İsyana da Mutlak İtaate de Hayır!





Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 02/18/2022
Clap

Kelâm ve Fıkıh âlimleri tarihsel şartların getirdiği zorunluluktan dolayı isyanları onaylamamış ama hain, hırsız, suça bulaşmış yöneticilere itaati de yasaklamışlardır.

Müslüman teologların idareye başkaldırı yasağını mutlak itaat anlamında yorumlaması, meşru muhalefet imkânlarını yok etmiştir. Bugün yöneticileri demokratik yollardan değiştirebilme imkânı vardır. Demokratik bir hukuk devletinin, ancak sivil itaatsizlik ve barışçıl muhalefetle kurulabileceğini görmemiz gerekiyor.

İslâmi literatürde ulemanın sosyal barışı korumak için belirlediği ‘’iyi de kötü de olsa yöneticilere isyan etmeme’’ ilkesi zamanla muhalefet yasağına dönüşmüştür. Hâlbuki demokratik hukuk devletinin temel niteliği, sağlıklı işleyen bir kritik ve denetleme sistemidir. Düşünce ve ifade özgürlükleri korunmadıkça; basın özgürlüğü garanti altına alınmadıkça demokratik hukuk devletinden de gerçek manada muhalefetten de bahsedilemez.

Aydınların politik çıkarcılığı, bir yandan iktidara itaati mutlaklaştırmış bir yandan da yönetilenlerin eleştiri hakkını reddetmiştir. Politik çıkarcılık yalnızca hukuk ilkelerinin değil, dini metinlerin kasıtlı yanlış yorumlanmasına da sebep olmuştur. Meselâ ulu’l-emre/yöneticilere itaat edilmesini emreden dini metinler, mutlak otorite ve itaat olarak yorumlanmıştır. Hâlbuki ulu’l-emre itaati emreden âyet ve hadisler Saadet Asrı’ndaki Emirler ve Raşit Halifeler’le sınırlıdır. Yeni kurumsallaşan din, itaatten hoşlanmayan Arap bedevilerine organizasyon yeteneği kazandırmak için kendi kabile reisleri dışındaki yöneticilere de itaat etmeleri gerektiğini emretmiştir. İmam Şafiî (ö. 204/820) açıkça İmam Âzam (ö. 150/767) ve İmam Malik (ö. 179/795) de zımnen bu kanaatte olduklarını ifade etmişlerdir. Hanbeliler ise devlet başkanının Kureyş kabilesinden olması gerektiğini ve bir müçtehitte bulunması gereken adalet, ilim gibi nitelikleri taşıması gerektiğini söylerler. Maturidilik Kelâm ekolünün kurucusu İmam Maturidi (ö. 333/944) de ulu’l-emrin Saadet Asrı’ndaki müfreze komutanları olduğu görüşünü tercih eder. Fıkıh ve Kelâm mezheplerinin kurucuları arasında ulu’l-emri sahabelerle sınırlama konusunda bir mutabakat olduğundan dolayı, siyaset teorisi üzerine yazılan eserlerde devlet başkanı seçimi ulu’l-emre itaati emreden âyet üzerinden değil akli delillerle ve ilk halifelerin seçiminde ittifak edilmesiyle (icmâ) temellendirilmiştir.

Kelâmcılara ve fakihlere göre Kur’ân ve Sünnet’te geçen idarecilerle/ulu’l-emr alâkalı naslar umum ifade eden emir ve tavsiyeler olmadığından dolayı idarecilerle alâkalı hükümleri belirlemek için kıyas yoluyla hüküm çıkarmak gerekmiştir. Şayet yöneticilere uymayı emreden naslar, umum kabul edilseydi kıyasa ihtiyaç kalmadan, sonraki asırlardaki yöneticiler de bu nasların kapsam alanı içinde düşünülürdü. Ancak sahabe sonrası yöneticilerin konumu farklı olduğundan dolayı fakihler, sultanlar ve valiler hakkındaki hükümleri illet kıyası vasıtasıyla dini naslardan çıkarmayı tercih etmişlerdir.

Kıyasta sonuca asıl ile asla kıyas edilen mesele arasındaki ortak illet üzerinden gidilir. Buna göre, toplumsal düzeni sağlamak için idareciye ihtiyaç vardır, fitneyi yani iç kargaşayı önlemek için devlet başkanı seçilmesi gerekir, adaletin tesisi için idareci zorunludur, insanlar arasındaki ihtilâfların çözümü için idareciler bulunmalıdır, adalet ve emniyetin sağlanması için yöneticilerin bulunması zorunludur gibi gerekçeler üzerinden devlete ve yöneticilere duyulan ihtiyaç açıklanabilir ve devlet başkanı seçmenin gerekliliğinin temel gerekçesi belirlenerek bir kıyas yapılabilir. Maksadımız bu konudaki tercihimizi ortaya koymak olmadığından dolayı bu gerekçeler üzerine bir değerlendirme yerine şunu belirtmek isterim ki, şayet adalet ve emniyet üzerinden yönetici seçmenin zorunluluğunu gerekçelendirirsek, itaati de zorunlu olarak bu niteliklere bağlamamız gerekir. Şayet idareci üzerinde bu iki niteliği bulundurursa ve uygularsa ona itaat edilir bulunmadığı takdirde de itaat edilmez. Eğer Peygamber’in seçtiği idareciler olsa ve onun döneminde yaşamış olsaydık Allah’a isyanı emretmedikçe Hz. Peygamber’in bizim için seçtiği idareciye uyardık. Ancak görüldüğü gibi bu itaat da hukukilikle sınırlandırılmıştır. (Yöneticiye itaatin sınırlarını bir başka yazıda ayrıca ele almak istiyorum). Lâkin anarşiyi önlesin, sulhu sağlasın, insanların can ve mal güvenliklerini temin etsin, adil ve güvenilir olsun diye seçtiğiniz idareci hırsızlık yapar, insanların mal ve mülklerini gasp eder, devlet hazinelerini boşaltırsa tabii ki bu durumda o devlet başkanına itaat edilmez.

Bu durumda görevlerini yerine getiremediğinden dolayı azledilmesi gereken devlet başkanı nasıl azledilir sorusu gündeme gelmektedir. Kelâm ve Fıkıh kitaplarında zalim de olsa devlet başkanına karşı isyan edilmeyeceği belirtildiğinden hareket eden bazı oportünist teologlar, devlet başkanını azletmenin imkânsız olduğunu, dolayısıyla her halukârda itaat edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. İsyan yasağından hareketle itaatin vücubu/zorunluluğu neticesine varmaktadırlar. Hâlbuki akide metinlerinde yalnızca başkaldırının zorunlu olmadığı vurgulanmıştır.

İmam Eş’arî’ye (ö. 324/935-36) göre ister günahkâr ister salih bir insan olsun, herhangi bir işte yöneticilik yapan kişiye, ister bu yöneticilik makamını herkesin onayı ile isterse zorla elde etmiş olsun itaat edilmesi İslâm ümmetinin icma ettiği temel akide esaslarındandır. Bundan dolayı da “Adil ya da zalim yöneticiye kılıçla başkaldırmak zorunlu/vacip değildir.” der. Daha sonra da aynı madde içinde “İdarecilerden bidat ehlinden olanların arkasında bidat işlemekle fasık (hukuk dışına çıkan) olduklarından dolayı namaz kılınmaz; devlet başkanlığı faziletli olma makamıdır. Adil bir kimsenin bir fasıka uyması doğru değildir.” der. (Risâle ilâ ehli’s-seğar)

Hanefi Kelâm ve Fıkıh ekolünün önde gelen alimlerinden Tahavî de (ö. 321/933) Akîde adlı eserinin 72. Maddesinde şöyle der: “Biz, devlet yöneticilerimize ve valilerimize zalim de olsalar isyanı (vacip) görmeyiz, onlara karşı insanları isyana çağırmayız (onlara beddua etmeyiz). İtaati terk etmeyiz. Günah ya da suç işlemeye davet etmedikçe onlara itaati Allah’a itaat gibi bir yükümlülük görürüz, onlara iyi işler yapsınlar ve afiyette olsunlar diye de dua ederiz.” Bu maddeyi takiben 74. maddede de “Biz, adalet ve emanet ehlini sever, zulüm ve hıyanet ehline de öfke duyar ve karşı çıkarız.” der.

Tahavî’nin ‘’İsyanı görmeyiz’’ ifadesini ‘’vacip/zorunlu’’ görmeyiz şeklinde anlamak gerekir. Zira bir Akide kitabında konular zorunluluk ve sübut açısından ele alınır. Nitekim zalim hükümdara başkaldırı caiz olmasaydı Ali b. Zeyd’in (ö. 122/740) Emevilere ve Nefsüzzekiyye’nin (ö. 145/762) Abbasilere başkaldırısı mezhep imamları tarafından onaylanmaz aksine eleştirilirdi. Ayrıca Hz. Hüseyin (ö. 61/680) ve Abdullah b. Zübeyr’in (ö. 73/692) başkaldırılarının da Müslümanlar tarafından iftiharla yad edildiğini unutmayalım.

Görüldüğü gibi Kelâm ve Fıkıh alimleri tarihsel şartların getirdiği zorunluluktan dolayı isyanları onaylamamış ama hain, hırsız, suça bulaşmış yöneticilere itaati de yasaklamışlardır. Madalyonun öbür yüzünde ise, yöneticilere isyanı vacip/zorunlu görenler, isyana katılmayan halkı, dinen vacip olan bir ameli terk ettiğinden dolayı bağy/isyankâr ilân edip katledebiliyordu. Kelâmcılar, başkaldırının vacip olmadığını belirterek, bu zorunluluğu ortadan kaldırmışlar; öte yandan güç kullanarak iktidarı ele geçirmenin de meşru olduğunu özellikle belirtmişlerdir. Böylece isyan vacip değil ama iktidarı devirip zorba yöneticiyi indirirseniz, sizin yönetiminiz de meşrudur, demek istemişlerdir. Aslında bu bir taraftan kan dökülür korkusuyla, isyanları önlemeyi diğer yandan da devrilirseniz sizi devirenleri de meşru kabul ederiz, diyerek sultanları tehdit anlamı içermektedir.

Tarihsel şartlar dikkate alındığında geçmişte kan dökmeden yöneticileri değiştirme imkânı bulunmadığından dolayı ulema, sosyal barışı korumak için bir ara formül bulmuştur. Ancak bu ara formül tarihsel süreçte sultana mutlak itaat ve başkaldırı yasağı ile politik çıkarcılığa alet edilmiştir. İdareye başkaldırı yasağının mutlak itaat anlamında yorumlanması, meşru muhalefet imkânlarını da ortadan kaldırmıştır. Diktatörler ve yancıları itaat etmek zorundasınız baskısıyla eleştiri ve denetim hakkının kullanılmasına izin vermemişlerdir.

Bugün yöneticileri demokratik yollardan değiştirebilme imkânı olduğundan dolayı başkaldırı yasağının mutlak itaat düşüncesi ile ilişkilendirilmesinin anlamı da kalmamıştır. Bundan dolayı muhalefet hakkının barışçıl, demokratik ve hukuki yollardan kullanılması gereklidir. Halkı silâhlandırarak silâhlı eyleme girişen muhalif hareketlerin sebep olacağı kaos ve terör, barışçıl muhalefet imkânlarını da ortadan kaldıracaktır. Ayrıca anarşi ve fitne bahanesiyle hürriyetler sınırlandırılacak, despotizm kurumsallaşacaktır. Bundan dolayı bugün her zamankinden daha açık ve kesin bir üslupla ‘isyana ve şiddete de mutlak itaate de hayır’ diyerek demokratik bir hukuk devletinin, ancak sivil itaatsizlik ve barışçıl muhalefetle kurulabileceğine inancımızı haykırmamız gerekmektedir.

Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 02/18/2022