TEVBE, İNÂBE VE EVBE





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 05/10/2022
Clap

Tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir.

 

Tevbenin manası ve mahiyeti

Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak[1], fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği, istemediği şeylerden -aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da- uzaklaşıp Hakk’a rücû etmektir.

Tevbe-i nasuh ve mahiyeti

Bir de “tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, o da, bir tevcihe göre, “en hâlis, en sâfi, en içten” anlamına, diğer bir tevcihe göre de, “yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe” mânâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh”; “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başka­larına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi”[2] mânâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Ke­rîm’de, gerçek tevbeden söz edilirken:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.” (Tahrim, 66/8) buyrularak böyle bir tevbeye işâret edilmektedir.

Tevbe edenlere göre tevbenin çeşitleri

Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibarıyla üç bölümde mütalâa edilmiştir:

  1. Hakikatlere kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk’a muhalefetin, kalbinde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve onun günahını idrâk şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hak kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfarla[3] alâkalı malum sözlerle ifade etmesidir.
  2. Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına[4] aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu saran büyük-küçük her gaflet karşısında, himmet kanatlarını[5] açıp Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretidir. Böyle bir performans gösteren ruh:

اَلتَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لاَ ذَنْبَ لَهُ، فَإِذَا أَحَبَّ اللهُ عَبْدًا لَمْ يَضُرَّهُ ذَنْبُهُ، ثُمَّ تَلاَ: {إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ}، قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ وَمَا عَلاَمَةُ التَّوْبَةِ؟ قَالَ: النَّدَامَةُ.

“Resûlullah: ‘Günahtan tam dönen, o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.’[6] dedi ve şu meâldeki âyeti okudu: ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever.’ (Bakara sûresi, 2/222) Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da buyurdular ki: ‘Gönülden pişmanlıktır’”[7] hakikatinin tam mazharı bir ruhtur.

  1. Yaşayışlarını “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.”[8] ufkunda sürdüren has üstü hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde[9] olan mâsivâ (Hak’tan gayri her şey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyâlarına atarak, yeniden “nûrü’l-enver” (bütün ışıkların hakikî menbaı) ile münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, “O ne güzel kuldu! Zira o, sürekli (Allah’a) rücûdaydı.”[10] gerçeğini gösterir ve “evb” yörüngesinde hareket ederler.

Tevbenin kabulünün şartları

Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan[11] sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:

1- Gönülden nedâmet etmek,

2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,

3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,

4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,

5- Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları[12] ibadet ü tâat ve gece yamaçlarında seyahatle doldurmak,

6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh ü enîn edip ağlamak;[13] duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi hususları ihtiva eder.

Gerçek ve Gayr-i samimi tevbe

Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hak’tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan, tevbe adına yalan söylemiş sayılır...

Mevlânâ bir yerde gerçek tevbenin sembolü ‘nasûh’u şöyle konuşturur:

تُوبه اى كَرْدَمْ حَقِيقَتْ بَا خُدا     نَشْكَنَمْ تَا جَانْ شُدنْ اَزْ تَنْ جُدا

بَعْدَ ازان مِحْنَتْ كِرا بارِ دِگر     پا رَود سُـوى خَطَر إِلا كه خَر

“Cenâb-ı Hudâ’ya bir hakikî tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o mihnetten sonra, merkepten başka kim ayağını bir kere daha helâk ve hatar tarafına atar ki..?”

Tevbede ciddiyet

Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir.[14] Usûlünce tevbe edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü’l-evvâbîn söylüyor.[15] Tabiî sürekli tevbe ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da...[16]

Evet, “Cehennemden korkarım.” deyip günahlardan kaçınmayan, “Cennete müştakım.” deyip amel-i sâlih işlemeyen, “Peygamberi severim.” deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddi olamayacağı gibi, ömrünü kat’î günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk’a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.

Tevbedeki menziller ve inâbe

Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Sofîler arasında, herhangi bir mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de “inâbe” denildiğini hatırlatıp geçelim... Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata, muârazadan mutâbakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatin sorgulanması bahis mevzuudur. Tevbe, “seyr ilallah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillâh”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır.

Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir inâbe; O’ndan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi, bütün mü’minlerin hâlidir ve ezanları da: وَتُوبُوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!”dır.[17] İkincisi evliya ve mukarrabînin vasfıdır; kâmetleri de, mebde’ itibarıyla وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْRabbinize inâbe ediniz.”[18], müntehâ itibarıyla da: وَجَاءَ بِقَلْبٍ مُنِيبٍ Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi.”dir.[19] Üçüncüsü enbiyâ ve mürselînin hususiyetleridir. Şiârları da نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌO ne güzel kuldur. Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.[20] şeklindeki ilâhî takdîr ve iltifattır.

 

Tevbe ve evbe

Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe yoktur.[21] Onlardan sâdır olan tevbe mânâsındaki sözler ya inâbe veya evbe mânâlarını ifade etmektedir. Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın, “Günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim.”[22] sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, “kurb” ve “maiyyet”i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara her şeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’a herhalde, avamî mânâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i vahdet-i şuhûdun,[23] onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazreti Ahmed (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Hazretlerinin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ı tabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek taklittir ve bâlâ pervâzâne sayılır.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَتَابُوا وَأَصْلَحُوا إِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ.

 

[1] PEYGAMBERLERİN KIVRANIŞI:

Hz. Adem ve Hz. Yunus’un duaları…

قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ

Ey bizim Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Şayet Sen kusurumuzu örtüp, bize merhamet buyurmazsan, en büyük kayba uğrayanlardan oluruz” diye yalvarıp yakardılar." (A’raf, 7/23)

فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَن لَّا إِلَهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ

"Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 21/87)

GÜNAHI İTİRAF ETMEK:

Bencillik, şeytanî bir sıfat olduğundan, ona kapılanları, şeytanın âkıbetine uğratacağından şüphe edilmemelidir. Şeytanın mazeret ve müdafaaları bile, güm güm birer benlik melodisidir. Âdem Nebi (a.s), ufkunun karardığı bir anda, gözyaşlarından yepyeni bulutlar meydana getirerek onunla gönül ateşini, hasret ateşini söndürmeye çalışmasına karşılık; İblis, her kelimesi gurur ve inat, her ifadesi küstahlık sayılan mazeretler sayıp döküyordu...

Hep bencil olarak kalıp gitme, Hakk’ı görüp bilememenin, sonsuzluk yolunda mesafe alamamanın ve gözleri bağlı, aynı yerde dönüp durmanın ifadesidir. Devamlı benlik hesabına düşünenler, benlikle oturup kalkanlar ve aradıklarını “ego”nun karanlık atmosferinde arayanlar, yıllarca dere-tepe demeden aşıp gitseler de, bir çuvaldız boyu yol alamazlar. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)

ŞEYTANIN GÜNAHI İTİRAF ETTİRMEMESİ:

Şeytanın mühim bir desîsesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insâniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdetâ taksirattan takdis etsin.

Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te’vil ile te’vil ettirir. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيَلةٌ sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez; şeytana maskara olur. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) gibi bir Peygamber-i Âlîşan, وَمَۤا أُبَرِّئُ نَفْسِيۚ إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّيDoğrusu ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis dâima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder.” (Yûsuf sûresi, 12/53) dediği hâlde, nasıl nefse itimâd edilebilir?

Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. (Bkz.: “Kim kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı gafur ve rahim (affı ve merhameti bol) bulur.” (Nisâ sûresi, 4/110) Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur. (On Üçüncü Lem’a)

[2] TEVBE-İ NASÛH:

Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mübalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kastedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide Müslümanlar, nûranî kadro, Hz. Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir…

Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:

Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbe siz kalmamalıdır.

Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne var ki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resûlullah'tan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.”

TEVBENİN YAPILIŞ KEYFİYETİ

Allah Resûlünden mervi bir hadiste, tevbe ve istiğfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyûm bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn - Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (asm) şeref südûr olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki o da:

 “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebûu leke bini’metike aleyye ve ebûu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunûbe illa ente” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafûr” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimizin iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir. (Asrın Getirdiği Tereddütler-4)

[3] TEVBE VE İSTİĞFARIN NETİCESİ:

Hazreti Eyyûb (aleyhisselâm)’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyûbiye’ye, o hazretten bin defa daha ziyâde muhtacız.

Bâhusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisânına ilişmişler; öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler –neûzü billâh– mahall-i îmân olan bâtın-ı kalbe ilişip îmânı zedeler ve îmânın tercümanı olan lisânın zevk-i rûhânîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

wMeselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılâından çok hicap ettiği zaman, melâike ve rûhâniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

wHem meselâ, cehennem azâbını intâc eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün rûhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor.

wHem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubûdiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubûdiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i ilâhiyeyi işmâm eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u ilâhiyeye dâir kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır.

O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubûdiyetten gelmeye mukâbil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkezâ... bu üç misâle kıyâs edilsin ki بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ (“Bilâkis onların kalpleri paslandı.” (Mutaffifîn sûresi, 83/14) sırrı anlaşılsın.

[4] Ebû Nasr Tûsî’ye göre edep, şu üç maddede hulâsa edilebilir:

1- Söz üstadları ve sözde süs arayanların edebi ki, gönlün sesi ve soluğu olmaması itibarıyla tasavvufçularca “kîl u kâl” sayılmıştır.

2- Din-i Mübîn-i İslâm’ı, kalbî ve ruhî hayat seviyesinde temsil edenlerin edebi ki, nefsin riyazâtla, duyguların muhabbet ve mehâfetle yoğrulması ve kılı kırk yararcasına şer’î hudutlara riayetten ibaret olan şer’î edep.

3- Sürekli muhâsebe ve murâkabe ile, “tecellîgâh-ı ilâhî” olan kalbi pâk tutanların edebi ki, hayâllerine bile, huzurun edebine muhalif herhangi bir hâlin târî olmaması şeklinde yorumlanmıştır. (Edeb, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2. Ayrıca bkz. Huşû ve Hürmet, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)

Hakk’ın mükerrem ibâdı haslara gelince, onlar daha dünyadayken kendi uzaklıklarını aşar, kalb ve ruhun temâşâ ufkundan –bu da herkesin Hak katındaki seviyesine göre gerçekleşir– “ وَ نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ – Biz ona şah damarından daha yakınız.” hakikatini, iman, iz’ân ve mârifetlerinin vüs’ati ölçüsünde duyuyor ve görüyor gibi olur ve iç ihtisaslarıyla “maiyyet” soluklamaya başlarlar. (Vasıl, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)

[5] TEVBE VE HİMMET:

Mürîdin Hakk’ı murad etmesi, sâlikin usulünce seyr u sülûkta bulunması, vâsılın da kendi uzaklığını aşması; evet, bunların her birinin arızasız gerçekleşmesi, sonra da bu ilâhî teveccüh ve iltifatların temâdîsi, evvelen ve bizzat Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle -Allah, inâyetinin eksikliğini göstermesin- sâniyen ve bilaraz esbâb olarak mürîd veya sâlikin himmetiyledir. Himmet, vâsılın önemli bir azığı, zâdı-zahîresi; üns de böyle bir şâhika erine bir maiyyet teveccühüdür.

Himmet, kula nisbetle, çalışma, gayret gösterme, azmetme, mübarek bir işe hâlis niyetle yönelme ve sorumluluğun heyecanını bütün benliğinde duyma, hissetme; Allah’a nisbet edildiğinde de, ortaya konan bu faaliyetlere Hakk’ın mukabelesi mânâsına gelir.

Hak yolcuları için himmet önemli bir dinamiktir. Çok defa onunla aşılır, aşılmaz gibi görülen zirveler.. ve bir yönüyle onunla belirlenir sülûktaki seviyeler, vuslattaki zevkler, hâller. Ne var ki, hep farklı farklıdır himmet erleri: Her zaman müteyakkız, zâhir ve bâtın hâsseleriyle bir arayış içinde ve gözü gök kapılarında, sürekli vuslat rüyaları gören bir himmet erinin bulunduğu yerdeki duruşu başka; iradesinin hakkını edâ edip bütün hareketlerini yaratılış gayesine bağlayıp sürekli Hak kapısında el pençe divan duran birinin teveccühü başka; bütün himmet gücünü, ömrünün her gün, her saat, her dakika, her saniye ve her sâlisesinde O’nun rızasını kazanmaya hasrederek, her türlü ahvâl ve makamât mülâhazalarından tecerrüd edip yalnız O’nu düşünen, O’nu mırıldanan, O’nu en yüksek bir yakîn ile bilme yolunda sürekli O’nun kapısına müteveccih bulunan, içini yalnız O’na açan, kendi arzu ve isteklerini bütün bütün unutarak yalnız O’nu isteyen ve O’nun maiyyet-i münezzehe ve mukaddesesinde geçen bir ân-ı seyyâleyi her türlü mazhariyete tercih edebilen bir vâsılın kemerbeste-i ubûdiyet içinde tavrı daha başkadır...

Aslında, maddî-mânevî bütün alâkalardan sıyrılarak, ihtiyaçlar üstü bir zaruret hissiyle Zât-ı Hakk’a teveccüh etmek ve O’nda erimek O’nun hakkı, bizim de boyun borcumuzdur. Zaten insan ancak tek mahbûba yetebilecek bir kalbe sahiptir. Bu itibarla da o, latîfe-i rabbâniyesini yerli yerinde kullanmalı, O’na münhasır kılmalı, gönül kapılarını tamamen ağyâr düşüncesine kapamalı ve Hazreti Matlûb u Mahbûb’a lika iştiyakıyla, kendi dahil, hiçbir şeyi görmeyecek şekilde O’na tahsîs-i nazar etmelidir. “Kişinin kıymeti, himmeti ölçüsündedir.” derler. Eğer bu böyle ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- sülûkunu ârızasız vuslat ufkuna ulaştırmış bir vâsıl, aynı zamanda tam bir himmet kahramanı demektir.

Lücce sahibi bu kahramanlığı şöyle seslendirir:

– Eğer nefsinin yükselmesini istiyorsan himmet kanadını aç; zira uçmada birinci derecede itibar, kanadadır.” Evet, şimdiye kadar himmet kanatlarını açık tutanlar -Allah’ın izniyle- ne yollarda kalmış ne de kurda-kuşa yem olmuşlardır.

Himmeti, cismâniyet itibarıyla dünya ve mâfîhâ sevdasından; ruh açısından mânevî zevk ve hazlardan; kalb zaviyesinden de Cennet ve onun bütün lezâizinden teberrî ederek, umum hâsseleriyle Hazreti “Mâbûd-u bi’l-hak” ve “Maksûd-u bi’l-istihkak”a teveccüh etme şeklinde anlayanlar da olmuştur ki, zannediyorum, böyleleri bu yorumlarıyla biraz da “ وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلاًRabbinin ism-i şerifini zikreyle ve (fâniyât u zâilâttan sıyrılarak) bütün benliğinle O’na yönel.” (Müzzemmil sûresi, 73/8) âyetinin özel mânâsına dayanarak Hakk’a mahrem olanlara has bir kurbet tavrının ifadesi ve farklı bir vuslat çağrısı sayılan “tebettül”ü hatırlatıyorlardı. (Vasıl, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4)

[6] Yani Allah o kula günah işleme imkanı vermez…

[7] el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.168; el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 4/261, hadis no: 10438 (İbn Neccâr’dan naklen). Kuşeyrî, hadisi senediyle zikretmektedir. Hadis kitaplarında da bu hadisin değişik kısımları farklı lafızlarla parça parça yer almaktadır. Örnek olarak bkz. İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/375, 5/387, 439; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl 2/349.

[8] Buhari, Teheccüd 16; Müslim, Salatü’l-müsafirîn 125.

[9] HAK İLE KUL ARASINDAKİ PERDELER:

Hak yolcusu ile hakikat arasındaki perdeler, kulun Hak’la münasebeti açısından farklı farklıdır: Esmâ ve sıfât hakikatlerine kapalı bulunma bir perde olduğu gibi, kalbin, Allah’la beraber başkasına yönelmesi de ayrı bir perdedir. Varlığın felsefî kriterlere göre yorumlanması –aynı ölçüde olmasa da– o da yine bir hâil sayılır. Hatta Mişkât-ı Muhammediye’nin dışında –O’nunla beraber bulunsa da– ayrı bir ışık kaynağı aramak da tehlikeli bir perdedir. Kibir, haset, ucup, riyâ, fahr ve enâniyet misillü iç inhiraflar, hakikatin olduğu gibi duyulup hissedilmesine mani olması ölçüsünde, küfür ve dalâletin basamakları sayılan günahlar da önemli birer engel sayılırlar. Bu perdelerin sebebiyet verip karşımıza çıkardıkları tezgâhları; nefis tezgâhı –şeytan tezgâhı, kendine ve bizim hevesatımıza bakan yanlarıyla– dünya tezgâhı veya beşerî boşluklar, beşerî zaaflar tezgâhı diye sıralayabiliriz ki, bunlar da her biri tek başına sâliki öldürücü birer tuzaktır. (Mükaşefe, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

[10] Sâd sûresi, 38/30, 44.

[11] GÜNAH VE DEFERMASYON:

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz. (Günah, Çağ ve Nesil)

[12] İNSANDAKİ BOŞLUKLARIN MAHİYETİ:

İslâm’ın, insan, kâinat ve eşyâya baktığı ufuktan bakamayan sınırlı ve önyargılı düşünceler, sadece maddî dünyayı kabul eden dar idrakler hiçbir zaman mülkü melekût içinde, maddeyi mânâ derinliğiyle, varlık ve hâdiseleri de arka plânlarıyla göremediklerinden mülâhaza ve mütalâalarında, bu mülâhaza ve mütalâalara dayanarak ortaya koydukları nazariyelerinde ve bu nazariyelerinin ürünleri sayılan değişik sistemlerinde asla aklî, mantıkî, ruhî ve kalbî boşluklardan kurtulamazlar; kurtulamaz ve sürekli boşluklarını hissedememe boşluğuna takılıverirler. (Beyan)

Şimdilerde geriye dönüp bakıyor; yer yer durgun sular gibi hayatımın sükûtî demlerini, gaye ile bütünleşmemiş mefkûresiz günlerini, sabâvete kurban edilmiş alacakaranlık gecelerini tahayyül ediyor ve o günkü dimağıma takatinin üstünde sorumluluklar yükleme hülyalarına giriyorum; bazı şeyler karşısında âhesterevlik ettiğimi düşünüyor, hızımı gözden geçiriyor; bazen zamanı geriye işletiyor, aykırılıklara yeni bir şekil vermeye çalışıyor; bazen realiteleri hayalin güdümüne veriyor; bembeyaz ve pırıl pırıl dakikalar arkasından koşuyor ve onları bugünkü mülâhazaların şivesiyle başkalaştırmaya çalışıyorum. (Sükûtun Çığlıkları)

[13] “Günde belki yüz defa kendimle yüzleşiyorum.” Fethullah Gülen Hocaefendi.

[14] GÜNAH VE İRADE:

Ey insan! Senin elinde gâyet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz-ü ihtiyârî namında bir irâden var. O irâdenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin. Demek; dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar. (Yirmi Altıncı Söz)

[15] Bkz. Ed-Deylemi, el-Müsned, 2/76.

[16] Bkz. el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/436; ed-Deylemî, el-Müsned 2/77.

[17] Nur sûresi, 24/31.

[18] Zümer sûresi, 39/54.

[19] Kaf sûresi, 50/33.

[20] Sâd sûresi, 38/30, 44.

[21] MAİYYET İNSANI:

Bazıları da vicdanlarında O’nu “kenzen” bilir ve derunlarındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdat sayesinde sürekli maiyyette olur. Bu seviyenin insanları için her yeni anış, bir inkıtâ vesilesi olması itibarıyla cehalettir. اَللهُ يَعْلَمُ أَني لَسْتُ أَذْكُرُهُ وَكَيْفَ أَذْكُرُهُ إِذْ لَسْتُ أَنْسَاهُAllah biliyor ki ben O’nu şimdi anmıyorum, anmak ne demek, ben O’nu hiç unutmadım ki..!” sözü de bu anlayıştaki insanların düşüncelerini ifade etmek olsa gerek. (Zikir, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[22] EFENDİMİZİN EVBESİ:

En büyük Hâl Eri, bir önceki mazhariyetlerini, bir sonraki durumu itibarıyla dûn gördüğünden -o dûn hâlin nuruyla Allah gönüllerimizi donatsın!- “Ben günde yetmiş defa istiğfar ediyorum...” buyururlardı.

Zaten, Nâmütenâhî’ye dönük bir ebedî yolculukta, ebedî ışık ve ebedî buraka ihtiyacını hisseden dupduru bir gönlün, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir... (Hal, Makam, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[23] Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhûd için bkz. Vücud, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 05/10/2022