İslâm’da Barış mı Esastır?





Author: Dr. Ahmet KURUCAN - min read. - Post Date: 08/28/2021
Clap

Efendimiz’in gerçekleştirdiği savaşlarda onun peygamberlik değil devlet başkanlığı sıfatı öndedir. Gerek bu sebeplerle inen âyetlerin gerek savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vermiş olduğu kararların bağlayıcılığı konusunda dünkü ve bugünkü ulemanın yapmış ve yapmakta olduğu yorumlar bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Fransa’daki 300 imzalı Kur’ân’da gayri müslimlere yönelik şiddet içeren âyetler kaldırılsın bildirisinden hareketle cihad âyetlerini merkeze koyarak bir değerlendirme yapıyorduk. Geçen haftaki yazımızda “İslâm’da uluslararası ilişkide savaş esastır.” görüşünü savunanların söz konusu âyetleri nasıl tasnif ettiğini ve nasıl yorumladığını yazmıştık. Şimdi sıra “İslâm’da uluslararası ilişkilerde esas olan barıştır”diyenlerin bu ayetlere nasıl baktığını görelim.

Öncelikle barış veya savaş salt dinî bir mesele olmadığı gibi ne savaş ne de barış sırf dinî nedenlerle hayata taşınmaz. Aksi bir yaklaşım insanın fıtratına, hayatın tabii akışına aykırıdır. Yalnız bu demek değildir ki savaşın ya da barışın dinî sebepleri yoktur! Hayır, olabilir ve vardır. Tarih de bunun şahididir. İlla Kur’ân’dan delil arayanlara da Mümtehine süresi 8.âyetinde “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince…” cümlesinin mefhum-u muhalifini sunabilirim. Kur’ân’ın bu âyetinden yaptığımız çıkarımla da tarihen sabit hâdiselerle de biliyoruz ki nüzûl sürecinde sırf din farklılığından dolayı Müslümanlarla savaşanlar vardı, şimdi veya gelecekte de olabilir. Ama bütüncül bir bakış bize din farklılığının savaşlarda her zaman hâkim unsur ve ana neden olmadığını söylemekte. Siyasi, iktisadi, askeri vb. sebepler nispetler perspektifinden bakılıp oranlamaya tâbi tutulduğunda savaş sebebi olarak din farklılığından daha büyük ölçüde rol oynamıştır. Kaldı ki uluslararası ilişkiden söz ediyor ve adı üzerinde savaştan bahsediyoruz. Uluslararası ilişki de ve onun son seçenek veya istenmeyen bir formu savaş da siyasetin alanı içine girer. Onun için bir kez daha tekrar edeyim, savaşın nedenleri arasında din farklılığı olabilir ama savaşın siyasi bir mesele olduğunun baştan kabullenilmesi lazım. Nitekim Efendimiz’in gerçekleştirdiği savaşlarda onun peygamberlik değil devlet başkanlığı sıfatı öndedir. Gerek bu sebeplerle inen âyetlerin gerek savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vermiş olduğu kararların bağlayıcılığı konusunda dünkü ve bugünkü ulemanın yapmış ve yapmakta olduğu yorumlar bunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Barış esastır.” diyenler cihad âyetlerinin her birisi için nüzul sebepleri, nüzul zamanlaması/sıralaması ve bağlam bilgisi/nüzul ortamı/arka plan şartları içinde açıklama getiriyor ve diğerleri gibi sadece nüzul zamanlamasından hareketle “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) âyetiyle önceki âyetlerin hepsi mensuhtur demiyorlar. Bu bakış açısı farklılığı zaten siyah-beyaz nispetinden birbirine zıt olan iki sonucun ana nedenini oluşturuyor.

Bunu ispat sadedinde “Savaş esastır.” diyenlerin beş safha içinde kullandıkları âyetlerde barış esastır diyenler nasıl yorumladığına bakmamız lazım.

  1. safhada Mekke’nin erken dönemlerinde kâfirlerin azılı ve amansız düşmanlıklarından dolayı İslâm’a ve Müslümanlara karşı almış oldukları cephe, buna karşılık Müslümanların fiziki karşılık verecek, mücadeleye girecek güçleri olmadığı için “dinde zorlamada bulunmama” (2/256) “müşriklerden yüz çevirme” (15/94) gibi âyetler yer alıyordu. Savaşı esas alanların “bunlar mensuhtur” demelerine karşılık barışı esas alanlar bu âyetlerin “bütün zaman ve mekanlarda geçerliliğini koruduğunu” ifade etmekteler. Barış diyenlerin bakış açısı düşmanlarla mücadele edecek fiziki gücün olmaması değil din ve inanç özgürlüğü perspektifidir. Zira din hiçbir baskı altında kalkmaksızın insanın özgür iradesiyle tercih yapması gerekli olan konudur. Burada iradenin elden alınması, zorlamada bulunulması samimiyeti değil nifakı netice verir ve Kur’ân’ın bu mevzudaki onlarca âyeti ile zaten yasaklanmıştır. Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatından da buna dair yığınla örnek göstermek mümkündür.
  2. safha İslâm’ı anlatmada takip edilecek sabır, güzel söz, hikmetini açıklama gibi (16/125; 29/46) sonuç almaya yönelik akli ve ahlaki esaslara vurgu yaptığı için her iki grup getirdikleri yorumlarda ittifak etmektedirler.
  3. safha Medine’ye hicretten hemen sonra başlıyordu ve “Haksız yere saldırıya uğrayan müminlere, zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşma izni verilmiştir.” (22/39)  âyeti ile Mekke’li müşriklerle savaşa izin veriliyordu. Bu doğru. Herkesin bildiği gibi İlahi irade bu âyetle savaşa izin veriyor ve gerekçe olarak da zulme uğramayı ön plana çıkartıyordu.

 

Şimdi burada sorulması gerekli olan soru şu; zulme uğrama ne demektir? Zulmün açılımı nedir? Bu sorunun cevabını tarihi perspektiften bakarak 13 yıllık Mekke ve Bedir savaşına kadar olan 2 yıllık Medine dönemi hâdiselerinde bulabiliriz. Kaldı ki 39. âyetin devamı da aynı soruya cevap veriyor. Mesela diyor ki Allah 40. âyette: “Onlar tamamen haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır!’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı.” (22/40) Burada zulmün tarifi, açılımı, mahiyeti ve kapsamı adına gördüğümüz iki şey var; bir, inanç özgürlüğünü engelleme. “Sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için” kaydı bunun göstergesidir. İki, yine bu nedenden dolayı yerlerinden-yurtlarından kovulma.” Bir başka anlatımla inandıkları dine, o dinin esaslarına göre kendi vatanlarında özgürce yaşayamama.

“Savaş esastır.” diyenlere göre 4 ve 5. safhada yer alan haram aylarla mukayyet savaş ve nihayet müşriklerle/kafirlerle topyekûn savaşı emreden “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş!” (2/193) âyeti ile bu âyet nesh edilmiştir. “İyi ama muhteva açısından nesh olmasına gerek yok, Hac sûresi 39.âyeti aynı şeyi içine alıyor.” denilebilir ki bu benim kabul edebileceğim aklımı ikna, kalbimi tatmin eden bir cevaptır. Ama aynı safhada barışı emreden âyetler de var. Mesela, “Şayet onlar barışa yanaşırlarsa sen de barıştan yana ol ve Allah’a tevekkül et.” (6/61) O zaman barışı istemeleri durumunda onu tercih etmeyi emreden bu âyetin emri/hükmü hayata nasıl taşınacak, nasıl fonksiyonel kılınacak? Zira nihai durak denilen mutlak ve topyekûn bir savaş teorisinden bahsediyoruz. Savaş esastır diyenlerin bu köklü soruya vereceği cevap ya mensuhtur olacak ya da tahsis, takyid, tercih vb. usûl kaideleri ile istisnalar getirmek olacaktır, başka türlü olmaz. Zaten böyle de diyorlar. Halbuki âyetin nüzul sebebi, zamanlaması ve bağlamı hepsi birlikte mütalaa edilse ve tarihin ilerleyen zamanlarında benzeri şartların geçerli olduğu yerlerde bu âyet mucibince amel edilir; din özgürlüğü adına gerektiğinde zalimlerle savaşa çıkılır, savaşın herhangi bir kertesinde bu özgürlükleri vermek kaydıyla barışa yanaştıklarında barış yapılır denilse, âyetler bütün zaman ve mekanlarda işlevsel kılınmaz ve daha doğru bir yaklaşım olmaz mı? Barış esastır diyenlerin görüşü de zaten budur.

4.safha haram aylarla kayıtlı umumi savaş ilanıydı ve seyf/kılıç (9/5) âyeti ile bu yaklaşım temellendiriliyordu. Hatırlarsanız savaşı esas alanların görüşlerine göre Mekke ve Medine’de Peygamberliğin ilk gününden beri gelen yüzlerce barış, hoşgörü, birlikte yaşama vb. temalı âyetler ile zulümle kayıtlı olan savaşa izin verilen âyetler seyf âyeti ile nesh edilmiştir. Şöyle diyor âyet: “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir; affı ve merhameti boldur.” (9/5) Nüzul sebebinden, siyak-sibakından, nüzul sıralamasından ve tabii ki bağlamından kopuk metin merkezli bir okuma bu âyete şunları söyletebilir; “Allah burada açıkça saldırı emri veriyor. Allah’ın bu âyetteki muradı savaşı başlatan tarafın Müslümanlar olması ve bu uğurda girilecek mücadelede müşrikleri amansız ve acımasız bir şekilde öldürmeleridir.” Zaten söylenen de budur.

Pekala barışı merkeze alanlar bu konuda neler düşünüyor? Öncelikle İlahi muradı anlayabilmek için siyak-sibakından kopuk biçimde sadece bu âyeti değil âyet kümesini esas almak lazım. Zira Tevbe sûresinin başından 17. âyetin sonuna kadar olan kesim kendi içinde anlam bütünlüğü olan ve birbiriyle bağlantılı bir âyet kümesidir. Bunu görmek ve anlamak için 17 âyeti arkası arkasına mealiyle okumak yeterli; Arapça bilmeye veya tefsir alimi olmaya gerek yok. Hangi dilden okunursa okunsun, okuduğunu anlayacak akıl sağlığı ve zihni kapasiteye sahip olmak bunu görmeye ve anlamaya yeterli. Bu bir.

İkincisi: Bu âyetler bir devlet başkanı olarak Hazreti Peygamber’le yapmış oldukları siyasi anlaşmalarını bozan müşriklere karşı verilen anlaşmanın bittiğini bildiren bir ültimatom, bir başka anlatımla savaş ilanıdır. Ahlaki bir davranış olarak ahde sadık kalma, bir sorumluluk örneği olarak da anlaşmaları sonuna kadar devam ettirme Müslümanın şiarıdır. Ama burada anlaşma şartlarına muhalefet ederek onu sonlandırmış olanlar müşriklerdir. Buna rağmen onlara haber vermeden ani saldırıda bulunmayı Kur’ân en azından ahlaki bir davranış olarak kabul etmez. Kaldı ki bu türlü bir davranış İslâm öncesi Arap örf ve âdetinde de vardır. Rivayetlere göre böylesi durumlarda savaş ilanı öncesi 4 aylık süre tanınması, bunu karşı tarafa bildirme işini de kabile reisinin kendisi veya yakınlarından birisinin yapması Arap örf ve âdetidir. Nitekim âyetlerin nazil oluşu Hazreti Ebû Bekir’in hac emirliği yaptığı sırada olduğu için Efendimiz, Hazreti Ali’yi Mekke’ye göndererek ilanı ona yaptırtmıştır.

Âyetlerin yer aldığı sûrenin diğer adı “Berae”dir ve manası ültimatom demektir. Sûrenin Besmele ile başlamayan tek sûre olmasının sebebi olarak da bu gösterilir. Hasılı “Bu topraklarda dört ay daha serbestçe gezin dolaşın” bir taraftan anlaşmanın bitmesi ve savaş ilanı diğer taraftan da savaş öncesi kendilerine verilen süreyi gösterir.

Üçüncüsü: Bu kümedeki devam eden âyetlerden açıkça anlaşılacağı üzere anlaşmalarına sadık kalan müşrikler savaş ilanı kapsamı dışındadır. “Ancak kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaşma şartlarını tamamen yerine getiren ve size karşı menfî hiçbir hareketleri olmadığı gibi, aleyhinizde de hiç kimseye destek vermeyen müsrikler, bu hükmün dışındadırlar. Onlarla olan anlaşmalarınıza süreleri doluncaya kadar bağlı kalmakta devam edin. Şüphesiz ki Allah, bütün davranışlarında Kendisine karşı gelmekten sakınan ve O’nun koyduğu sınırlara titizlikle riayet edenleri (mü̈ttakîleri) sever.” (9/4)

Dördüncüsü: “….müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun.” beyanı ise barışa yanaşmayan, barış anlaşmasını defalarca bozan ve düşman olarak Müslümanları öldürmek için savaş meydanında elinde silah dolaşan insanlara yöneliktir. Yani diplomatik münasebetlerin sonuna kadar kullanılıp barışın sağlanamadığı ve nihayet Kur’ânî kavramlarla harb’in (savaşın), katl’in (öldürmenin) ve kıtal’in (karşılıklı öldürmenin) olduğu bir zemin için geçerlidir bu emir. Böylesi bir pozisyonda başka türlü nasıl davranılır ki? Âyetin net ifadesiyle “anlaşmaları bozan, Müslümanlara hücum eden ve savaşı ilk başlatanlar da onlar olmuştu.” (9/12-13) Dolayısıyla müşrikleri öldürme mutlak bir beyan değil, şartlarla mukayyet olarak Mekke’li Arap müşriklerine yönelik bir âyettir ve Siyer, Megazi ve Tefsir kitaplarında bu kabilelerin isimleri teker teker sayılmaktadır.

Beşincisi: Müşriklerin öldürülmesi ile alakalı Kur’ân’da geçen diğer âyetler de aynı metodoloji ile ele alınmalı yorumlanmalıdır. Bu yapıldığı takdirde görülecektir ki müşriklere, kafirlere, münafıklara karşı savaşın tek alternatif olduğu bir muamele tarzından bahsedilmemekte, her âyet nüzul sebebi ile sınırlı spesifik hâdiselere yönelik çözümler önermektedir. Dolayısıyla ortada reel-politik bir durum vardır. Bu reel-politik ihmal edilerek yapılacak her yorum bizi maksad-ı ilahinin dışına çıkartır. Baştan bu yana anlatmaya çalıştığımız da zaten bu.

Örnek olarak vereceğimiz son âyet kafir ve müşriklere mutlak savaş hali görüşünün temeli olarak sunulan 5.safhadaki âyettir ve bu âyetle önceki 4 safhadaki âyetlerin tamamı nesh edilmiştir. Önce âyeti hatırlayalım; “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) Barışı esas alanlar burada da tıpkı seyf âyetinin izahında olduğu gibi sadece bu âyeti değil âyet kümesinin ele alınmasının şart olduğu görüşündedirler ki doğrudur bu. Zira İlahi maksadı -Allahu a’lem- sıralı olarak nazil olmuş ve aynı konudan bahseden bu kümeyi okuyarak ancak anlayabilir ve anlamlandırabilirsiniz. Yoksa kümenin içinden bir âyeti, âyetin içinde de yarım cümleyi veya birkaç kelimeyi ya da farklı manalara gelen ve tarihi süreçte kavramsal olarak çok farklı anlam çerçevelerine sahip olmuş “fitne” gibi bir kelimeyi/kavramı öne çıkartarak yorum yapmaya kalkma defalarca ifade ettiğimiz gibi bizi doğru sonuca ulaştırmaz.

İslâm’da uluslararası ilişkide esas olan mutlak savaştır görüşü bu âyet ile temellendirildiği için bu âyet kümesini biraz genişçe ele almak istiyorum. Aslında bu yazı ile cihad âyetlerini ele aldığım silsileyi bitirmeyi hedefliyordum. Ama gördüğünüz gibi mümkün olmadı. Sanırım iki yazı daha yazmam gerekecek.

Sözün burasında bir hatırlatma; bundan yıllar önce yayınlanan Niçin Diyalog kitabımda bu ve aynı muhtevadaki âyetlerin her birerlerini tek tek ele almış ve yorumlamıştım. İsteyenler o kitaba da müracaat edebilir.

Author: Dr. Ahmet KURUCAN - min read. - Post Date: 08/28/2021