İRÂDE, MÜRÎD ve MURÂD (Çağlayan-Kasım 2021)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/07/2021
Clap

Mebde’de, sadâkat, vefâ ve azim esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkin ve edep. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.

İradenin tarifi

İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme mânâlarına gelen irâde[1]; hayatını kalb ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: "Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma"[2] şeklinde anlaşılmış ve tarif edilmiştir.

Mürîdin tarifi

Mürîd[3]; kendi güç ve kuvvetinden teberrî edip, zerreden sistemlere kadar her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan Kudreti Sonsuz’un irâdesine râm olan[4].. murâd[5] ise, Hak arzusuyla dopdolu hâle gelmiş; bütün bütün mâsivâya (O’ndan başkasına) kapanmış[6]; O’nun hoşnutluğundan başka hiçbir şeye istek ve iştihası kalmamış, dolayısıyla da Hakk’ın murâd ve matmah-ı nazarı (gözdesi) olmuş bahtiyar ruh demektir.

İradenin konumu ve fonksiyonu

İrâde; يُرِيدُونَ وَجْهَهُ "İş ve davranışlarında sırf O’nu ister ve dilerler." (En’âm sûresi, 6/52)[7] gerçeğine göre, hak yolunun yolcuları için ilk menzil ve sonsuza yelken açanlar için de bir ilk konaktır. Nâmütenâhîye açılan hemen herkes, ilk defa bu liman ve bu piste uğrar. Sonra da bu birinci durağın anilmerkez gücüyle yükselir, hedefe doğru yol almaya başlar. Bu yol alış, şahsın safveti, madde ile irtibatı ve merkezdeki gücün iticiliğiyle mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Hakk’ın tevfiki ve irâde gücüne göre, kimileri bu mesafeyi yerde yürüme sür’atiyle, kimileri peyk, füze ve ışık hızıyla, kimileri de her türlü kemmiyet ölçüleri üstünde kat’eder. Nebîde miraç, velîde arşiye, dervişte seyr u sülûk, Hakk’ın tevfikiyle desteklenmiş irâde, mürîd ve murâda birer parlak misâldirler.

Mürîd ve irade münasebeti

Mürîdle irâde arasında bir alâka vardır ama, bu daha çok bir iştikak alâkasıdır. Sebeplerin, sathî akıllar nazarında, ilâhî izzet ve azamete perde olması gibi, izâfî bir varlık sayılan insan irâdesi de فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ "Dilediğini dilediği gibi yapan"[8] Zât’ın irâdesinin gölgesinin gölgesidir. Gölge asla tâbi olduğu gibi, yaratılan irâdeler de yaratıcı irâdeye tâbidirler. Gölgede vehmedilen parlaklık, canlılık ve câzibenin, aynalara akseden sûretlerin parlaklık, canlılık ve câzibesinden farkı yoktur... Ne var ki, yolun başındakiler için bunu anlayıp kavramak pek de kolay değildir.

"Mürîd"den "Murad"a giden yol ve keyfiyeti

Mürîd, irâdesini mutlak irâdeyle irtibatlandırıp murâd ufkuna ulaşacağı ve bedenden rûha, cisimden kalbe, düşünceden vicdana yükseleceği âna kadar[9], kat’iyen "fark"tan kurtulamaz.. kurtulamaz da, irâdeyi ayrı, irâde edeni ayrı ve murâdı da hep ayrı görür. Evet, hak yolcusu, yolun başlangıcında mürîd[10], nihâyetinde murâd.. kulluğu tabiatına mâl etme gayreti içinde mürîd, Hak’la münasebetlerin, fıtratın ayrılmaz bir yanı hâline geldiği noktada murâd.. sevilip-arzu edilme yollarını araştırma faslında mürîd, her şeyde O’ndan bir kısım izler görüp sevgi ve mârifet arası gelip-gittiği ve bu geliş-gidişiyle zevk-i rûhânî kaneviçesini ördüğü zaman da murâddır[11].

İrade ile katedilecek mesafeler

"İlme’l-yakîn"in başlangıcından "hakka’l-yakîn"in nihâyetine kadar bu çok geniş mesafede, nisbî pek çok ibtidâ ve intihâlar vardır. Meselâ: Pek çoklarına göre رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي "Rabbim sînemi aç, rûhuma genişlik ver."[12] bir intihâdır. Ama لَكَ صَدْرَكَ أَلَمْ نَشْرَحْ "Biz, Senin sîneni açıp rûhuna genişlik vermedik mi?"[13] mazhariyetine göre bir ibtidâdır. Kezâ رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ "Rabbim göster cemâlini göreyim Seni."[14] kendi makamında bir son ama, مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى "O’nun gözü ne kaydı ne de kamaştı."[15] ufkuna göre bir başlangıçtır. Bunun gibi إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ "Şüphesiz benimle beraberdir Rabbim ve bana yol gösterecektir."[16] bir maiyeti idrâk ifâdesidir. Ama, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا "Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir."[17] hakikat-i âliyesiyle kâbil-i kıyas değildir.

Mebde ve müntehada "İrade"nin "murad" olmasındaki esaslar

Mebde’de[18], sadâkat[19], vefâ ve azim[20] esastır.. müntehâda, ciddiyet, temkin ve edep. Mebde’de kusur edenler, takılır yollarda kalırlar.. müntehâdakiler ise itab görür ve hırpalanırlar.

İradenin beslenmesi

Mükellefiyetleri yerine getirmede hassasiyet ve sürekli Hakk’a yalvarıp yakarma, irâdeyi besleyen önemli kaynaklardan biridir. Bunun ötesinde, Hak inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli hâline gelmesi[21] ise, onun nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır.

اَللَّهُمَّ أَلْهِمْنِي رُشْدِي وَأَعِذْنِي مِنْ شَرِّ نَفْسِي اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ

وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ


KONUYLA İLGİLİ AYETLER

خَالِد۪ينَ ف۪يهَا مَا دَامَتِ السَّمٰوَاتُ وَالْاَرْضُ اِلَّا مَا شَٓاءَ رَبُّكَۜ اِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُ

"Onlar, gökler ve yerler durdukça orada ebedi olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi başka. Şüphesiz Rabbin istediğini yapandır." (Hûd sûresi, 107)

وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً وَلٰكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلَتُسْـَٔلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ

"Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz." (Nahl sûresi, 93)

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاًۜ اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ

"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekün iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü'min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?" (Yûnus sûresi, 99)

وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ

"Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Tekvîr sûresi, 29)

لَهُ مَقَال۪يدُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَقْدِرُۜ اِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

"Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir." (Şûrâ sûresi, 12)

وَلَا تَقُولَنَّ لِشَايْءٍ اِنّ۪ي فَاعِلٌ ذٰلِكَ غَداًۙ ﴿٢٣﴾ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۘ وَاذْكُرْ رَبَّكَ اِذَا نَس۪يتَ وَقُلْ عَسٰٓى اَنْ يَهْدِيَنِ رَبّ۪ي لِاَقْرَبَ مِنْ هٰذَا رَشَداً

"Hiçbir konuda: Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, "Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım" deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve: "Umarım ki Rabbim, doğru olma yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar" de." (Kehf sûresi, 23-24)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir). (Mâide sûresi, 54)

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٢٦﴾ تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٢٧﴾

"De ki: "Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın! Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın! Her türlü hayır yalnız Sen’in elindedir! Sen elbette her şeye kadirsin! Geceyi gündüze katar günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin!"(Âl-i İmrân sûresi, 26-27)

وَمَا تَشَٓاؤُ۫نَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يماً حَك۪يماًۗ

"Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek iyi bilir." (İnsân sûresi, 30)

وَاتَّقُوا يَوْماً تُرْجَعُونَ ف۪يهِ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ۟

"Öyle bir günde rezil olmaktan sakının ki, O gün Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız, sonra her kişiye kazandığının karşılığı tamamen ödenecek ve kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir.." (Bakara sûresi, 281)

اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَا‌كِراً وَاِمَّا كَفُوراً

"Ona yolu da gösterdik: artık ister şükreder, ister nankör ve kâfir olur." (İnsân sûresi, 3)

وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ اِنَّٓا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِم۪ينَ نَاراًۙ اَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَاۜ وَاِنْ يَسْتَغ۪يثُوا يُغَاثُوا بِمَٓاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَۜ بِئْسَ الشَّرَابُۜ وَسَٓاءَتْ مُرْتَفَقاً

"De ki: "İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin." Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!" (Kehf sûresi, 29)

 

[1] İRADE VE VİCDAN MÜNASEBETİ:

İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, …(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

[2] İRADE VE FENAFİLLAH:

Ayrıca, sâlike taalluk eden yanları itibarıyla da fenâyı şu bölümler içinde mütalâa etmişlerdir:

1- Halktan gelecek korku ve onlara karşı duyulan beklenti hislerinden tecerrüd etme mânâsına "fenâ-yı halk."

2- Bütün şahsî istek ve arzulardan sıyrılma anlamında "fenâ-yı hevâ."

3- İradenin, Hakk’ın murad ve meşîeti karşısında erimesi demek olan "fenâ-yı irade." (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

İRADENİN TAALLUK ALANLARI:

Bir rehber vesâyetinde Hakk’a yönelmiş her irade eri ve aynı zamanda bir disiplin kahramanı sayılan her Hak yolcusu, şahsi hayatından Rabbiyle münasebetlerine kadar her hususta dikkatli yaşamalı, kalbiyle davranışları arasında her hangi bir çelişkiye meydan vermemeli, her zaman temkinli davranmalı; az yemeli, az içmeli, az uyumalı, az konuşmalı; yeyip içmesini, uyuyup istirahat etmesini, konuşup başkalarına bir şeyler anlatmasını zaruret ve ihtiyaçlarla sınırlı tutmalı ve daha fazlasını israf sayarak her zaman durması gerekli olan yerde mutlaka durmalıdır. Evet hakiki mürîd, nefsiyle muamalelerinde her zaman kararlı bir muhalefet sergiler; nefsine muhalefeti Allah’a kurbiyet vesilesi, onun arkasından sürüklenip gitmeyi de bir haybet ve hüsran sebebi sayar. Zaten hevâ ve hevesiyle barışık yaşayan birisi hakkında mürîd tabirini de mecaza hamletmişlerdir. Zira, murad ve maksuduna yönelmiş birinin, dönüp yeniden Hüdâ’nın yerine hevâyı ikâme etmesi, onun, yürüdüğü bu yoldan geriye dönmesi mânâsına gelir ki, bu da erbabınca riddet demektir.(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[3] MÜRÎD KİME DENİR?

Mürîd: Dileyen ve irade eden mânâlarıyla karşılığını vermeye çalıştığımız bir kelime.. sofilerce o, el tutan, birine intisap eden, manevî hayatı adına bir kâmil insanın rehberliğine giren; dahası, şahsî istek ve dileklerinden vazgeçerek dinin emirleri çerçevesinde bir mürşid-i kâmil ve üstada teslim olup inkıyad eden Hak yolcusunun unvanıdır ki –Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde temas edilmişti– henüz süluk yoluna girmemiş/girememiş dervişler hakkında kullanılan bir tabirdir.. ve bu unvan altında ulaşılan mertebelerin ilki de "fenâ fişşeyh" mertebesidir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[4] MÜRÎDİN ÖZELLİKLERİ

Mürîdin, Allah karşısındaki tavrı, kendine ve diğer insanlara bakışı ve değerlendirmesi; ilahî mevhîbe, varidât ve nimetler hakkındaki yorum, tevil ve takdirleri de fevkalâde önemlidir. Her şeyden evvel, o kendini herkesin dûnunda görmeli, böyle bir tesbiti dayanıksız bırakmamak için de nefsi hakkında tevsi’-i tahkikât üzere tevsi’-i tahkikât yapıyor gibi yanlışlarını derinlemesine gözden geçirmeli; gözüne ilişen kusur, hata ve günahlarını, gönlünde yeni işlenmiş gibi hep dipdiri ve canlı duymaya çalışmalı; her an, her saat, her gün kendisiyle meşgul olmalı ve başkalarının yakasından mutlaka elini çekmelidir. Varsa kendinde, gözüne, kulağına ilişen bir kısım meziyetleri, –müzekkâ olmadığından– onları da istidrac olabileceği mülahazasıyla titreyerek karşılamalı; en büyük hizmetlerinden en içten ibadetlerine, en tahammülfersâ çilelerinden en zahmetli seyr u süluk denemelerine kadar hiçbir hareket ve faaliyetinde ne kendinde bir şey görmeli ne de fevkalâdeden beklentilere girmelidir. Başından aşağıya sağanak sağanak boşalan –şayet boşalıyorsa– lütufları,

"Değildir bu bana layık bu eltâf / Bana bu lûtf ile ihsan nedendir." (M. Lûtfî)

deyip her türlü mazhariyeti ibtilâ olabileceği endişesiyle karşılamalı, liyakat düşüncelerini silip süpürüp kafasından atmalı; olmuş veya kendi kendine gelmiş şeyleri nankörlük sayılmadığı durumlarda bir daha hatırlamayacak şekilde nisyana gömmeli, Hakk’a karşı küfran-ı nimette bulunmuş olma endişesini de bir kelam-ı nefsîyle "tahdîs-i nimet"e emanet edip işin içinden sıyrılıvermelidir. Aksine, böyle davranılmadığı takdirde çok defa kazanma yolu gider bir haybet çukuruna dayanır; mevhîbe gibi görünen şeyler de birer hizlan sebebi oluverir.

Aslında, kalbi ve kafası mevhîbe ve varidât beklentisinde, hisleri fevkalâde zuhurlar peşinde olan bir mürîdin Cenab-ı Hak’la sağlam bir münasebet içinde olması da düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, o, bir "beyt-i Hüdâ" olan gönlünü Hak’tan gayrı her şeyden temizleyip iç aleminde hep O’nunla meşgul olacağına, vazife ve sorumluluklarının dışında kendini aşan şeylerle vaktini israf etmekte ve sürekli, istek- talep inhirafları yaşamaktadır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

MURAD VE SEKR SAHV:

Bazıları sekri, Hazreti Mahbûb’un tam duyulup hissedilmesi anında, kalbin fevkalâde galeyâna gelmesi şeklinde anlamışlardır ki, buna, nefsin gaybî vâridat karşısında zevk u sürura gömülmesi veya aşkın galebe çalmasıyla sâlikin kendini yitirmesi de diyebiliriz. Birinci sekir tabiî, ikincisi ise ilâhîdir. Ne var ki, sekir neden kaynaklanırsa kaynaklansın, hak yolcusu sürekli hayret yaşar; hep şevk u tarâb içinde oturur-kalkar ve sekri daha da derinleştikçe, hayret ve dehşet vadilerinde dolaşmaya başlar; hatta bir an olur ki iradesi bütün bütün çözülür ve artık kendini O’nun varlığının nûrunun bir gölgesi gibi duyar ki, bu noktaya ulaşan sâlike "murad" denir. Böyle birinin fani sıfatlarının yerini, Hazreti Bâki’nin sıfatlarının tecellîsi işgal eder; eder ve artık o فَبِيَ يُبْصِرُ "Benimle görür." (el-Hakîm et-Tirmîzî, Nevâdiru’l-usûl 3/81; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân 2/580; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 1/13) hakikatinin mücellâ bir aynası hâline gelir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[6] MASİVA: "O’ndan başka herşeyden kalbî alakayı kesme" (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[7]

وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ

"Sabah akşam Rab’lerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Sen onlardan, onlar da senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın." (Kehf sûresi, 18/28)

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطاً

Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı candan sabret. Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini onlardan başkasına çevirme. Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.

[8]  فَعَّالٌ لِمَا يُر۪يدُۜ"Dilediğini mutlaka yapandır." (Bürûc sûresi, 85/16)

[9] HAKİKİ MÜRÎD:

Mürîd, kime intisap ederse etsin asıl muradı, herkesin de maksudu ve matlubu olan Allah’tır. Ancak her mürîdin aynı olmadığı ve seyahatini farklı bir yörüngede sürdürdüğü de bir gerçektir: Mürîd vardır ki –buna "mutlak mürîd" derler– hiçbir hususta üstad ve mürşidine itiraz etmez, muhalefet sayılacak tavırlarda bulunmaz ve onun her dediğini hemen kabul eder, söylediği sözlere başka kapılarda delil aramaz. Mürîd de vardır ki, bu ölçüde hassas davranmasa da zâhir u bâtınıyla üstadının emrine tabi olur ve artık farklı yol ve yöntem arama lüzumu hissetmez. Böyle birine de "mecâzen mürîd" demişlerdir. -Ona da mürîd denilecekse- bir mürîd de vardır ki, mürşidine zâhiren muvafakat içinde görünse de, onun gıyabında ve iç mülahazalarında sürekli ona karşı muhalefet soluklar, farklı hareket etmede beis görmez ve hemen her zaman gel-gitler yaşar. Sofiye böyleleri için de, dönek mânâsına "mürted" kelimesini yakıştırmışlardır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[10] MÜRÎD, MÜRŞİD, AYNA:

Müntehâsı, harfiyyen Rabbin iradesine uyup O’nun muradında erimek olan mürîdlik, mebdede de muallim ve üstada tam tebeiyyetten geçer. Mürîdin, şer’-i şerif dairesinde yapılan tekliflere, "bu niçin böyle" demeden itaat etmesi, tavsiye edilen şeyleri hemen yerine getirmesi, üzerine aldığı evrâd ü ezkârı asla aksatmaması devamlılığa terettüp eden teveccüh ve iltifatlar açısından fevkalâde önemlidir.. ve aslında bunlar, Kitap ve Sünnet’e ittiba etme mevzuunda birer bileme, hazırlama ve onun hassasiyetini artırma ameliyeleri mesabesindedir. Üstadına veya mürşidine bağlılıkta iradesinin hakkını milimi milimine yerine getiren bir Hak yolcusunun, Hakk’ın emir ve yasakları karşısında da ne denli duyarlı olacağı açıktır; elverir ki, aynayı güneşin yerine koymasın, vesile ve vasıtayı da gaye gibi görmesin... (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

MÜRÎD VE MURAD KİME DENİR?

Bazıları mübtedîye mürîd, müntehîye de murad demişler; demiş ve birincisini bir çile ve meşakkat eri görmüş; ikincisini de, ilahî cezb u incizab mazharı bir inayet kahramanı şeklinde mütalaa etmişlerdir. Bana göre, mübtedînin mübtedîliği mürîdliğe bakan yanı itibariyle, müntehîliği de sâlike uzanan ufku ve vuslatı hecelemesi açısındandır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[11] Ariflerin mebde-i hareketlerinde burhana bağlı yürümeleri, her hâllerinde beyanı takip etmeleri ve irfana ulaşma cehdini göstermeleri iradenin ilk hamleleri sayılır. Temayüllerini inkıtasız bu istikamette devam ettirebilene "mürîd" denir. Böyle bir gayretin devam ve temadisi neticesinde halis vicdanlara nazar-ı Hak ayan olur; ve bu kez de mürîd murada inkılâb eder. Yani bu ölçüde Hakk’ı arayanı gök ehli aramaya durur ve o kimse de artık Hakk’ın matmah-ı nazarı olur. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

Sadece Allah'ı talep ve ihlasta zirve

Aslında sofilerin anladığı bundan farklı değildir yani. Onlar da derler ki, bir insanın halis olması için Allah’tan başka bir muradı olmaması lazım. Allah bir insanın muradı olursa o insan da Allah’ın muradı olur. Ne ölçüde onu yâd ediyorsanız o ölçüde yâd edilirsiniz. Ne ölçüde nezdinizde, gönlünüzde o bir şey ifade ediyorsa siz O’nun nezd-i ulûhiyetinde ve orada pervane dönen Melâike-i Kiram arasında, Sekene-i semâvat içinde o kıymette olarak yâd edilirsiniz yani. Göklerin ve arzın kıymetli sakinlerinin yâd-ı cemili haline gelirsiniz, O’na karşı kalbinizi pâk tutarsanız, Akif ifadesiyle, gönlünüzü her zaman O’nun hesabına "lebrîz" ederseniz belki kendi dünyanızı aydınlatmış olursunuz. Oralardaki durumunuzu aydınlatmış olursunuz, hora geçecek bir duruma yükselmiş olursunuz. (Sohbet, Bamteli)

Bir de mürîd ve sâlik, murad ve mahbub hâline geliverince artık O’nun ziyâsıyla nûrlanır.. O’nun boyasıyla boyanır.. derken "Sübühât-ı Vech"in mâsivayı bütün bütün yakıp kül etmesiyle varlığın gerçek mahiyeti zuhûr eder; değişik ahvâl ve televvünler aşılarak, her lâhza "Muhavvilü’l-ahvâl, Kesîru’n-nevâl, Hâliku cemii’l-ef’âl" ünvanıyla, "bî kem u keyf" Zât-ı Vâhid-i Ehad duyulup hissedilmeye başlar ki, Hz. Mevlânâ aşağıdaki mısralarıyla bu ufka işaret eder:

شَرَابِي خُور كه جَامَشْ رُويي يَارَستْ بيَاله جَشم مَست بَادَه خَوارَستْ

شَــرَابِـي خــور زِجــام وَجْــه بَــاقِــي {سَقَاهُمْ رَبُّهُمْ} اوُ رَاسـتْ سَـاقِـي

ظُهُور آنْ مَـىْ بُودْ كَز لوث هَـسْتـي تُـرابَــاكي دِهَــدْ دَرْوَقْـتِ مَـسْـتِـي

زَهي شَربت زهي لـذت زهـي ذوق زهي دولت زهي حيرت زهي شوق

"Bir şarap iç ki, kâsesi yârin yüzü, kadehi de bâde ile mest olanların gözü olsun. Vech-i Bâkî bardağından bir şarap iç ki, sâkîsi, ‘Rableri onlara şarab-ı tahûr içirdi.’ (hakikatiyle mermuz zât) olsun. İşte o mey’in zuhûru sana, mestlik vaktinde cismâniyet pisliğinden paklık kazandırır. Bu ne garip şerbet, bu ne tuhaf lezzet, bu ne güzel zevk, bu ne acip devlet, bu ne müthiş hayret, bu ne garip şevk.!" (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

***

Kalak kahramanına hicab, belli ölçüde aralanıp da, halvet yolunun belirli-belirsiz görülüp hissedilmesiyle onda öyle bir mâverâîlik meydana gelir ki, gayri bundan sonra o, bir daha kurtulamayacağı ateşin pençesine düşer ve Mahbub-u Hakîki’ye vuslattan başka her şeye karşı kapanır. Artık o, muhib olduğu aynı anda mahbubdur; mürîd olduğu aynı anda muraddır ve arandığı aynı anda da aranandır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

***

Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne ittihat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur, Allah da mutlak vücûd ve ilim sahibi.. her varlık O’nun vücûd ve ilminin bir lem’a-i tecellîsi; insan da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendiren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz’ân sahibi ise yanılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti, şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine göre, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan malzemeyi yorumlar.. onlara kendi his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde olur; bazen de hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve varlıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc’ın "Ene’l-Hak" şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, "Namaz kılsam münkir, kılmasam kâfir olurum." tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, "Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?" gibi müteşabihi, Yunus’un "Suçlu kimdir, azab nedir?" türünden hayretleri... ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayacağımız bu kabîl mülâhazaları –duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de– birer aritmi örneği sayılabilirler.

Yukarıdaki iltibaslı ifadelerin arkasındaki niyet ve maksadı Allah bilir; ama zannediyorum Şiblî namaza hazırlanırken, kesretin hükmettiği bir atmosfer içinde idi; namaz esnasında vahdet nûrları tecellî edip onu çepeçevre sarınca, tabir-i diğerle, mürîd Murâd’da, mutî’ de Mutâ’da nefis ve enâniyet cihetiyle eriyip mütelâşi bir hâl alınca, o, bu muvakkat gel-gitlerini böyle bir hayret ve dehşet mûsıkîsiyle seslendirmişti.. İbn Arabî’nin, şathiyyat kabîlinden olan müteşabihi de, aynı şekilde zevkî ve hâlî bir duyuş, bir seziş ve yorumun ifadesi olsa gerek.. bu kabîl zevkî ve ruhî hâlâta açık olmayan ve kalbleri sübühât-ı vechin şuaâtına kapalı bulunan bazı avamın –meselenin aşkınlığını nazar-ı itibara almadan– bu tür şathiyyatı zahirlerine hamlederek, belli bir seviyeden sonra insandan tekâlif-i ilâhiyenin düşeceğine kâil olmaları; bazı kendini bilmezlerin de, irade ve kasda iktiran etmeyen, hatta pek çoğu itibarıyla yoruma açık bulunan bu şekil müşkil ve müteşabih beyanları küfür ve dalâlet saymaları, "zıtların yanlışlığı" nevinden birer ifrat ve tefrit inhirafından başka bir şey değildir.

Kaldı ki eğer bu sözler, aşk-üstü bir sahk u mahk hâletinin ve bir "fenâ fillâh" olma zevkinin sesi soluğu ise –ki biz öyle olduğuna inanıyoruz– bu zâtlar, kat’iyen tevile açık bu sözlerinden dolayı muâheze edilmemeli ve bu aşk kahramanlarının dini temsildeki hassasiyetlerine bakılmalıdır. Nitekim, "Ene’l-Hak" diyen Hallâc’ın, her gece yüz rekat namaz kıldığı ve daha başkalarının da aynı derinlikte bir kulluk şuuru içinde bulunduğu rivayet edilir. Bu itibarla da, bu hâl erlerinin, dinin ruhuna muhalif gibi görünen beyanları, mutlaka Kitap ve Sünnet’in temel disiplinlerine göre yorumlanmalı; kâbil-i tevil olmayanlarda da, bu zâtların üç-beş cümlelik şaz müteşabihleri yerine, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ruh-efzâ beyanlarına uyulmalıdır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[12] Tâhâ sûresi, 20/25.

[13] İnşirâh sûresi, 94/1.

[14] A’râf sûresi, 7/143.

[15] Necm sûresi, 53/17.

[16] Şuarâ sûresi, 26/62.

[17] Tevbe sûresi, 9/40.

[18] MEBDE: "yolun başında", "işin başında" (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

Mürîd, henüz mebdede bir hak yolcusu olsa da, bir süluk eri hassasiyetiyle her zaman şer’î kıstaslara saygılı, marufa riayetkâr ve münkerden de olabildiğine uzak durmalıdır. Ezkaza bir münkeri irtikap ya da bir marufu terk ettiğinde de, Allah’ın sevmediği bir fiil ve bir davranışın isini-pasını üzerinde fazla taşımama, günah ve hatalara hakk-ı hayat tanımama mülahazasıyla hemen bir tevbe, inabe ve evbe kurnasının altına koşmalı; bir an evvel, kalb ve ruhunda yaralar açan o virüs ve o lekelerden mutlaka arınmalıdır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[19] VEFA VE SADAKAT:

Mürîd teveccüh ettiği kapıda, yürüdüğü yolda hep sabit kadem olmalı ve derin bir sadâkat ruhu sergilemelidir. Yoksa, daha işin başında iradesi adına yenik düşmüş birinin ne sadâkat ne emanet ne de istikametinden bahsedilemeyeceği gibi, o kapıda iğreti duran bu tür bir riddet namzetinin, ne ef’âl-i ilahîyi tam ve doğru okuması, ne esmâ-i Rabbâniye’den bir şey anlaması, ne de sıfât-ı Sübhaniye’yi duyup kavraması söz konusu değildir. Onun her düşüncesi zann ü tahmin, her tavır ve davranışı da mürîdliği gibi yamuk-yumuktur. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[20] AZİM:

 Kast u azim, kendilerine mahsus derinliklerle, irâdenin buudlarından iki buud ve onun önemli iki esasıdırlar. Uzun seyahatlere niyet etmiş her yolcu, mutlaka kast u azim menziline uğrayıp "vize" alma mecburiyetindedir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[21]

إِنَّ اللهَ تَعَالٰى قَالَ: مَنْ عَادٰى لي وَلِيًّا فَقَدْ اٰذنْتُهُ بِالْحَرْبِ. وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ. وَمَا يَزَالُ عَبْدي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بالنَّوَافِلِ حَتّٰى أُحِبَّهُ. فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذي يَسْمَعُ بِه وَبَصَرَهُ الَّذي يُبْصِرُ بِه وَيَدَهُ الَّتي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتي يَمْشي بِهَا. وَإِنْ سَأَلَني لَأُعْطِيَنَّهُ وَلَئِنِ اسْتَعَاذَني لَأُعيذَنَّهُ.

"Allah Teâlâ buyuruyor ki: Her kim Benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona ilan-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden bir şey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyanetim altına alırım." (Buhârî, rikak 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned 6/256)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/07/2021