İnsan Hakları Bağlamında İrtidat -10





Author: Dr. Yüksel ÇAYIROĞLU - min read. - Post Date: 06/16/2022
Clap

Özellikle Hanefilerin irtidat konusunu had ve tazir cezası olarak değil, savaş hükümlerinin bir devamı olarak ele aldıklarını, siyasi bir suç olarak gördüklerini hatırlayacak olursak, onun modern dönemin şartlarına göre farklı düzenlemelere açık olduğunu ve bir yere kadar siyasi otoritenin yetki sahasına girdiğini söyleyebiliriz.

İrtidat ve ridde kavramları, bir insanın kendi iradesiyle İslâm dininden çıkmasını ifade eder. Dinden çıkan kimseye mürtet denir. İrtidat, İslâm’ın ilk yıllarından itibaren hararetli tartışmalara konu olmuş ve aktüalitesini korumuş bir konudur. İrtidatın mahiyeti, unsurları, hükümleri ve sonuçları bugüne kadar daha çok Fıkıh ve Kelâm âlimleri tarafından ele alınmıştır. Âlimler bir taraftan konuyla ilgili hükümlerin yer aldığı âyet ve hadisleri anlamaya ve yorumlamaya çalışmış, diğer yandan da Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde meydana gelen irtidat/ridde hâdiselerini incelemişlerdir. Özellikle Hazreti Ebû Bekir döneminde yapılan ridde savaşları, konunun anlaşılması adına özel bir öneme sahiptir. Kelâmcılar daha ziyade hangi söz ve fiillerin tekfiri/irtidadı netice vereceği üzerinde yoğunlaşırken, fıkıhçılar mürtedin evliliği, mirası, cezası gibi konuları ele almışlardır.

 

Günümüzde ise irtidatla ilgili tartışmaların odağında genel anlamda insan hakları, daha özelde ise düşünce ve inanç özgürlüğü yer alır. Mürtedin öldürülmesinden bahseden hadislerle, bazı İslâm hukukçularının bu istikamette dile getirdikleri içtihatlar yer yer tenkit edilmektedir. Dininden dönen insanların öldürülmesinin insan haklarını ihlâl edeceği, din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğu dile getirilir. Dolayısıyla biz de burada insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü perspektifinden irtidat konusunu ele alıp değerlendirmeye çalışacağız

 

Konuya girmeden önce şunu ifade etmek gerekir ki, İslâm’ın pek çok meselesinde olduğu gibi irtidat konusunda da oldukça genellemeci ve indirgemeci yaklaşımlar göze çarpar. Çoğu Batılı araştırmacı, konuyu kendi bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışmadığı, tarihî ve siyasi şartları göz önüne almadığı ve sathi değerlendirmelerden kurtulamadığı için suçlayıcı yaklaşımlar sergiler. Modern dönemde, irtidat suçuyla ilgili çok önemli ilmî ve akademik çalışmalar yapılmış olsa da, bunlar yeterince dikkate alınmaz. Konu etrafında önemli izahlar yapılmış, detaylı hükümler vaz edilmiş ve irtidat suçunun oluşması için bir kısım şartlar ileri sürülmüş olsa da bunlar yokmuş gibi hareket edilir.

 

Konunun İslâm’da oturduğu temellere geçmeden önce şunun bilinmesinde fayda var. Dinden çıkma (irtidat) hemen hemen tüm dinlerde suç olarak kabul edilmiş ve ağır müeyyidelere bağlanmıştır. Bunun sebebi ise irtidadın sadece şahsın kendisini ilgilendiren basit bir tercih olarak görülmemesi, bunun ötesinde hukukî, toplumsal ve siyasî yönlerinin bulunmasıdır. Bu sebepledir ki meselâ Yunanlılar ve Romalılar din değiştiren kişilere ölüm cezası vermişlerdir. Aynı şekilde Yahudilik, mürtedin taşlanarak öldürülmesini hükme bağlamıştır. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın da dininden dönenleri engizisyonda yargıladığı ve ateşte yakma dahil çok ağır cezalara çarptırdığı bilinmektedir.

 

İslâm’a gelince, Kur’ân’da irtidatla ilgili herhangi bir dünyevî cezadan bahsedilmez. Aynı şekilde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde dininden döndüğü için öldürülen/cezalandırılan herhangi bir kişi yoktur. Hazreti Ebû Bekir döneminde ridde savaşları olsa da, bu savaşların asıl gerekçesi devlete isyandır. İbn Hazm (ö. 456/1064), Hazreti Ebû Bekir’in bireysel anlamda dinini değiştiren birini öldürttüğüne dair bir bilgi olmadığını ifade eder. (İbn Hazm, el-Muhalla, 12/116) Haber-i vâhid olarak gelen birkaç hadis-i şerifte Allah Resûlü, dininden dönen kimselerin öldürülmesini emreder. Fakat hadis etrafında çok farklı yorum ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Mezhep imamları da ilgili hadislerden ve ridde savaşlarından hareketle konu etrafında farklı içtihatlar ortaya koymuşlardır.

 

Kur’ân’da İrtidat

 

Kur’ân, pek çok âyet-i kerimede Müslümanlara dinde sabitkadem olmalarını, mümin olarak yaşamalarını ve mümin olarak can vermelerini emreder, imandan sonra tekrar küfre girenleri sert bir dille ikaz eder. Onların doğru yoldan saptıklarını, işlemiş oldukları bütün salih amellerin boşa gideceğini, ahirette elem verici bir cezaya çarptırılacaklarını haber verir. Konuyla ilgili âyetlerden bazıları şu şekildedir:

 

“Onlar ki iman ettikten sonra inkâr ettiler. Sonra tekrar iman edip sonra inkâr ettiler. Sonra da inkârlarını artırdılar. . . İşte onları Allah ne affeder, ne de doğru yola çıkarır.” (Nisâ sûresi, 4/137)

 

“Kendilerine doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce fit vermiş; onları uzun emellere düşürmüştür… O halde melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak? Bu böyledir: Çünkü onlar Allah’ın gazabına sebep olan şeylerin peşine düştüler, O’nu razı edecek şeyleri ise beğenmediler. Bu yüzden Allah da onların bütün işlerini boşa çıkardı.” (Muhammed sûresi, 47/25-28)

 

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat ederse), Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir.” (Mâide sûresi, 5/54)

 

“Kendilerine kesin ve açık deliller gelmiş ve Resûlün hak peygamber olduğuna şehadet etmiş iken, imanlarından sonra küfre sapan bir topluluğu Allah hiç hidayete erdirir mi? Yok, yok! Allah, zalimler güruhunu Cennet’e giden yola koymaz, emellerine kavuşturmaz. Böylelerinin cezası, Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lânetine uğramaktır. Onlar bu lânetin içinde ebedî kalacaklardır. Ne cezaları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır.” (Âl-i İmran sûresi, 3/86-88)

 

“Sizden her kim dininden döner ve kâfirlikte devam ederek ölürse, işte onların dünyada da ahirette de yaptıkları boşa gider. Bunlar cehennemlik olup orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara sûresi, 2/217)

 

Kur’ân, bunların dışında daha başka âyetlerde de imandan sonra küfre girenlerden, onların kötü akıbetinden bahseder. Bu âyetlerin bir kısmı münafıklar, bir kısmı ise müminler hakkındadır. (Bkz. Bakara sûresi, 2/108; Tevbe sûresi, 9/66, 74; Nahl sûresi, 16/106) Fakat bu âyetlerin hiçbirinde dünyevî müeyyideden bahsedilmez. Mürtetlere uygulanması gereken herhangi bir hukukî yaptırıma değinilmez. Bilâkis bütün tehdit ve uyarılar ahiret hayatıyla ilgilidir.

 

Son naklettiğimiz âyette, “sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse” ifadesi dikkat çekicidir. Burada “kim dininden döner ve âfir olarak öldürülürse” denilmemiştir. Bazı araştırmacılar buradan hareketle dininden dönen bir kimsenin, Kur’ân’a göre kâfir olarak da yaşamını devam ettirme hakkının bulunduğunu ifade etmişlerdir. (İsmail Yakıt, “Kur’ân ve Sünnette İnanç ve Düşünce Özgürlüğü”, Kur’ân ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, s. 395)

 

Sünnet’te İrtidat

 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah Resûlü’nün irtidat eylemini cezalandırdığına dair bize gelen sahih bir rivayet yoktur. Beyhakî ve Dârakutnî irtidat eden bir kadının öldürülmesinden bahsetseler de bu rivayet hadis otoritelerince zayıf kabul edilmiştir. (Dârakutnî, 4/128; Beyhakî, 8/353)

 

Gerçi Allah Resûlü’nün, Mekke’nin fethinden sonra öldürülmesi talimatını verdiği kişiler arasında mürtetler de bulunuyordu. Fakat unutmamak gerekir ki bunların her biri sözlü ve fiilî tavırlarıyla Müslümanlara büyük zararlar vermiş, suç dosyaları çok kabarık olan kişilerdi. Kaldı ki Allah Resûlü, hakkında ölüm fermanı verilen Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Hazreti Osman’ın ricası üzerine affetmiştir.

 

 Bununla birlikte sözlü olarak gelen rivayetlerde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinini değiştiren kimselerin öldürülmesini emretmiştir. Bir hadis-i şerifte doğrudan, “Dinini değiştireni öldürün.” buyrulurken (Buhârî, İstitâbetü’l-mürteddîn 2), başka bir rivayette, dini terk eden ve Müslüman cemaatten ayrılan kimsenin kanının helâl olacağı ifade buyrulmuştur. (Buhârî, Diyât 6)

 

Nesâî’nin rivayet ettiği başka bir hadis ise şu şekildedir: “Benden sonra fesat çıkaranlar olacaktır. İslâm toplumundan ayrılan kimi görürseniz veya Muhammed Ümmetini parçalamak isteyen kim olursa olsun öldürün!” (Nesâî, Tahrimü’d-dem 5)

 

Mezhep Görüşleri

 

Konuyla ilgili yukarıdaki naslardan hareket eden İslâm mezhepleri genel olarak şu neticeye varmışlardır: İslâm’dan çıkan bir kimse tevbeye davet edilir, aklî ve nakli delillerle ikna edilmeye çalışılır, eğer bir netice alınamazsa ölüm cezasına çarptırılır. Mezheplerin çoğunluğu irtidat suçunu “had cezaları” arasında değerlendirmiştir.

 

Ne var ki konuyla ilgili Hanefi Mezhebi’nin yaklaşımları diğerlerinden farklıdır ve oldukça önemlidir. Hanefiler irtidat konusu ile ilgili hükümleri, temel cezaların ele alındığı “Kitâbu’l-Hudûd” bölümünde değil, devletlerarası ilişkilerin ve savaş ahkâmının ele alındığı “Kitabu’s-Siyer” bölümünde inceler. Bunun sebebi ise onların irtidat eylemini ceza hukukuyla ilgili değil, savaş hukukuyla ilgili bir mesele olarak görmeleridir. Hanefi fakihlerinin irtidat cezasını sadece erkeğe tahsis etmelerinin, dininden dönen kadını ise ölüm cezasından muaf tutmalarının sebebi de budur. Çünkü Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) savaş esnasında kadınların öldürülmesini yasaklamıştır.

 

Merginanî’nin (ö. 593/1197) şu ifadeleri Hanefilerin konuya yaklaşımının güzel bir özetini sunar: “Asıl olan bütün cezaların ahirete tehir edilmesidir. Çünkü cezaların öne alınıp dünyada tatbik edilmesi imtihanın mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu genel kuraldan uzaklaşılmasının (ve bazı cezaların dünyada tatbik edilmesinin) sebebi güçlü bir şerrin bertaraf edilmesidir. Bu şer ise düşmanca tavır almadır. Kadınlar için böyle bir tehlike mevzubahis değildir. Zira onların bünyeleri fiziki mücadeleye ve savaşmaya uygun değildir.” (Merginanî, el-Hidaye, 2/406-407)

 

Hanefilerin konuyla ilgili içtihatlarına bakıldığında, mürtedin dininden döndüğü ve küfrü tercih ettiği için değil, İslâm Ümmetine ihanet ettiği ve düşmanlık beslediği için cezalandırıldığı anlaşılır. Nitekim İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457), Merginanî’nin yukarıdaki ifadelerine şu ilâvede bulunur: “Mürtedin öldürülmesinin illeti, onun düşmanca tavrını engellemektir; yoksa onun inkârına verilen bir ceza değildir. Zira Allah katında onun inkârının cezası, dünyevi cezadan çok daha büyüktür.” (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-Kadîr, 6/72)

 

Aynı şekilde İmam Pezdevî  (ö. 482/1089), İmam Âzam ve İmam Muhammed’e göre mürtedin mücerret olarak dininden döndüğü için değil, düşmanlık ve savaş eyleminden dolayı öldürüleceğini belirtir. (Pezdevî,Keşfü’l-Esrâr, 4/253) Serahsî (ö. 483/1090) de mürtedin öldürülmesinin illetini onun savaşçı olmasına bağlar. (Serahsî, el-Mebsût, 10/109) Bütün bunlar da gösteriyor ki Hanefilere göre irtidat, ceza ehliyetiyle ilgili bir mesele değil, savaş ehliyetiyle (kabiliyetiyle) ilgili bir meseledir. Bu sebeple bazı Hanefî âlimleri, bedensel özürlü veya çok yaşlı olduğu için savaşma kabiliyeti kalmamış kimselere de irtidat cezasının tatbik edilmeyeceğini söylemişlerdir.

 

Hanefiler, aslî küfürle (en başından beri kâfir olanla), ârızî/târî küfrü (sonradan küfre giren kimseyi) birbirinden ayırmamıştır. Onlara göre aslî küfür bizatihi savaş sebebi olmadığı için savaş esnasında sadece muharip vasfına sahip olan kimseler öldürülebilir. Aynen bunun gibi irtidat eyleminde de muharip vasfına sahip olmayan kadınlar öldürülmez. Bu da gösteriyor ki Hanefiler mürtedin öldürülmesiyle ilgili hadislerin manasını “âmm” olarak almamış, bilâkis bu hadisleri savaşta kadınların öldürülmesini yasaklayan rivayetlerle tahsis etmişlerdir.

 

Bilindiği üzere savaş hukuku felsefesi ile ceza hukuku felsefesi birbirinden tamamen farklıdır. Meselâ ceza hukukunda suçlunun cinsiyetinin bir önemi yoktur. İster kadın ister erkek olsun, hırsızlık, zina, katl, iftira (kazf) gibi bir suç işleyen kimseye had cezası tatbik edilir. “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun.” (Nûr sûresi, 24/2) âyetinde kadın ve erkekler ayrı ayrı zikredilir. Aynı şekilde hırsızlık suçuyla ilgili nazil olan şu âyette de kadın erkek arasında bir ayrım yapılmaz: “Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâp ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz.” (Mâide sûresi, 5/38) Şayet İslâm dinini terk etme, had veya tâzir cezasını gerektirecek âdi bir suç olarak görülseydi, Hanefiler kadın ile erkeği birbirinden ayırmaz ve kadını irtidat suçundan muaf tutmazlardı.

 

Hiç şüphesiz Hanefilerin bu içtihatlarında dönemin siyasi şartları etkileyici olmuştur. Zira modern döneme gelinceye kadar devletler arası ilişkiler savaş temeline oturuyordu. İslâm âlimlerinin, dünyayı, daru’l-İslâm ve daru’l-harp şeklinde ikiye ayırmalarının ve buna göre hükümler vaz’ etmelerinin sebebi de o günün sosyo-siyasal şartlarıdır. Din ve devlet arasında sıkı bir irtibat bulunduğunu ve İslâm hukukunun uygulamada olduğunu da göz önünde bulunduracak olursak, din değiştirmeyle “isyan” ve “vatana ihanet” arasında nasıl güçlü bir ilişki olduğunu anlayabiliriz. İslâm âlimleri de dinini değiştiren bir insanı, her an düşman saflarına iltihak edebilecek, İslâm toplumunun sırlarını onlarla paylaşabilecek ve gerektiğinde Müslümanlara kılıç çekebilecek potansiyel bir düşman olarak görmüş ve bu yüzden cezayı hak ettiğini söylemişlerdir.

 

Hanefilerin yanı sıra Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-88) da irtidat eden kadının öldürülmeyeceğini ifade etmiştir. (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/585) Keza Ömer b. Abdülaziz’in  (ö. 101/720) de irtidat eden kadınlara ölüm cezası vermediği rivayet edilir. (Abdürrezzak, el-Musannef, 10/176) Çoğu muasır araştırmacı da Hanefilerin görüşünü destekler. Böyle bir yaklaşımın Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna daha muvafık olduğunu beyan eder. Yani onlara göre mürtet için öngörülen cezanın asıl sebebi onun dinî tercihi değil; devlete isyan, vatana ihanet, casusluk, kamu düzenini ihlâl gibi suçlardır.

 

Konuyla İlgili Görüşlerin Değerlendirmesi

 

Meselenin teferruatını bir kenara bırakacak olursak, Kur’ân ve Sünnet, imandan küfre dönme karşısındaki sert bir duruş ortaya koyar. Kur’ân, daha ziyade manevî ve uhrevî müeyyideler üzerinde dursa da, Sünnette dünyevî cezadan da bahsedilir. Hiç şüphesiz bunun öncelikli sebebi, imanın ve imanla kabre girmenin Allah katındaki değerini göstermektir. Şu hadis de bunu ifade eder: “Kimde şu üç şey bulunursa, imanın tadını hisseder. Allah’ın ve Resûlü’nün diğer bütün şeylerden daha sevimli olması, sevdiğini sadece Allah rızası için sevmesi, küfre geri dönmeyi ateşe atılma kadar kerih görmesi.” (Buhârî, İman 9, 11)

 

İslâm’ın dine girmeyi bütünüyle şahısların hür tercihlerine ve özgür iradelerine bırakmasına ve bu konuda yapılacak gizli açık her tür zorlamayı kesin bir üslupla yasaklamasına mukabil, dine girdikten sonra ondan çıkmayı ağır müeyyidelere bağlamasının sebebi, dini korumaktır. İslâm’ın istediği şudur: Baştan iyice düşünüp taşındıktan sonra Müslüman olma, Müslüman olduktan sonra da dininde sabitkadem kalma. Zira insanların rahat bir şekilde dinden çıktıklarını deklare etmeleri, Müslümanların kuvve-i maneviyesini sarsacak, dine girip çıkmayı oyun hâline getirecek ve belki de bu birileri tarafından suiistimal edilecektir. Nitekim Kur’ân, şu âyetiyle Müslümanları bu konuda uyarır: “Ehl-i Kitap’tan bir güruh birbirlerine, şöyle dediler: Şu Müslümanlara indirilen kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tâbi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/72-73)

 

Bunların yanı sıra irtidadın mutlak anlamda serbest bırakılmasının, dinî hükümlerin yaşandığı bir toplumda daha başka suistimalleri de beraberinde getirmesi muhtemeldir. Mesela Müslüman bir kadınla evlenmek isteyen gayrimüslim bir kimse, Müslüman olduğunu söyleyip arkasından kendi dinine dönebilir. Veya Müslüman olan bir kimse İslâm’ın kendisine yüklediği bir kısım malî ve bedenî mükellefiyetlerden kaçma adına dinden çıktığını ilân edebilir. İrtidadın ağır müeyyideye bağlanmasının, İslâm toplumunda yürütülecek misyonerlik faaliyetlerini engelleyeceği de ifade edilmiştir. Bazı âlimler ise irtidadı, İslâm’ı kabul akdine muhalefet etmenin bir cezası olarak görmüşlerdir. İrtidadın, Müslümanlara yapılan bir ihanet veya onların hukuklarını ihlâl anlamı taşıdığı da söylenmiştir. İrtidadın büyük bir günah ve suç olarak kabul edilmesinin altında bu ve benzeri hikmetler vardır.

 

Bununla birlikte mürtetle ilgili hükümler hakkında İslâm âlimleri arasında bir icma yoktur. Esasen ilk devir eserlerinde irtidadın kavramsal bir tanımlamasının yapılmaması ve meselenin siyasi şartlarla yakından ilişkili olması da meseleyi zorlaştırmaktadır. Her ne kadar İslâm âlimlerinin çoğunluğu irtidadı had cezaları arasında mütalâa etmiş ve mürtedin ölümle cezalandırılacağını söylemiş olsalar da, had cezalarıyla irtidat arasında önemli farklar olduğu inkâr edilemez.

 

En başta, İslâm’daki had cezaları -içki haddi hariç- sübut ve delâlet açısından kat’i Kur’ân naslarıyla tespit edilmiştir. İrtidat suçuna verilecek ceza ise haber-i vâhitle sabit olmuştur. Buradan yola çıkan bazı çağdaş araştırmacılar, ölüm gibi ağır bir cezanın kaynağının sübut açısından zan ifade eden haber-i vahitle sabit olamayacağını ileri sürer. Bu sebeple mürtet için öngörülen cezanın had cezası değil, tazir cezası olduğunu söylerler. Bilindiği üzere had cezaları sabittir, değişmez. Bu konuda ne devlet başkanının ne de hâkimin herhangi bir takdir yetkisi yoktur. Şayet suç kesin delillerle sabit olmuşsa onlara düşen görev, haddi tatbik etmektir. Tazir cezaları ise hakimin takdirine bırakılmıştır. Dolayısıyla bazı çağdaş araştırmacılar, mürtede verilecek cezanın devlet tarafından takdir edileceğini ifade etmişlerdir.

 

Öte yandan “tevbeyle düşme” ve “yetkili merci tarafından affedilebilme” açısından da irtidatla diğer had cezaları arasında fark vardır. Ulema, mürtet olduğunu ilân eden kişinin hemen öldürülmeyeceğini, bilâkis belirli bir süre hapsedilip tevbe etmeye davet edileceğini ve hatta bu sırada varsa şüphelerinin izale edileceğini ve neticede tevbe etmesi durumunda cezanın sakıt olacağını ifade etmişlerdir. Oysa ki had cezaları sabit olduktan sonra tevbeyle düşmez. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in, Hazreti Ebû Bekir’in ve Hazreti Ömer’in irtidat eden bazı kimseleri affettiğine veya affedilmesini emrettiğine yönelik rivayetler gelmiştir. Halbuki devlet başkanı da olsa kimse sabit olan had cezalarını affedemez. İrtidadın, bu iki açıdan da had kriterlerine uymadığı belirtilmiştir.

 

Dinini değiştiren kimsenin öldürülmesini emreden hadis-i şerif, hadis kriterleri açısından sahih kabul edilir. Fakat bu hadisin yorumunda farklı görüşler öne çıkar. En başta şunu ifade etmek gerekir ki hadisin manası âmm (genel) değildir. Zira her din değiştirenin öldürülmeyeceği aşikârdır. Burada kastedilen mana, İslâm dininden çıkıp başka bir dini veya dinsizliği benimsemektir. Hanefilerin kadını hadisin hükmünden istisna etmeleri de buradaki manayı âmm olarak anlamadıklarını gösterir. Buradan hareketle hadisin hükmünün her mürtedi kapsamadığı, bilâkis belirli vasıflara sahip olanları kapsadığı neticesine ulaşılabilir.

 

Nitekim konuyla ilgili hadisler bir bütün halinde değerlendirildiğinde, bazı rivayetlerde öldürülmesi gereken mürtedin bir kısım vasıflarına yer verildiği görülür. Mesela bir rivayette mürtet “dinini terk edip cemaatten ayrılan” (Buhârî, Diyât 6) kimse şeklinde tarif edilir. Nesâî’de yer alan bir hadiste “İslâm’dan çıkan, Allah’a ve Resûlüne karşı harp ilân eden” kimsenin kanının helâl olacağı ifade edilir. (Nesâî, Tahrimü’d-dem 10) Başka bir rivayette ise İslâm toplumundan ayrılan ve Ümmet-i Muhammed’i parçalayan kimselerin öldürülmesi emredilir. (Nesâî, Tahrimü’d-dem 5) “İslâm cemaatinden ayrılma”, “Allah’a ve Resûlü’ne karşı harp ilân etme”, “Ümmet-i Muhammed’i parçalama” ise pasif bir inanç değişikliğinden ziyade isyan, düşmanlık, kamu düzenini ihlâl ve vatana ihanet gibi suçları akla getirir. Dolayısıyla “Dinini değiştireni öldürün.” hükmünün, mücerret bir din değişikliğinden ziyade, meşru idareye başkaldırma, fitneye sebep olma, siyasi otoriteyi zayıflatma, Müslümanların birliğine zarar verme gibi siyasi sebeplere bağlı olduğu anlaşılır.

 

Buradan hareketle diyebiliriz ki irtidat, dinden dönme veya din değiştirme anlamına gelse de, konuyla ilgili naslara ve âlimlerin konu etrafındaki değerlendirmelere bakılacak olursa, mürtedin sadece şahsî bir inanç değişikliğine giden kimse olmadığı, bilâkis siyasal düzene başkaldırı ve cephe değişikliği anlamı da taşıdığı söylenebilir. Tarihî tecrübeler de bunu doğrulamıştır. Gerek İslâm’ın ilk asırlarında gerekse daha sonraki dönemlerde dinden çıkanlar rahat durmamış, düşmanlarla işbirliği yaparak, fitne ve fesada yol açarak Müslüman toplum için tehdit oluşturmuşlardır.

 

Öte yandan Ebû Dâvûd ve Nesâî’de geçen Hazreti Âişe hadisinde dinini değiştirerek Allah’a ve Resûlü’ne harp ilân edenler için sırasıyla üç ceza zikredilir: öldürülme, asılma ve sürgün edilme (veya hapsedilme). Bu ifadeler, hırabe (eşkıyalık ve terör) suçuyla ilgili nazil olan Mâide sûresinin 33. ve 34. âyetlerini hatırlatır. Zira bu âyetlerde de yeryüzünde bozgunculuk yapanlar için sırasıyla aynı cezalardan bahsedilir. Her ne kadar bu hadis etrafında farklı yorumlar dile getirilmiş olsa da, irtidat suçuyla hırabe suçunun iç içe zikredilmesi, hem bu ikisi arasındaki irtibat ve ilişkiyi gösterir hem de mürtet için öngörülen cezanın asıl illetine işaret eder.

 

Hadisin yorumuyla ilgili şunu da eklemekte fayda var: Bazı fakihler, Allah Resûlü’nün ve Raşit Halifelerin uygulamalarından hareketle buradaki emrin vücuba değil mübahlığa delâlet ettiğini söylemişlerdir ki bu da nazardan uzak tutulmamalıdır. Buna göre mürtet hakkında ölüm cezası verip vermeme kamu otoritesini temsil eden kimselere bırakılır. Böyle bir yaklaşım mürtedin cezasını tazir cezaları arasında sayan fakihlerin yaklaşımına da uygundur.

 

Sonuç

 

Hâsıl-ı kelâm, klasik doktrinde yer alan irtidat suçuyla ilgili hükümler değerlendirilecekse, kendi bütünlüğü içinde değerlendirilmeli ve mutlaka İslâm toplumunun içinde bulunduğu tarihî ve siyasi şartlar dikkate alınmalıdır. Belli bir zaman, ortam ve konjonktür içerisinde şekillenen içtihatların tamamını olduğu şekliyle günümüze taşımak doğru olmadığı gibi, onları bugünün değer yargıları ve düşünce tarzlarıyla yargılamak da doğru değildir. Eğer herhangi bir hükmü, olayı veya müesseseyi değerlendireceksek, onu bağlı bulunduğu hukuk sistemi ve değer yargılarına göre değerlendirmeli, genelin içinde onun nereye oturduğunu ve ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalışmalıyız.

 

Mürtetle ilgili bazı hükümlerin, modern insan hakları kuramına aykırı bazı yönleri olsa bile, İslâm Fıkıh doktrini içinde bu hükümlerin makul izahlarının olduğu unutulmamalıdır. İslâm’ın mutlak anlamda müntesiplerine irtidat hürriyeti vermediği, en azından bunu izhar etmeyi bir kısım müeyyidelere bağladığı doğrudur. Fakat bunun önemli bir sebebi kendi değerlerine zarar verilmesini ve dinî hükümlerin suistimal edilmesini önlemektir.

 

Kaldı ki İslâm’ın bu tür hükümlerinin demokratik değerlerin, küreselleşmenin ve çoğulculuğun hâkim olduğu günümüz şartları içinde nasıl anlaşılacağı ve nasıl uygulanacağı apayrı bir konudur ve burada göz önünde bulundurulması gereken çok daha farklı ilke ve esaslar olmalıdır.

 

Özellikle Hanefilerin irtidat konusunu had ve tazir cezası olarak değil, savaş hükümlerinin bir devamı olarak ele aldıklarını, yani irtidadı âdi bir suç olarak değil de siyasi bir suç olarak gördüklerini hatırlayacak olursak, onun modern dönemin şartlarına göre farklı düzenlemelere açık olduğunu ve bir yere kadar siyasi otoritenin yetki sahasına girdiğini söyleyebiliriz. Raşit Halifeler ile Ömer b. Abdülaziz dönemlerinde dinden dönenlerle ilgili farklı uygulamaların mevcut olması da bu yaklaşımı teyit eder.

Author: Dr. Yüksel ÇAYIROĞLU - min read. - Post Date: 06/16/2022