MUHABBET (Çağlayan-Ekim 2021)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/01/2021
Clap

Muhabbeti, kalbin Mahbûb-u Hakîkîyle münasebeti.. O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O’nunla mutlak mutâbakat.. her mevzuda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir.

Muhabbetin manası ve aşk, şevk u iştiyak buudları

Muhabbet[1]; sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük mânâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle tesiri altına alması itibarıyla aşk[2], vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak[3] denir.[4]

Muhabbetin tarifinde farklı bir açılım

Muhabbeti, kalbin Mahbûb-u Hakîkîyle münasebeti..[5] O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O’nunla mutlak mutâbakat..[6] her mevzuda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması..[7] ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir ki, bunların hepsini bir noktaya ircâ mümkündür: “Yâ Hak!” diyerek doğrulup Allah huzurunda durma ve bütün kaygılardan, fânî alâkalardan kurtulma...

Gerçek muhabbetin tahakkuku ve aşıkta hasıl ettiği hâl

Gerçek muhabbet[8], insanın, bütün benliğiyle Sevgili’ye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder[9] ki, böyle bir mazhariyete ermiş babayiğidin kalbi, her an Sevgili’ye ait ayrı bir mülâhaza ile atar..[10] hayâli, her zaman O’nun büyülü ikliminde dolaşır.. duyguları her lâhza O’ndan, başka başka mesajlar alır..[11] irâdesi bu mesajlarla kanatlanır[12] ve gönlü sürekli vuslat mesîrelerinde[13] seyahat eder.

Muhibbin zâhirî, bâtınî duyguları, kalb ve hüviyetinin keyfiyeti

Muhabbet kanatlarıyla nefsini aşan[14], aşk u şevk buudunda Rabbine ulaşan muhib, zâhirî uzuvları, bâtınî duygularıyla gönlünün Sultanı’na ait hak ve mükellefiyetlerini yerine getirirken, kalbi hep O’nu müşâhede ile meşgul; hüviyeti, Hakk’ın sübühât-ı vechiyle[15] yanmış ve hayrette; dudağında kâse-i aşk ve önünde bir bir gayb perdeleri aralanırken o, bu perdelerin arkasından sızan baş döndürücü mânâların mütalâasıyla mahmûr ve erişilmez bir temâşâ zevki içindedir.[16] Yürürken Hakk’ın emriyle yürür, dururken O’nun emriyle durur. Konuşurken O’ndan esintilerle konuşur, susarken de O’nun hesabına susar. O, kimi zaman “billâh”, kimi zaman “minallah”, kimi zaman da “maallah” ufkundadır.[17]

Muhabbetin nisbetlere göre manaları

Muhabbet, Hakk’a nisbet edildiğinde ihsan[18], halka isnat edilince de baş eğme, söz dinleme, kayıtsız-şartsız inkıyâd etme mânâlarına da hamledilmiştir ki[19], Râbiatü’l-Adeviyye’nin:

تَعْصِي اْلإِلَهَ وَأَنْتَ تُظْهِرُ حُبَّهُ هَذَا لَعَمْرِي فِي الْفِعَالِ بَدِيعُ

لَوْ كَانَ حُبُّكَ صَادِقًا لَأَطَعْتَهُ إِنَّ الْمُحِبَّ لِمَنْ يُحِبُّ مُطِيعُ

Allah’a isyan edip durduğun halde O’nun muhabbetinden dem vuruyorsun.. kasem ederim bu anlaşılır gibi değil! Eğer muhabbetinde sâdık olsaydın O’na itâat ederdin; çünkü seven sevdiğine itâat eder.” sözleri, bu mülâhazayı ifade etme bakımından oldukça ehemmiyetlidir.

Muhabbetin rükünleri ve muhtevaları

Muhabbetin iki önemli rüknü vardır:

1) Zâhirî ki; her zaman Sevgili’nin hoşnutluğunu takip etmektir.

2) Bâtınî ki; iç âlemini O’nunla alâkalı olmayan her şeye karşı bütün bütün kapamaktır. Hak erleri, muhabbet dediklerinde bu mânâdaki muhabbeti kastederler. Onlara göre, lezzet, menfaat, hatta mânevî hazlara karşı duyulan alâkaya muhabbet denmez; dense dense ona “mecâzî sevgi” denir.[20]

Mahbuba taaaluku yönüyle muhabbetin derece ve seviyeleri

Ne var ki, muhabbet-i hakîkî dahi olsa, Mahbûb’a taalluku itibarıyla, herkeste aynı seviyede değildir:

1) Avamın muhabbeti, düşe-kalka bir muhabbettir ki, bunlar, Hakikat-i Ahmediye’nin (a.s.) gölgesinde ihsan rüyâları görür, mârifet şafaklarına dair emâreler müşâhede eder ve yer yer ötelerden şahaplarla ürperir ve uzaktan uzağa hayret ra’şeleri duyarlar.

2) Havâssın muhabbeti ki; onlar, muhabbet âleminin üveykleri gibidirler. Hemen her zaman Kur’ân’ın aydınlık dünyasında Ahlâk-ı Muhammedî’yi (s.a.s.) temsille ömürlerine derinlik kazandırır ve onu temsil ederken de, maddî-mânevî, bedenî-ruhî hiçbir beklentiye girmez, hiçbir zevke talip olmazlar.. vazifelerini en seviyeli şekilde yerine getirip başarılı bir temsil sergileyebilirlerse, tıpkı salkımları ağırlaşan meyve ağaçları gibi, tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirir ve “Sevgili!” der inlerler.. bir falso ve fiyaskoyla sarsıldıklarında da nefislerinin başına çullanır ve onunla yaka-paça olurlar.

3) Havâs ötesi havâssın muhabbetidir ki; bunlar Muhammedî (s.a.s.) semâda yağmurla bütünleşmiş bulutlar gibidirler; varlığı O’nunla duyar, O’nunla yaşar, O’nunla görür, O’nunla soluklarlar. Hiç bitmeyen bir devr-i dâim içinde sürekli dolar-boşalır; dolarken, hasret, çile ve vuslat arzusuyla dolarlar; boşalırken de ışığa biner, yeryüzüne iner ve canlı-cansız bütün varlığı şefkatle kucaklarlar.[21]

Bu seviyelere göre mazhar olunan lütuf ve ihsanlar

Muhabbet seviyeleri farklı dahi olsa, O’na aşk u iştiyakla yönelen herkes, alâkasının seviyesine göre mukabele ve iltifâta mazhar olur.

Birinciler, hususî rahmet ve inâyet bulurlar O’nun kapısında..

İkinciler, celâlî ve cemâlî sıfâtların idrâk ufkuna ulaşır, beşerî boşluklardan ve karanlıklardan kurtulurlar..

Üçüncüler, O’nun vücudunun nurlarıyla ziyâdâr olup eşyânın hakikatine uyanır ve varlığın perde arkasıyla münasebete geçerler. Yani Cenâb-ı Hak evvelâ, sübühât-ı vechiyle tecellî edip, sevdiği kimselerin cismânî ve zulmânî sıfâtlarını yakar-yıkar, sonra da cemâlî nurlarıyla onları, sem’ u basar gibi ilâhî sıfâtlar dairesine alır; damlayı derya, zerreyi de güneş yapar. Yani onları, benlik ve nefisleri cihetiyle acz ü fakra uyarır, yok oldukları iz’ânına ulaştırır ve gönüllerini Zât-ı Ulûhiyetin envâr-ı vücûduyla doldurur.

Gerçek muhabbetin muhibdeki yansımaları ve muhabbette denge

Bu mazhariyete eren muhib, varlık ve yoklukla izâh edilmeyen bir ebedî hayata erer ve ateşte kızarmış bir demirin, ateş olmadığı halde, kendini ateş zannedip “ben ateşim” dediği gibi, o da duyuş ve sezişlerini bu türlü hulûl ve ittihâd şâibeli sözlerle mırıldanır. Bu türlü durumlarda esas olan göz açıklığı ve Sünnet mîzanlarıdır.[22] Ama; hâl’e mağlup, müşâhede ve hazlarıyla mahmûr hak erleri, bazen bu gerçeğe muhalif beyânda da bulunabilirler. Bu gibi durumlarda, insafla onların niyetlerini araştırmak ve aceleden hüküm vermemek çok önemlidir. Aksine, insan farkına varmadan اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” sözüyle maiyyet-i ilâhiyeye mazhar pek çok kimseye düşmanlık beslemiş ve مَنْ عَادَى لِي وَلِيّاً kudsî hadisinde ifade buyurulduğu gibi, Allah dostlarına düşmanca tavır almakla, Allah’a karşı ilân-ı harp etmiş olur.[23]

اَللّٰهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْشِدِينَ.

Beraber Okunabilecek Makaleler

1- Allah Sevgisi (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

2- Otuz İkinci Söz/Üçüncü Mevkıf

3- Güzel ve Güzellik (Beyan)

4- Güzellikten Aşka (Beyan)

5- Bir Aynadır Bütün Varlık (Beyan)

 

İLGİLİ AYETLER

وَاعْلَمُٓوا اَنَّ ف۪يكُمْ رَسُولَ اللّٰهِۜ لَوْ يُط۪يعُكُمْ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنَ الْاَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ الْا۪يمَانَ وَزَيَّـنَهُ ف۪ي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَۙ

"Bilin ki, aranızda Allah'ın elçisi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslam'ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir." (Hucurât sûresi, 7)

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ

"İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp da ona ortak koşanlar vardır. Onları, Allah'ı severcesine severler. Mü'minlerin Allah'a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah'ın olduğunu ve Allah'ın azabının pek şiddetli olduğunu bir bilselerdi." (Bakara sûresi, 165)

قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَـهَٓا اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ي سَب۪يلِه۪ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticâret ve beğendiğiniz meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez." (Tevbe sûresi, 24)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir." (Mâide sûresi, 54)

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ

"Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi, 159)

وَكَاَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَۙ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَث۪يرٌۚ فَمَا وَهَنُوا لِمَٓا اَصَابَهُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا اسْتَكَانُواۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ

"Nice peygamberler var ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostu çarpıştı da bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zaafa düşmediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi, 146)

اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ

"Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi, 134)

بَلٰى مَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ وَاتَّقٰى فَاِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَّق۪ينَ

"Hayır! (Gerçek, onların dediği değil.) Kim sözünü yerine getirir ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa şüphesiz Allah da sakınanları sever." (Âl-i İmrân sûresi, 76)

وَالَّذ۪ينَ تَبَوَّؤُ الدَّارَ وَالْا۪يمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ اِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ ف۪ي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّٓا اُو۫تُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌۜ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَۚ

"Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine'ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Haşr sûresi, 9)

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

"De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Âl-i İmrân sûresi, 31)

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُداًّ

"İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır." (Meryem sûresi, 96)

 

İLGİLİ HADİSLER

عن أبي هريرة رضي الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم:

إن الله تعالى قال: مَن عادى لي وليًّا، فقد آذنتُه بالحرب، وما تقرب إلي عبدي بشيءٍ أحب إلي مما افترضته عليه، ولا يزال عبدي يتقرب إلي بالنوافل حتى أحبه، فإذا أحببتُه كنت سمعه الذي يسمع به، وبصره الذي يبصر به، ويده التي يبطش بها، ورِجْله التي يمشي بها، ولئن سألني لأعطينه، ولئن استعاذني لأعيذنه.

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur:

Allah şöyle buyurdu: 'Kim benim bir velî kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım..." (Buhârî, Rikâk, 38)

 

 إنَّ أَعْرَابِيًّا، قَالَ لِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم مَتَى السَّاعَةُ قَالَ لَهُ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ مَا أَعْدَدْتَ لَهَا ‏"‏ ‏‏ قَالَ حُبَّ اللَّهِ وَرَسُولِهِ ‏‏ قَالَ ‏"‏ أَنْتَ مَعَ مَنْ أَحْبَبْتَ ‏"‏

Bir bedevi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

"Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu.

Efendimiz: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu.

"Allah ve Resûlünün sevgisini." dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“O halde sen, sevdiğin ile berabersin.” buyurdu. (Müslim, Birr ve Sıla 45)

 

انَّ اللَّه تعالى إِذا أَحبَّ عبْداً دَعا جِبْريلَ، فقال: إِنِّي أُحِبُّ فُلاناً فَأَحْبِبْهُ، فَيُحِبُّهُ جِبْريلُ، ثُمَّ يُنَادِي في السَّماءِ ، فَيَقُولُ: إِنَّ اللَّه يُحِبُّ فُلاناً، فَأَحِبُّوهُ فَيُحبُّهُ أَهْلُ السَّمَاءِ ثُمَّ يُوضَعُ له القَبُولُ في الأَرْضِ، وإِذا أَبْغَضَ عَبداً دَعا جِبْريلَ، فَيَقولُ: إِنِّي أُبْغِضُ فُلاناً، فَأَبْغِضْهُ، فَيُبْغِضُهُ جِبْريلُ، ثُمَّ يُنَادِي في أَهْلِ السَّماءِ: إِنَّ اللَّه يُبْغِضُ فُلاناً، فَأَبْغِضُوهُ، فَيُبْغِضُهُ أَهْلُ السَّماءِ ثُمَّ تُوضَعُ له البَغْضَاءُ في الأَرْضِ.

Allah Teala bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’e:

“Ben filanı seviyorum onu sen de sev!” diye emreder. Cebrail onu sever ve sonra gök halkına:

- Allah filanı seviyor, onu siz de seviniz, diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır.

Allah Teala bir kula buğzettiği zaman, Cebrail’e:

“Ben, filanı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder. Cebrail de onu sevmez. Sonra Cebrâil gök halkına:

- Allah filan kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin, der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır. (Müslim, Birr 157)

 

انَّ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏"‏ ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ ‏"‏‏

“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman 2)

 

"Allah'ı rab, İslâm'ı din, Muhammed'i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse imanın tadını tatmıştır." (Müslim, İmân 56)

 

"Üç özellik vardır; kimde bunlar bulunursa, cehennem ona, o da cehenneme haram olur: Allah'a inanmak, Allah'ı sevmek ve ateşe atılıp yanmayı, küfre dönmeye tercih etmek." (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 3/114).

 

لا يؤمن أحدكم حتى أكون أحب إليه من ولده ووالده والناس أجمعين

“Peygamber (SAV) şöyle buyurmaktadır:

“Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman 2)

 

Hz. Ömer bir gün:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim." dedi. Efendimiz:

"Ey Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın." buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Resûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum." deyince Peygamberimiz:

"İşte ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun." buyurdular. (Aynî, Umdetü'l-Kârî, 1/144)

 

[1] MARİFETE ULAŞMADA MUHABBET:

Gönülde mârifet peteğinin zenginliği, aşk u şevk ve muhabbetin en esaslı kaynaklarındandır ki, bu kaynakların feveranı ölçüsünde, sâlik, vuslat iştiyakıyla yanar-tutuşur ve bu ölçüde yanıp tutuşmayı da mazhariyetinin hakikî bedeli sayar. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

MARİFET-MUHABBET-SEVGİ SALİH DAİRESİ:

Sevgi, marifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

İRADÎ SEVME , SEVMEDE TERCİH AÇISINDAN MUHABBETULLAH:

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَتَّخِذُ مِن دُونِ اللّهِ أَندَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّهِ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبّاً لِّلّهِ

İnsanlardan bazıları da Allah’tan başkasını eş, ortak edinir ve Allah’ı seviyor gibi onları severler. İman edenlerin Allah’a muhabbeti ise daha sağlam (ve daha fazladır).” (Bakara, 2/165)

Zannediyorum bu ayet-i kerime de şu külli hakikati anlatıyor: Bir mümin için iradî sevmelerde Allah sevgisinin üstünde hiçbir şey olmamalıdır. Sevginin, tabiat haline gelip bütünüyle insan benliğini sarıp onu deliye çevirmesi, zamanla hasıl olur ve insanın marifeti ölçüsündedir. İradi sevgi bir alaka ve tercihtir ki; “Sizden biri beni, ana-babası, evladı ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş (imanın kemal mertebesine ulaşmış) olamaz” (Buhari, Müslim) hadisi bu kademeye işaret etmektedir. Aslında gerçek sevgi ve aşk da böyle bir ilk adımla başlar. (Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar, Bakara, 2/165)

ALLAH’IN MUHABBETİNE EN ÖNEMLİ VESİLELERDEN BİRİ:

Taberani’nin Ebu Ümame’den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allah’ı, Allah’ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” buyurur. Allah (celle celâluhu) ancak iyi tanınmakla sevilir; zira insan bildiğini sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah’ı (celle celâluhu) tanımadıkları için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi. (Çekirdekten Çınara)

MUHABBET İLE ULAŞILAN MAZHARİYETLER:

Sevgili'ye ulaşıp O'nu görmeye kilitlenmiş bu ruhlar, cismâniyete ait küçüklüklerden ve dünyevî darlıklardan sıyrılarak hayatlarını hep iman ve mârifetin engin ve rengin atlasında, O'nun teveccühleriyle beslene beslene sürdürdüklerinin farkındadırlar. Her temâşâ ettikleri nesneyi O'nun bir namesi ve bir mührü gibi öper öper başlarına korlar ve hep ruhanî haz ve lezzetlerin serhadlerinde dolaşırlar. Her ulaştıkları mârifet ve muhabbet zirvesini ulaşılacak son şâhika sanır; "Allahu Ekber"lerle tazimlerini seslendirir, "Elhamdülillâh" senâlarıyla minnetlerini dile getirirler; ama, iki adım daha atınca, yeni bir sürpriz sağanağıyla karşılaşır ve kendilerini farklı bir mârifet ve ruhanî zevkler zemzemesi içinde bulurlar. Her ulaştıkları menzilde o Güzeller Güzeli'ni daha değişik tecellîleriyle duyar, bir kere daha aşk u şevkle gürler ve yürürler daha ötelerdeki ayrı bir menzile. Yürüdükleri yolda güzellikleri güzellikler takip eder; ama, ne O'nun cemalinin cilveleri biter ne de ruhlarda onları temâşâ zevki. (Beyan)

İkinci Remiz: Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen güneş; âyineye tâbi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil.. belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelal'in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir. "Ya Bâki Ente-l Bâki" de. Yani madem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!.. (Mesnevi-i Nuriye)

[2] AŞK,HAKİKİ AŞK VE MUHABBET:

Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbettir ki, böylesine, daha ziyade mecâzî aşk denegelmiştir. Bir de, cemâli kemâl noktasında, kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, işte ona da hakikî aşk demişlerdir.

Allah’a karşı duyulan bu derin muhabbet veya “aşk-ı hakîkî” bizi O’na ulaştırmak için, yine O’nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır.

Aşk, vuslat kademelerinin final noktasıdır; o noktaya ulaşan muhibbin, atacağı bir adım ya kalmıştır veya kalmamıştır... Hakk’ın ilk tecellîsi, Zât’ının iktizâsından ibaret olan işte bu muhabbet üstü muhabbettir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[3] MUHABBETİN NETİCESİ:

Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[4] MUHABBET, YARATILIŞ HİKMETİ:

Muhabbet ise, o örgünün temel atkısı, o kıvılcımın yatağı ve kaynağı sayılan kordur. Gerçi, ef’âl-i ilâhiye ağrazla mâlûl değildir; ama, yine de “Hilkat-i kâinatın en parlak mânevî hikmeti muhabbettir.” diyebiliriz: Evet, îcâd silsilesi, Yaratan’ın kendi sanatlarını görme istek ve muhabbetiyle harekete geçmiş, sonuçta da o zincirleme gelişmeler Hazreti Muhibb u Mahbub’u netice vermiştir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk'ın hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın mehasini ile ve süslendirmesiyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi; masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zîşuur mahlukatı sever. Cennet'in bütün letaif ve mehasini ve lezaizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir zâtın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksad olduğu bilbedahe anlaşılır. Madem nass-ı kelâmıyla; onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.), en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder. (Lem'alar)

 

MUHABBET VE HULLETİN FARKI:

Hullet’in insan kalbindeki bu tür nüfuz ve tesirine mukabil, muhabbet ise, “latîfe-i rabbâniye”nin gözbebeği de sayılan “süveydaü’l-kalb” veya “habbetü’l-kalb”i bütün bütün kuşatıp ona kendi boyasını çalması, onu kendi şîvesiyle konuşturmasıdır ki; muhabbetle harekete geçmiş ve aşkla inleyen böyle bir kalbde mâsivâ (O’ndan başka her şey) adına hiçbir şey kalmaz; bütün başka alâka ve irtibatlar bir bir silinir gider ve sadece O duyulur, O hissedilir, O düşünülür ve O söylenir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. (Sözler)

[5] MUHABBETTE MÜTAKABİLİYET:

Ubûdiyet bellidir; “Allah sevgisi” dediğimiz hususun da, biri O’nu sevmek, diğeri de O’nun tarafından sevilmek olmak üzere iki mânâsı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu iki hususa temas sadedinde يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَه – O onları, onlar da O’nu severler.” (Maide sûresi, 5/54) der, hem Zât-ı Ulûhiyetin hem de kulların seven olduklarını ifadenin yanında sevildiklerini de hatırlatır. Elbette ki böyle bir sevgi bizim kendi aramızda olan aşk u muhabbetten çok farklı bir şeydir. O’nun kullarına sevgisi rıza televvünlü bir teveccüh ve âkıbetleri itibarıyla bir taltif; mü’minlerin O’na karşı aşk u iştiyakları ise, bütün güzelliklerin, kemallerin, iltifatların, ihsanların... biricik sahibi olması açısındandır.

Esasen sevmek de aşk da O’nun ayrı bir mevhibesi ve ayrı bir armağanıdır. Bundan dolayıdır ki bir Hak dostu, emsâline tercüman olarak: “Ben Allah’ı bildiğimi, sevdiğimi, hep O’nu talep edip rızasına koştuğumu sanıyordum. Neden sonra, O’nun beni anmasının, sevmesinin, dilemesinin, o mevzudaki benim istek, talep ve yâd edilmemin önünde olduğunu gördüm.” der. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

Cenab-ı Hakk'ın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği herşeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur... (Mesnevi-i Nuriye)

MUHABBETİN TECELLİ ALANI:

Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hep O'ndan akar gelir, akıp gelecekse sinelerimize şefkat ve muhabbet. O'nunla olan alâkamız sayesinde güçlenip pekişecektir her türlü insanî münasebet. Allah sevgisi bizim dinimiz-imanımız, odur cesetlerde canımız. Yaşadığımızda hep onunla yaşadık. Günümüzde de eğer yaşamayı düşünüyorsak ancak onunla yaşayabiliriz. Varlığın özü, esası O'nun sevgisidir; neticesi de Cennet şeklinde o ilâhî muhabbetin bir açılımı. O sevgiye bağlı yaratmıştır yarattığı her şeyi ve sevilme zevk-i ruhanîsine raptetmiştir varlık ve insanlarla münasebetini.

Muhabbetin tecellî alanı ruhtur; biz onu nereye ve neye yönlendirirsek yönlendirelim o hep Allah'a müteveccihtir; kalbteki dağılma ve kesrette boğulmaların ızdırabı ise bize ait, bize râcidir. Her şeye karşı duyduğumuz ve duyacağımız sevgi ve alâkayı tamamen O'na bağlayıp aşk u muhabbeti gerçek değerine ulaştırabildiğimiz takdirde, hem değişik dağınıklıklara düşmekten kurtulacak hem de dış yüzleri itibarıyla sevilip alâka duyulan şeylerden ötürü şirke düşmemiş olacağız; olacak ve bütün varlığa karşı muhabbet ve münasebetlerimizde doğru yolda yürüyenler gibi kalacağız. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[6] MUHABBET VE O’NUNLA MUTABAKAT GAYRETİ:

Kalbi sürekli O’na inkıyat duygusuyla çarpar ve sevdiğine muhalif düşme korkusuyla tir tir titrer; titrer ve devrilmemek için de yine o biricik istinad ve istimdat kaynağına sığınır. Onun bu ölçüde sürekli sevdiğiyle muvafakat arayışı içinde olması, zamanla onu gökte ve yerde herkes tarafından sevilen bir mahbub haline getirir. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[7] Bu itibarla insan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- hep gönül gözleriyle O'na müteveccih olmalı, her zaman pusuda bekleyip tecelli avlamaya çalışmalı ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir; beklemeli ve O'na ulaşmak veya O'nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı, O'nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı ve gönlü her zaman o "Kenz-i Mahfî"nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır. Bu suretle, eğer muhabbet bir Süleyman, gönül de taht-ı revân ise, er geç sultanın gelip tahtına oturacağı muhakkaktır. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[8] GERÇEK MUHABBETE VESİLE; KURBET:

Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbûlü farzları edâ yoludur. Ve gerçek mahbûbiyet ve dolayısıyla da kurbet ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhî, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder. Hak yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edâya daha bir iştihalı ve nâfilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir.

İşte bu nokta ve bu mânâya uyanan her ruh, Allah’ı sevdiği ölçüde, vicdanında Allah tarafından sevildiğini de duyar ve bir kudsî hadiste ifade buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya “meşîet-i hâssa” dairesinde cereyan etmeye başlar. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[9] MUHABBETİN MEBDEİ VE MÜNTEHASI:

Muhabbetin mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin.. gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Seviyorum diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak, O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak, O’nun tecelli edeceği mülâhazasıyla göz kırpmadan beklemek, bir gün mutlaka teveccüh buyurur düşüncesiyle yıllar ve yıllar boyu durduğu yerde kararlı durmak sevgi yolunun ilk âdâbıdır: Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya muhabbet ve aşk; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neşe ve sevince şevk; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği haline gelmesine iştiyak; sevgilinin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme.. gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da temkin demişlerdir. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[10] MUHABBET ERİNİN İÇ DÜNYASI:

Bir de tahtla Süleyman buluştu mu artık insan hep O'nu düşünür, iç mülâhazalarında O'nunla hasbıhal eder, yudumladığı suda, çiğnediği yemekte, teneffüs ettiği havada gayet açık ve net olarak hep O'nun teveccühlerini duyar; O'nun yakınlığının sıcaklığıyla oturur kalkar. Kurbet-sevgi arası gel-gitler münasebeti daha da kızışır ve sinesi ocaklar gibi yanmaya başlar. Yer yer aşk u muhabbetle alevlenir, zaman zaman vuslat iştiyakıyla yanar tutuşur; ne var ki, aşkını da, iştiyakını da O'ndan gelen bir armağan bilir ve kat'iyen gam izhar eylemez; gam izhar edip ağyarı âhından âgâh eylemez. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[11] MUHABBET ERİNE SUNULAN SEVGİLİYE DAİR İŞARETLER:

Göğsü her zaman aşk u iştiyakla inip kalkan, nabzı da sürekli vuslat arzusuyla atan müştak bir sîne, yürüdüğü yolun her menzilinde Sevgiliden değişik işaretlerle karşılaşır. Evet o, doğan aydan, batan güneşten, göz kırpan yıldızlardan, rengârenk tabiat meşherlerinden, esen yelden, yağan kardan, başımızdan aşağı dökülen yağmurdan ve melekler gibi süzülüp göklere yürüyen buhardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda, vuslat koyuna gireceği heyecanını duyar; duyar ve göz-gönül birliğine ulaşmış bir sevdalının duygularıyla, "Her yerden herkes, Senin güzelliğini temaşa için koşup geliyorlar ve o eşsiz cemâlinle naz naz üstüne cilvelerle salınıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan her varlık, dellâllar gibi avaz avaz Sen'i haykırıyor ve Sen'in nakış nakış güzelliklerinin akisleri olarak keyiflenip oynuyorlar" der, eşya ve tabiata bakar ama, hep öteleri temaşa eder. işte bu nokta, hem bir aşk, iştiyak, hem de bir alâka noktasıdır. (Beyan)

[12] An olur bütün bütün kendi havl ve kuvvetlerinden uzaklaşarak iradelerini O’nun iradesine bağlar, temayülleriyle O’nun isteklerinde erir ve bu yüce payeyi de O’nu gönülden sevip sevdirmeyle, bilip bildirmeyle değerlendirirler. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[13] MESAFELERİ AŞMADA MUHABBET:

Ve mesafelerin amansızlığına rağmen, en aşkın düşüncelerle ve bütün iç ve dış duygularını yolda bulunma hislerine bağlayarak, ruh atlasındaki vuslata koşar. O, bir ölçüde aşk u vuslatı beraber yaşadığından, her menzili ayrı bir vuslat koyu gibi tasavvur eder ve bir gün bu kutlu yolculuğun biteceğinden korkarak tir tir titrer. "Ne aşk bitsin ne ümit, ne de vuslat arzusu., eğer bir gün mukadder olan vuslat bütün bunları alıp götürecekse, o da olmasın" der.

Aşığa göre hoş olan, aşık olmak, aşk yolunda bulunmak, vuslat emare ve işaretleriyle yaşamak ve bu duygu tufanını sonsuza kadar sürdürmektir. Evet, cayır cayır aşkla yanmak, her vuslat avansıyla tutuşup alevlenmek; alevlenirken de, "mükâfatı aşkın kendisi" deyip, sadece onunla yetinmek; işte gerçek aşk! "Bak şu gedânın haline / Bende olmuş zülfün teline / Parmağım aşkın balına / Bandıkça bandım, bir su ver!" (Gedâî)

[14] MUHABBET O’NA ULAŞTIRAN BİR KANAT:

Allah’a karşı duyulan bu derin muhabbet veya “aşk-ı hakîkî” bizi O’na ulaştırmak için, yine O’nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır. O’na, varlığın esası olan Nûr’a ulaşmak için muvakkaten rûhun kelebekleşmesi de denebilir.(Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[15] SÜBUHÂT-I VECH:

Cenâb-ı Hakk’ın, ârifân kalbinden bütün mâsivâullahı (Allah’tan gayri her şeyi) silip-süpürüp setretme sadedinde -bîkem u keyf- o müteâl varlığını onların o temizlerden temiz gönüllerine duyurma murad-ı sübhânîsine bağlı tecelli eden ve bütün beşerî ihsaslar, ihtisaslar ufkunu kuşatan Zâtî bir nur ve ziya tufanıdır sübuhât-ı vech. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

[16] MUHABBET VE HAK AŞIKLARI "DAHA YOK MU’’ DER:

Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O’nun eşiğine kor, içlerini O’na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat'iyen sırlarını fâş etmezler. Ellerini-ayaklarını, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını O’nun emrine verir; kalbleriyle hep sıfât-ı sübhâniye matla'larında dolaşırlar. O’nun ziya-i vücudu karşısında âdeta erir ve bir muhabbet fânisi haline gelirler: Duydukça daha derinden O’nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça “daha!” derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça “daha!” derler. Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça “daha!” derler.. doymazlar bir türlü sevgiye; sever-sevilirler, “daha!” derler. Onlar "daha" dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar, basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur. (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

[17] Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

[18] İnsanlarda söz ve ferman dinlememe şeklinde zuhûr eden aşk, Hâlık’ın, acz ve mahlûkata has temâyüllerden münezzehiyetine ve O’nun istiğnâ-i zâtîsine muvafık düşecek şekilde öyle bir muhabbettir ki; hilkat onun bağrında gerçekleşmiş, insanlık onunla gün yüzüne çıkmış, gönüller onunla donanarak Hak’la münasebetin en önemli merkezi hâline gelmiştir.

[19] KALB HAYATININ YOL HARİTASI; İMAN, MARİFET, MUHABBET:

İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlarda, sadâkatlerini ifade etmiş sayılmazlar. Bu mülâhazalarımızı, aşkta zirve, ibadet ü taâtte şahika büyük kadın, Rabia Adeviye'nin sözleriyle noktalayıp, konuyu bağlayalım:

'Allah'ı sevdim' diyorsun; sonra da, O'na isyan ediyorsun. Yemin ederim ki, bu anlaşılması zor, tuhaf bir tavır. Eğer sen gerçekten O'nu sevseydin, O'na itaat ederdin; zira seven, sevdiğine kul-köle olur ve itaat eder.” (Beyan)

[20] Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli'ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler. Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecazî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikate karşı kapalı kalmak demektir. Aslında böyle bir tıkanmanın yaşanmaması için Yüce Yaratıcı, bizi Kendisi'ne götüren yolların sağına-soluna güzelliğinden ışıklar, renkler, tenasüpler, sesler, soluklar, nağmeler serpiştirmiştir ki, yoldakiler hem yol yorgunluğunu duymasın, hem de asıl hedefi unutmasınlar. Yol boyu göz ve gönüllerimize ilişen bütün bişâret televvünlü bu işaretler, Hûda'nın ışıklarla, renklerle şekillendirip gözlerimizin önüne serdiği O'nun âyetleri ve apaçık şahitleridir ama, bakış zaviyesini yakalayamamış ya da inkâra kilitli ruhlar için bunlar birer fitne, birer iptilâ, âriye güzellikleriyle birer mecazî mahbubdurlar ve maalesef vuslat vesilesi olarak yaratılmışken, birer hasret ve hicran saikine dönüşmüşlerdir. (Beyan)

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihal, o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlıka müteveccih olacak. Halbuki, halktan havf ise elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musibettir.

Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvânî sevmekler bahsimizden hariçtir.)

Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor, senin rağmına mufarakat ediyor. Madem öyledir; bu ha vf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun. Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek havfullahta azîm bir lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesabına olduğu için, mahlûkata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır; onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu hercümerç âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ıztırap içinde kalır. Yahut gafletle sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakikî sahibine verdin; o vakit bütün eşyayı Onun namıyla ve Onun aynası olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki: Ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun. Sen kendi nefsini kendine mâbud ve mahbup yapıyorsun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi ya kemaldir-zira kemal zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir; ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis, birkaç Sözde kat'î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek, ey nefis, nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut, mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acıkla iktifa eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve saadetleriyle mes'ut olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır-tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemâl-i mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyleyse, nefsindeki ene'yi yırt, Hüve'yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmânü'r-Rahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi bir meskeni senin cismanî hevesâtına ihzar eden; ve sair esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsânâtını o Cennette sana müheyyâ eden; ve herbir isminde mânevî çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbûb-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat Onun bir cüz'î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelînin kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et. (Sözler)

Cenab-ı Hakk'ın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği herşeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder. İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vusulü nâkıs olur... (Mesnevi-i Nuriye)

AŞK-I MECAZÎNİN AŞK-I HAKİKÎYE İNKILABI

Soru: Aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye nasıl inkılâp eder? Bunun sırrı nedir?

Aşk, fart-ı muhabbet demektir. Muhabbet, bilmenin ve tanımanın veyahut mutlak kemale muttali olmanın; karşı tarafta da kemal, cemal –mecazî aşk açısından– melâhet, müşâkele... gibi hususların bulunmasıyla bazen meydana gelen insandaki fıtrî bir hâldir. İnsan, tanımadığını ve bilmediğini sevmez; sevebileceğini tanıyıp bilirse sever. Kâfirlerin Allah’ı sevmemesi ve Resûl-i Ekrem’e karşı saygısız olmaları, tanımama ve bilmemeden kaynaklanmaktır.

Muhabbetin ifrat derecesine aşk denir. Normal muhabbette olmasa da aşkta bazen muvazenesizce tavırlar görülebilir. Bir diğer mânâda aşk, mahbubundaki kusurları görmemezlik, gözüne ondan başka hayalin girmemesi ve onu her şeyin ve herkesin üstünde kabul etme hâlidir. Meselâ kişinin, güneşin güzelliğini mahbubunun güzelliği yanında sönük görmesi, “Mahbubum benim yanımda olursa Cennet’in hurilerini istemem.” demesi veya “Cennet başkalarının olsun. Bana mahbubum yeter..” gibi iddialar, âşık mırıltıları ve mecazî aşk açısından da akıl ve mantıkla telif edilmeyecek bâlâpervazane iddialardır. İşte bu aşktır ki, Mecnun’u sahraya salmış ve Ferhat’ı da koca dağı delme macerasına itmiştir. Allah’tan başka –neye olursa olsun– gönül vermek, onu sevmek, âşık ve müptela olmak mecazî aşktır. Meselâ Mecnun’un, Ferhat’ın ve Zeliha’nın muhabbeti, birer mecazî muhabbettir. Bir de fart-ı muhabbetin fıtrî, garazsız, ivazsız olanı vardır ki, buna da anne ve babada bulunan şefkati misal verebiliriz. Esasen şefkat, Allah’ın Rahmân ve Rahîm isminden gelmektedir. Allah’ın insanlara ve mahlukata karşı olan mukaddes ve münezzeh sevgisinin, değişik malul yanlarıyla insanlarda olanına şefkat denir. Evet, Mâbud-u Mutlak’tan gayrıya gönlün kaptırılması, sevilip aşk u alâka gösterilmesi mecazî aşktır. Hakikî aşk ise gönlün Allah’a verilmesi ve Allah’ın deli gibi sevilmesidir. Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, Allah’ı sevmek, bir pâye meselesidir. Mü’minler, Resûl-i Ekrem’i severlerse, mü’minlik mertebesinde, daha doğrusu mü’minlikteki muhabbet mertebesinde önemli bir noktaya ulaşmışlar demektir. Fakat bu, en kâmil mertebe değildir. Meselâ Resûl-i Ekrem’i andığınız zaman kararınız kalmayabilir; ama bu zirvenin ötesinde bir de şahika vardır. Resûl-i Ekrem’i, O’na ait hatıraları ve ashab-ı kiramı sevme mertebesi, muhabbetin ilk mertebelerindendir. Çünkü bunlar beşerî kıstaslarla anlaşılan, duyulan, takdir edilen ve ölçülen şeylerdendir. Demek ki sizin kabınız, hissedilen şeyleri ölçüp değerlendirip size bir fikir verebiliyor. Siz bu fikirle o mahbubu gönülden seviyorsunuz. Onun halkasına tam girip ve onun gözüyle ötelere, ötelerin de ötesine bakınca, aşk u muhabbetinizde daha derin lâhûtî bir buuda ulaşıyorsunuz.

Allah’ı sevmek, her türlü alâkanın ötesindedir. Bu sevgiyi vicdanında biraz olsun hisseden neler neler duyar... Cenâb-ı Hakk’ı sevmenin başladığı andan itibaren her sevgi dolaylılık rengine bürünür. Ayrıca Allah’ı sevdiğiniz nispette mâsivâya karşı aşk u alâkanız yavaş yavaş küsuf tutmaya yönelir. Siz artık her şeyi ondan dolayı sevmeye başlarsınız. Meselâ Hz. Ali’yi, damad-ı Resûlullah, O’nun Haydar-ı Kerrarı, Şah-ı Merdanı, muharebe meydanlarının kükreyen aslanı olduğu için seversiniz. Allah’ı sevme zirvesine ve şahikasına yükseldiğiniz zaman Resûl-i Ekrem’i Allah’ın elçisi olduğu için seversiniz. O’nun karşısında yeri, konumu ve risaletini görüp okudukça bu derinlikten sevgi, bir hayranlığa dönüşür. Bu bir zevk ve hâl meselesidir. Bunu tadan bilir; tatmayan bilmez. İnsanın Allah’ı sevmesi iyi bir şeydir. Hususiyle insan, vicdan sistemiyle Allah’ı tam bilebiliyorsa O’nu delice sever. Çünkü sevginin biricik mahalli vicdandır. Vicdanın rükünlerinden biri olan zihin bildirir, latîfe-i rabbâniye gösterir, irade O’nun muradına yönlendirir, akıl, sevgi esbabı üzerinde muhakeme, yürek ise ona önemli derinlikler kazandırır. Bir insan, bütün bütün mecazî aşkla meşbû ise ve aşk-ı hakikîden mahrumsa mutlaka bir şeyler yapılarak onun yüzü hakikî aşka döndürülmelidir. Böyle bir insan, kendisine fâni matlubların fena ve zevalini göstermek suretiyle, içinde Bâki-i Hakikî ve beka arzusu uyararak.. iman ve mârifet hususunda derinleşerek.. sözün-sohbetin hep evrilip çevrilip O’nunla irtibatlandırıldığı meclislerde bulunarak.. kalbin kiri-pası sayılan günahlardan, hatalardan uzak durarak Hak’la alâka kurabilir; kurabilir ve alâkasını güçlendirerek her şeyden elini eteğini çekip لاَاُحِبُّ اْلاٰفِل۪ينَ “Ben, batıp gidenleri sevmem.”; Bâki bir yâr isterim deyip O’na yönelebilir. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi yıldız, ay, güneş... hepsini tulû, gurub ve mahiyetleriyle okur, bunların zeval bulup gitmelerini, bir doğup bir batmalarını ve batıp giden bu şeylerin kalbin alâkasına değmediğini haykırır, herkese duyurur. Zaten bunlar, camid ve cansız nesnelerdir; ne insanı duyar ne dinler ne de ihtiyaçlarına cevap verebilirler. Oysaki insan, öyle birine yönelmeli ki, her zaman onu görsün, duysun, dinlesin ve isteklerine cevap versin.

Evet hatırat-ı kalbimi bilsin, dualarıma icabet etsin.. dünyevî-uhrevî taleplerimi yerine getirsin.. yalnızlığımı giderip bana enis olsun.. ebed arzularıma cevab-ı savap verip gönlümü şâd etsin.. benim gibi bütün dost, ahbab, yârân ve yakınlarımı da âbâd etsin.. bana işte böyle bir mâbud, sevgili, yâr-ı vefâdâr ve her hâlime nigehban bir dost lâzım. Öyleyse buna aşk u alâka kurmak gerekir.

Molla Cami, bu hususu anlatırken, “Yalnız Bir’i iste, başkaları istemeye değmiyor. Bir’i çağır, başkaları imdada gelmiyor. Bir’i talep et, başkaları lâyık değiller. Bir’i gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Bir’i bil, mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Bir’i söyle, O’na ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.” demek suretiyle hakikî aşkın Allah’a karşı olan aşk olduğunu, insan Allah’tan gayri neye gönlünü verirse versin, içinde bir burkuntu ve üzüntü bırakıp gideceğini vurgular ki, herkesin meşk edip tekrarlaması icap eden bir husustur. Hulâsa-i kelâm, fâni ve zâil şeyler, gelip gidişi ile kalbin alâkasına değmediğini göstermekte ve hakikî mahbub arayan gönle, “Allah sevilmelidir.” ihtarını yapmaktadır. (Prizma, 6)

[21] HABİBULLAH:

Cenâb-ı Hak her nebîyi farklı bir hususiyetle mümtaz kılmış ve bu imtiyazla nazara vermiştir: Hazreti Adem bir safiyy, Nuh Nebî ise bir neciyy, Hazreti İbrahim hulletle mümtaz bir halîl, Hazreti Musa apaçık bir kelîm, Hazreti İsa ise ruh ile serfiraz bir rûhullahtır. Bu yüce evsâf yanında Efendimiz’e takdir buyurulan pâye ise “Habîbullah” unvan-ı celîli olmuştur. Miraçta Allah Resûlü, her nebîyi, makamının remzi bir semâda Allah’la münasebet içinde bulur ve Hazreti Musa’yı altıncı kat semâda, Hazreti İbrahim’i yedinci tabakada ziyaret eder. Kendisi ise yürür sonların sonuna; ulaşır rûhânîler burcuna ve melekten merhaba görür.. “kab-ı kavseyni ev ednâ” iklimine erer.. “bî huruf u lafz u savt” özel bir vahiyle şereflendirilir.. inkişaf etmiş letâifinin mercekleriyle görünmezleri temâşâ eder, duyulmazları duyar, bilinmezleri bilir ve “Cennetü’l-Me’vâ”yı aşarak “Sidretü’l-Müntehâ”ya ulaşır; ulaşır ve bütün yükselmelere de, kurbetlere de son noktayı koyar.

Ne var ki O, yürüdüğü bu yolu kendi vilâyetinin gölgesinde, arkasından gidenlere hep açık tutar; maiyyete terettüp eden lütuflardan herkesin istifade etmesi için de –kaynağı Hak’tan– her zaman cömert davranır.

[22] ALLAH SEVGİSİNİN EN GÜZELİ:

Allah sevgisinin en güzeli, bir tarafta mehâbetullah, öte tarafta mehâfetullah ile çevrili olanıdır. (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)

[23] MUHABBETTE İFRAT TEFRİT VE İSTİKAMET:

Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne ittihat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur, Allah da mutlak vücûd ve ilim sahibi.. her varlık O’nun vücûd ve ilminin bir lem’a-i tecellîsi; insan da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendiren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz’ân sahibi ise yanılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti, şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine göre, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan malzemeyi yorumlar.. onlara kendi his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde olur; bazen de hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve varlıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc’ın “Ene’l-Hak” şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, “Namaz kılsam münkir, kılmasam kâfir olurum.” tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, “Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?” gibi müteşabihi, Yunus’un “Suçlu kimdir, azab nedir?” türünden hayretleri... ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayacağımız bu kabîl mülâhazaları –duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de– birer aritmi örneği sayılabilirler.

Yukarıdaki iltibaslı ifadelerin arkasındaki niyet ve maksadı Allah bilir; ama zannediyorum Şiblî namaza hazırlanırken, kesretin hükmettiği bir atmosfer içinde idi; namaz esnasında vahdet nûrları tecellî edip onu çepeçevre sarınca, tabir-i diğerle, mürid Murâd’da, mutî’ de Mutâ’da nefis ve enâniyet cihetiyle eriyip mütelâşi bir hâl alınca, o, bu muvakkat gel-gitlerini böyle bir hayret ve dehşet mûsıkîsiyle seslendirmişti.. İbn Arabî’nin, şathiyyat kabîlinden olan müteşabihi de, aynı şekilde zevkî ve hâlî bir duyuş, bir seziş ve yorumun ifadesi olsa gerek.. bu kabîl zevkî ve ruhî hâlâta açık olmayan ve kalbleri sübühât-ı vechin şuaâtına kapalı bulunan bazı avamın –meselenin aşkınlığını nazar-ı itibara almadan– bu tür şathiyyatı zahirlerine hamlederek, belli bir seviyeden sonra insandan tekâlif-i ilâhiyenin düşeceğine kâil olmaları; bazı kendini bilmezlerin de, irade ve kasda iktiran etmeyen, hatta pek çoğu itibarıyla yoruma açık bulunan bu şekil müşkil ve müteşabih beyanları küfür ve dalâlet saymaları, “zıtların yanlışlığı” nevinden birer ifrat ve tefrit inhirafından başka bir şey değildir.

Kaldı ki eğer bu sözler, aşk-üstü bir sahk u mahk hâletinin ve bir “fenâ fillâh” olma zevkinin sesi soluğu ise –ki biz öyle olduğuna inanıyoruz– bu zâtlar, kat’iyen tevile açık bu sözlerinden dolayı muâheze edilmemeli ve bu aşk kahramanlarının dini temsildeki hassasiyetlerine bakılmalıdır. Nitekim, “Ene’l-Hak” diyen Hallâc’ın, her gece yüz rekat namaz kıldığı ve daha başkalarının da aynı derinlikte bir kulluk şuuru içinde bulunduğu rivayet edilir. Bu itibarla da, bu hâl erlerinin, dinin ruhuna muhalif gibi görünen beyanları, mutlaka Kitap ve Sünnet’in temel disiplinlerine göre yorumlanmalı; kâbil-i tevil olmayanlarda da, bu zâtların üç-beş cümlelik şaz müteşabihleri yerine, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ruh-efzâ beyanlarına uyulmalıdır. Onlar, söyledikleri sözleri ıztırar anaforları içinde söylediklerinden dolayı mâzurdurlar; onları ihtiyarî olarak taklit edenlerse, iki hâli birbirine iltibas ettiklerinden ötürü kendilerini tehlikeye atmış olurlar. (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/01/2021