Cihad Âyetleri





Author: Dr. Ahmet KURUCAN - min read. - Post Date: 08/19/2021
Clap

İlahi iradenin ne dediğini bilmeden ne demek istediğini bilemeyiz. Bunun için de hadis-tarih, siyer, megazi adını verdiğimiz İslâmi ilimlerde bilgilere vakıf olmak zorundayız. Bunlar olmadan Kur’ân ne tefsir edilebilir ne de te’vil.

Bir önceki yazımın son cümlesi şuydu: “Giriş sayılabilecek ama mevzunun net bir şekilde anlaşılması için zaruri gördüğümüz bu kısa izahlardan sonra hayatın tabii akışı içinde cihad ile alakalı nazil olan Kur’ân âyetlerine bakalım.” Oradan devam ediyorum. Ama hemen bir hatırlatmada bulunayım; malum askeri manadaki cihaddan, düşmanlarla yaka-paça olma mücadele etme, savaş etme manasındaki cihadı ele alıyorduk.

İçinde cihad veya yücahidu, tücahidu, cahidû, cehd, cühd, mücahid gibi ce-he-de kökünden türemiş kelimelerin geçmiş olduğu âyetlerden bahsediyoruz. Nasıl bir metot izleyeceğiz bu âyetleri doğru anlamak için? Nüzul sıralaması ve nüzul sebeplerine bakacağız. Bunda hiç şüphe yok. Sözünü ettiğimiz sebepleri ve iniş zamanlarını bilmedikten sonra yapılacak her anlam çalışması geçen hafta ısrarla altını çizdiğimiz anlam kaymasının ana nedenini oluşturur. Mademki Allah bu âyetlerle nüzul dönemindeki hâdiselere müdahale etmiştir, öyleyse İlahi iradenin önce ne dediğine -ne kastettiğini demiyorum ve bu önemli ayrımın altını ısrarla çiziyorum- bakmak onu bilmek zorundayız. Zira İlahi iradenin ne dediğini bilmeden ne demek istediğini bilemeyiz. Bunun için de hadis-tarih, siyer, megazi adını verdiğimiz İslâmi ilimlerde bilgilere vakıf olmak zorundayız. Bunlar olmadan Kur’ân ne tefsir edilebilir ne de te’vil.

Sözün burasında müstakil bir yazının konusu olabilecek bir hususa yeri gelmişken vurgu yapayım. Âyetleri doğru anlamak için sadece nüzul sebebi ve sıralamasını bilmek yetmez. Tefsir kitaplarımızın özellikle rivayet tefsirlerinin birçoğu nüzul sebebi bilinen âyetlerde o hâdiseleri anlatır ama arka plan bilgisi çok vermezler. Belki aynı veya benzeri şartların hâkim olduğu coğrafyada yaşandığından dolayı bilindiğini farz edip sözü uzatmak istemediği için bilemem ama bildiğim şu, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. hususları gözler önüne seren arka plan yani bağlam bilgisi en azından sebebi nüzul sebebi bilgisi kadar hatta ondan daha önemlidir. Çünkü âyet o zeminde o şartlar altında cereyan eden hâdiseye atıfta bulunmakta, onu ele almakta, ona çözüm önerisi getirmekte veya emir vermekte ya da yasaklamada bulunmaktadır. Bu açıdan İslâm öncesi Arap toplumu bütün yönleri ile bilmek mecburiyetindeyiz. O dönemi “cahiliye” diyerek bir kenara itmek aslında bindiğimiz dalı kesmek manasına gelir. İslâm’ı yüceltmek için genellemeci yaklaşımlarla cahiliyeyi kötüleme çok doğru bir yaklaşım değildir. Onun için yukarıda hadis, tarih, siyer ve megazi vb ilimlerin verileri olmadan Kur’ân tefsir ve te’vil edilemez dedim. Edilirse, bağlamlarından kopuk yorumlamalar bizi İlahi maksadın dışına sürükleyebilir.

Âyetlerin ne dediğini anladıktan sonra ne demek istediğine, özellikle bize, günümüze ne demek istediğine sıra gelecek. Burada da müracaat edilecek ilk kaynak hiç şüphesiz Hazreti Peygamber pratiği ve ardından tarih boyunca ulemanın yapmış olduğu yorumlar ve uygulamalardır. İlmi literatür içinde tek kelime ile “gelenek” dediğimiz sahabeden günümüze kadar bu mesele nasıl anlaşılmış, uygulanmış, bu anlamlar etrafında hangi teoriler geliştirilmiş bunlara bakmak zorundayız.

Bu iki ana unsuru merkeze koyup literatüre baktığımızda ulemanın yaptığı çok farklı tasnifler görürüz fıkıh kitaplarımızda. Bana göre bu tasnifler içinde askeri bağlamdaki cihadı anlamak için en anlamlısı “İslâm’da uluslararası ilişkilerde esas olan barış mıdır savaş mıdır?” sorusu etrafında şekillenen tasniftir. Uluslararası ilişkiler alanında bir teoriden mi söz ediyoruz diyebilirsiniz? Cevabım elbette evet. Böylesi bir teoriden söz ediyoruz. “Kutsal savaş, kesintisiz savaş, savunma savaşı, zimmi, harbi, darü’l-harb, darü’l-İslâm, darü’s-sulh, darü’l-eman, ehl-i harb, ehl-i bagy, hudne (geçici ateşkes anlaşması) cizye” kavramlarının hepsi de bu teorinin bir taraftan yapı taşlarını oluşturan diğer taraftan sonucunu ele veren kavramlardır. Daha da önemlisi bu teori/ler, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabenin pratikleri üzerinde oluşan doktrin/ler etrafında şekillenmiştir.

Kabaca bir tasnifle iki görüş vardır erken dönem ulemanın oluşturduğu bu teorilerde; savaş ve barış. Baştan belirtelim, herkes kendi zamanının çocuğudur. Son tahlilde bir teoriden bahsediyoruz ve bu teoriyi üreten insan. Başka bir anlatımla eldeki verilerden hareketle üretilmiş beşeri bir düşünce. Dini literatürü kullanacak olursa içtihad. İşte kendi zamanının çocuğu olan ulema bu bağlamdaki görüşlerini ortaya koyarken içinde yaşamış oldukları dini, siyasi, kültürel, askeri, ekonomik vb. insan ve toplum hayatını, siyasi bir dil kullanacak olursak devleti kısa, orta ve uzun vadede etkileyecek her türlü vaki ve muhtemel gerçeklerden etkileniyor. Mesela, İslâm’a göre uluslararası ilişkilerinde hâkim unsur savaştır diyenler –ki böyle diyenlerin başında İmam Şafii gelir- gayri müslimlerin topyekün Müslümanlara karşı bir cephe oluşturmasını ve Müslümanları yok etmek için sürekli savaş peşinde koşmalarını merkeze alıyor. Bu fiili durum dini kimliklerin ana unsur olduğu bir zeminle örtüşünce bir adım daha ileri gidiyor ve savaşın gerekçesini küfür yani iman etmemek, Müslüman olmamak olarak belirliyor. Hazreti Peygamber, müşriklerle anlaşma yapmış argümanını öne sürdüğünüz zaman, ona itiraz etmiyor ama bu defa da Hudeybiye sulhunun 10 yıllık süreyle yapılmasını delil göstererek “barış anlaşması 10 yıldan fazla olamaz” diyor. Başkaları bu düşünceyi daha ileri taşıyor ve diyorlar ki “İslâm orduların savaşma kabiliyeti körelmemesi için darü’l-harpte yerini alan ülkelere 10 yılda bir savaş açılmalıdır.”

İşte bu arka plan şartları içinde oluşan savaş doktrini teorik planda sağlam temellere oturmak zorunda. Bu durumda akla gelen ilk kaynak elbette ve elbette Kur’ân oluyor. Kur’ân âyetleri bu bakış açısıyla tasnif ediliyor ve üretilmiş beşeri düşünce temellendirilmiş oluyor. Hemen akla gelebilecek, “İyi ama Kur’ân araçsallaştırılmış olmuyor mu? Bu o büyük imamlara büyük bir itham değil mi?” sorusuna cevap vereyim. Hayır; bir itham değil, aksine vakıayı tespit. Kendilerinin beyanlarından hareketle yapılmış olan tasnifi okuyunca siz de hak vereceksiniz. “Kur’ân araçsallaştırılmış olmuyor mu?” sorusuna cevabım ise hem hayır hem evet. Hayır; çünkü fiili durum bakış açısını ve metodolojiyi belirliyor. Hazreti Peygamber hayatındaki pratik de âyetlerin nüzul sıralaması ile örtüşünce ortaya bu sonuç çıkıyor. Evet; teoriyi desteklemek için zaman zaman âyetler bağlamlarından kopuk ele alınabiliyor. Sebeb-i nüzul unutulabiliyor. Efendimizin aynı mevzu üzerindeki farklı uygulamaları kaale alınmayabiliyor.

Şimdi “İslâm’da savaş esastır.” diyen görüşün âyetleri tasnifini aktarayım. Bunca yıllık tahsil hayatımda Türkçe, Arapça ve İngilizce yaptığım okumalarda bana en kapsayıcı gelen bir tasnifi/kategorilendirmeyi aktaracağım sizlere. Daha iyisi vardır-yoktur tartışmalarına girmiyorum. Belki vardır. Benim okumalarıma göre en kapsayıcı diyorum. Nitekim bir sempozyumda sunulan tebliğde geçen bu değerlendirmeye müzakerecilerin bazı itirazları da var.

Bahsini ettiğim bu kategori denemesi Talip Türcan’a ait. Kuramer’in Cihad sempozyumunda sunduğu “Savaştan Barışa Doğru Evrilme” tebliğinde, Efendimiz’in Peygamberlik yaptığı 610-632 yılları arasındaki Mekke ve Medine hayatına bir bütün olarak bakarak yapıyor bunu Türcan. Bu okuma şekli yukarıda ifade etmeye çalıştığımız hem nüzul sebebi ve sıralaması hem de gelenek temellerine dayanıyor ve teorisi de uluslararası ilişkide asıl olan savaştır düşüncesi.

1-Erken dönemler Mekke: “Dinde zorlama yoktur.” (2/256); “Müşriklerden yüz çevir.” (15/94) mealindeki âyetler. Burada inanç özgürlüğüne vurgu ağır basıyor. Güç dengesinin müşrikler lehine olduğu o dönemde sadece dini tebliğ edip herhangi bir zorlamada bulunmama, sözlü bile olsa mücadeleye girmeme bir emir olarak nazil oluyor.

2-Son dönemler Mekke: “Ehl-i Kitap’la mücadelenizi onlardan zulmedenler hariç en güzel biçimde yapın.” (29/46); “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır, onlarla en güzel biçimde mücadele et.” (16/125) Mekke hayatının 13 yıl olduğu göz önüne alınacak olursa artık belli ölçüde İslâm ve Müslümanlıkla hemhal olan müşrik ve Ehl-i Kitap’la sözlü muhavereye girme emrediliyor. Hicrete kadar da devam ediyor.

3-Medine’ye hicretten hemen sonra. Bu dönem ilk defa savaşa izin verildiği yıllara tekabül ediyor. Yalnız ortada iki tane şart var. Birincisi, yıllardır Mekke’de zulüm eden insanların Medine’de de bu zulümlerini devam ettirmek istemeleri; ikincisi, eğer onlar barışı tercih ederlerse Müslümanların bunu kabullenmeleri. Şu âyetler bunları anlatıyor: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın.” (2/190)

“Kendilerine ile savaşılanlara zulme uğramış olmaları sebebiyle izin verildi.” (22/39) ve

“Şayet onlar barışa yanaşırlarsa sen de barıştan yana ol ve Allah’a tevekkül et.” (6/61)

4-Savaş haram aylarla kayıtlı umumi savaş ilânı: “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tütün. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir; affı ve merhameti boldur.” (9/5) “Seyf” yani “kılıç” âyeti olarak bilinen bu âyet, “İslâm’da savaş esastır.” diyenlerin görüşüne göre müdafaa değil saldırı savaşının başlangıcını teşkil eder ve sadece Müslümanlara savaşanlar değil savaşmayanlar da bu kapsamdadır.

5-Savaşın haram aylar kaydı da ortadan kaldırılarak mutlak olarak emredildiği dönem. “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) âyeti bunun delilidir. Hazreti Peygamber’in, “İnsanlarla La ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmak bana emr olundu.” bu dönemde söylenmiş, âyeti destekleyici, bir hadistir.”

Özetle belirtecek olursak burada gördüğümüz şey nüzul sıralaması dikkate alınsa da nüzul sebepleri ve özellikle bağlam bilgileri nazara alınmadan sadece metin merkezli bir okumadır ve tasnifin sonunda varılan yer, Müslümanların kâfirlerle müşriklerle kayıtsız şartsız sürekli ve kesintisiz savaş halinda bulunmak zorundadır. Bu yorumların yapıldığı zemindeki fiili durum dediğimiz gayri müslimlerin Müslümanlara karşı neredeyse topyekûn savaş içinde olması da bu yaklaşımlara hak verdirmektedir.

Pekala doğru mu? Velev ki metin okuması bile yapılsa böylesi bir metodoloji ile Kur’ân’a, Hazreti Peygamber pratiğine yaklaşma ve yorumlama bizi makasıd-ı şeria ve maslahatu’n nas çizgisinde doğru sonuçlara ulaştırır mı? Cevabınız evet ise, o zaman İmam Serahsi gibi “Müslümanlar düşmanlarıyla baş edemeyecek kadar güçsüz ise barış anlaşması yapabilir aksi halde yapamaz.” diyorsunuz demektir. Eğer gerçekten bu görüşü kabulleniyorsunuz inanmamayı savaş sebebi görüyorsunuz demektir; dolayısıyla İŞİD, el-Kaide vb. örgütlerden, onların terörist faaliyetlerinden şikâyet etmeye hakkınız yoktur. Bir zamanların oryantalistleri, şimdilerin İslâm düşmanları gibi “İslâm savaş dinidir, kılıç dinidir.” diye bağırmanızın önünde hiçbir engel kalmamıştır. “Seyf âyeti ile Kur’ân’daki barışa vurgu yapan yüzlerce âyet nesh edilmiştir; Kur’ân’daki barışı, ahde vefayı, farklılıkları kabulle birlikte yaşamayı emreden âyetlere ve Efendimiz’in gayri müslimlerle hayatı boyunca yapagelmiş olduğu barışçıl ilişkiler konjonktüreldir.” yorumlarını yapabilirsiniz.

Ama cevabınız hayır ise ve “nüzul sıralaması, nüzul sebepleri, Kur’ân’ın bütüncüllüğü ve Hazreti Peygamber pratiklerinden hareketle başka türlü bir okuma ve değerlendirmeler yapılabilir, savaş haricinde başka teoriler geliştirilebilir” diyorsanız, ben sizinle beraberim. ‘İslâm’da uluslararası ilişkilerde esas olan barıştır.’ diyenler de zaten bunu demektedir? Bunu da bir sonraki yazıda kaleme alalım.

Author: Dr. Ahmet KURUCAN - min read. - Post Date: 08/19/2021