle bağlı gibidir. O yüzden imanı kuvvetlilik ve zayıflık bakımından ikiye ayırabiliriz:

Taklidî iman: Kişinin anne ve babasından, yetiştiği çevrenin telkiniyle meydana gelen ve âdeta Müslüman bir toplumda doğup büyümüş olmasının tabii bir sonucu olarak gözüken imandır. Böyle bir iman sağlam değildir. Temeli zayıf bir bina gibi her an yıkılabilir, değişik şüphe ve vesveseler karşısında sarsıntıya uğrayabilir.

Tahkikî iman: İmana ait bütün meseleleri delilleriyle araştırıp kavramaya bağlı olan imandır. İşte her müminin yakalaması gereken iman budur. Çünkü iman sahibi bir insan, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincinde olmalıdır. Özellikle inançsızlık rüzgarlarının dört bir yandan estiği günümüzde bir müminin, imanını taklitten tahkike çıkarması bir zaruret haline gelmiştir.

Tahkikî imanı elde eden bir mümin her şeyde İlâhî rahmetin izini, özünü görür. Her şeyde O’nun hikmetini, adaletinin güzelliğini müşahede eder, tam bir teslimiyet ve rıza ile Rabbinden gelen musibetleri teslimiyetle karşılar. Hayatın zorlukları karşısında dirençli olur. Böyle kimseler, çeşitli musibetlere maruz kalanlara karşı Cenab-ı Hakk’ın merhametinden daha çok şefkat göstermez ki, elem ve azap çeksinler. Böylece sadece ahiret hayatında değil, dünya hayatını dahi saadet içerisinde geçirirler.

Ayrıca tahkikî imanın insana kazandırdığı en mühim fayda, insanı nefsin ve şeytanın vesveselerine kapılmadan huzurlu bir şekilde kabre imanlı olarak gitmenin en büyük vesilesi olmasıdır.

 

İman ile amel arasındaki irtibat

Amel, insanın zaruri ihtiyaçları olan yeme-içme gibi faaliyetlerinden hayatta yaptığı diğer işlere kadar yaptığı her şeydir. İbadetler açısından amel, imanın aksiyon hale getirilerek pratik hayata yansıtılmasıdır. Bu yönüyle pratiğe dökülecek olan esaslar, nazarî olarak inanılacak şeylerin bir takviyecisi konumundadır. Dolayısıyla amelî hayat olmadan pratiğe yansımayan bir inancın ayakta durması zordur. İnsanın, kalbinin sonsuz iklimlerine açılıp, hakiki imana doğru kanatlanması iman-amel bütünlüğüyle mümkündür. Bu yüzden insan, inandığı istikamette yaşamak ve ayrıca ameliyle de inancını desteklemek zorundadır.

Amel, yani ibadet imanı destekleyen en önemli unsurdur. Ancak amel, imanın bir parçası, olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dini esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle dinin emirlerini yerine getirmemiş, getirememiş veya yasaklarını çiğnemiş olan bir kimse işlediği günahları, helal saymadığı sürece mümin sayılır.

Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde iman ile salih amel yanyana anlatılmış, müminlerin salih ameller işleyerek maddi-manevi gelişmelerini sağlamaları ısrarla vurgulanmıştır. İmanı bir fanusa benzetecek olursak, fanusun içindeki ışık iman, fanus ise amellerdir. Bu sebeple kalpteki iman ışığının hiç sönmeden parlaması, giderek gücünü artırması ibadetlerle, salih amellerle mümkün olabilir. Esasen kalb, Efendimiz’in de bir hadislerinde ifade buyurdukları gibi, “Her an değiştiği için ona kalb denilmiştir. Kalb, bir ağacın başına asılmış kuş tüyüne benzer. Rüzgar devamlı onun içini dışına çevirir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/408) Buradan da anlaşılmaktadır ki, iman sahibi bir kalbin istikameti salih amele endekslidir.

 

İmanın geçerli olmasının şartları nelerdir?

İmanın geçerli olabilmesi için bazı şartlar vardır:

  1. İman hür iradeyle yapılmalı, ümitsizlik, baskı ve tehdit gibi durumlarda gerçekleşmemiş olmalıdır.
  2. İman esaslarından birini inkar anlamına gelen bir tutum ve davranış imanı geçersiz kılar.
  3. Mümin, “çok günahım var, ben kesinlikle cennete giremem, benim yerim cehennem” türünden ifadelerle Allah’ın rahmetinden ne ümidini kesmeli, ne de “nasıl olsa imanım var, cennetim garanti” diyerek emin olmalı, devamlı korku/endişe ile ümit/reca arasında bulunmalıdır.
  4. “Namaz ve oruç da neymiş” şeklinde ibadetlerin ve dini hükümlerin hikmetsizliği ve gereksizliği yorumunda bulunmak kişinin iman ile irtibatını koparır.
Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2022