Şükür (Kalbin Zümrüt Tepeleri)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 08/03/2021
Clap

Kalble şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisân ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder.

Şükür kelimesinin manaları ve şükrün çeşitleri

Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık mânâlarına gelen şükür; ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya denir ki; kalble, lisânla îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir.

 

Lisanla Şükür ve mahiyeti

Lisânla şükür; vehmî bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütuf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul ve itirafla gerçekleşir. Evet, bütün iyilikleri, güzellikleri kısmet eden ve mebde’den müntehâya sebeplerini hazırlayan O olduğu gibi, vakt-i münasibinde gönderen de yine O’dur. Takdir ve taksim eden, vakti gelince yaratıp semâvî sofralar halinde önümüze seren O olduğu için neticede minnet ve şükran da O’nun hakkıdır. O’nu görmezlikten gelerek sebeplere takılmak, hatta onlara serfürû edip minnettarlıkta bulunmak; hazırlanıp ayağımızın ucuna kadar getirilen bu sofranın, hazırlanışını ve hazırlayanını nazara almadan, getirip önümüze koyan tablacıyı bahşişlere boğmaya benzer ki:

يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيَاة الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ اْلآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ “Onlar, dünya hayatının sadece kendilerine bakan dış yüzünü bilirler, ahirete bakan yönünden ise bütün bütün gafildirler.” (Rûm sûresi, 30/7) Evet bunlar, sırf sebeplere bakıp ilim ve mârifet itibarıyla daha ilerisini göremeyen cahiller, nâkıslar ve nankörlerdir.

 

Kalble şükür ve keyfiyeti

Kalble şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisân ve cevârihle yapılan şükrün de esasını teşkil eder ki: وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً “O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir.” (Lokman sûresi, 31/20) beyânı onun keyfiyet buudlarına;

وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَاAllah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da saymakla bitiremezsiniz.” (İbrahim sûresi, 14/34) fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.

 

Azalarla şükür ve şekli

Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her lâtîfeyi yaratılış gâyesi istikametinde kullanmak ve onlara mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır.

 

Lisan, kalb ve azaların şükrüne farklı yorumlar

Ayrıca, lisânın şükrünü evrâd ü ezkâr, kalbin şükrünü yakîn ve istikamet, cevârihin şükrünü de ibadet ü tâat şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Onun böyle bütün bir iman ve ibadete taallukundan ötürüdür ki, büyükler ona imanın yarısı nazarıyla bakmış, kendi şümûlü içinde sabırla müşterek mütalâa etmişlerdir.[1]

 

Kur'an'da şükrün yeri ve önemi, şükür şehsuvarları

Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu, [2]لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ ve [3]وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ gibi âyetleriyle emrin ve halkın gâyesi göstermiş; göstermiş ve:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

“Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok şiddetlidir.”[4] fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimette bulunanları da cezalandıracağı tehdidinde bulunmuştur. Bundan başka O, kendisine “Şekûr” demiş[5] ve bütün nimetlerin asıl kaynağına ulaşma yolunu da şükre bağlamıştır; bağlamış ve bu mevzuun doludizgin şehsuvarlarından Hz. İbrahim’i: شَاكِرًا لِأَنْعُمِهِO’nun nimetlerine karşı şükürle gerilmiş.”[6] sözüyle; Hz. Nuh’u da: إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًاŞüphesiz, o, şükürle oturup kalkan sâdık bir bende idi.[7] beyânıyla tebcil ve takdir etmiştir. Şükür önemli bir amel ve kıymetli bir sermaye olmasına rağmen, وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُKullarımdan şükredenler pek azdır.”[8] fehvâsınca, hakîki mânâda âmili fazla olmayan bir ameldir. Gerçi, أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًاRabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı![9] duygusuyla kıvrım kıvrım kıvrananlar ve bütün ömürlerini şükür kuşağında geçirenler de vardır ama, yine de bunların sayıları oldukça azdır.[10]

 

İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanının şükrü ve duası

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu Şükür Kahramanı, değeri çok yüksek, âmili çok az bu önemli amelin en önde geleniydi. O, oturur-kalkar şükreder ve yanına gelenlere de şükür tavsiyesinde bulunurdu.

اَللَّهُمَّ أَعِنّي عَلَى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ Allah’ım! Seni anmam, Sana şükredebilmem ve Sana ibadetlerin en güzeliyle yönelebilmem için bana yardım et.[11] O’nun sabah akşam dilinden düşürmediği nurlu sözlerdendi..[12]

 

Şükrün bir başka yorumu

Evet, eğer şükür, nimete mazhar olanın onu verene karşı iki büklüm olması, sevgi ve alâka ile O’na yönelmesi, bütün mazhariyetlerini itiraf etmesi ise, yukarıdaki peygamber sözü bu hususların en kestirmeden ifadesi sayılır.

 

Neye ve nasıl şükür?

Kimi aşa-ekmeğe, evlâd ü ıyâle ve barınacağı mekâna; kimi bunlarla beraber varlığa, sıhhate ve afiyete; kimi bir adım daha ileri atarak imana, irfana, rûhânî zevklere ve itminâna; kimi de hamd ve minnet şuuruna şükreder. Bu sonuncusuyla insan, acz, fakr ve yetersizliklerini birer sermaye olarak kullanabilir de teşekkür devr-i dâimleri (salih daireleri) içine girerse, gerçek şâkirînden olur. Bir hadiste ifade buyrulduğu gibi, Dâvud aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a: “Yâ Rab! Senin şükrünü nasıl edâ edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hak: “İşte şimdi tam şükrettin.”[13] buyururlar ki, zannediyorum مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ Ey her dilde meşkûr olan Allah’ım, Sana hakkıyla şükredemedik.” sözüyle anlatılmak istenen de budur.

 

Hakîkî şükre ulaşmak için…

Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi, büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a yönelmeye uzanan çizgide iman ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütufları imanın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْŞimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!” (Duhâ sûresi, 93/11) gerçeğine uyanarak, emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz.[14]

 

Nimeti ve nimet içinde nimet vereni duyma, idrak etme

Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı, uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi, başından aşağıya yağan nimetleri ne duyar ne de hisseder.[15]

Dahası, çok defa onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir.[16] Eğer biz, etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olduğunda şüphe yoktur. مَنْ لَمْ يَشْكُرِ الْقَلِيلَ لَمْ يَشْكُرِ الْكَثِيرَAza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”;[17] veya: مَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللهَİnsanlara karşı şükran ve minnet hissi taşımayan Allah’a da şükretmez.”[18] sözleri, birinci şıkka bakar ve mutlak şükrün önemini hatırlatır.[19]

وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِSadece Bana şükredin ve zinhâr nankörlükte bulunmayın.” (Bakara sûresi, 2/152); veya وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُ Yalnız O’na kullukta bulunun ve O’na şükredin.” (Ankebût sûresi, 29/17) gibi âyetler de ikinci şıkkı nazara verir ve hakîkî tevhidi ihtar eder.

 

Şükrün Esasları

Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibarıyla onu şu üç bölüm içinde mütalâa etmek mümkündür:

  1. Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havâs, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
  2. Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibarıyla ağır, îfâsı zor ve ancak hâdiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah’ın lütfudur ve rızâ televvünlüdür.
  3. Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O’nun büyüklüğüyle lütufları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hak’la münasebetleri de ayrı bir temkin disipliniyle, şuhûdun engin hazları içinde.

Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlere serilir, avlar, dolar ve taşar…

اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلَصِينَ الْمَحْبُوبِينَ الْمُقَرَّبِينَ

وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيّدِ الْمُخْلَصِينَ الْمَحْبُوبِينَ الْمُقَرَّبِينَ

 

ŞÜKÜRLE İLGİLİ HADİSLER

Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

 

Ebû Saîd Sa’d İbni Mâlik İbni Sinân el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Medineli müslümanlardan bir kısmı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine istediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, elindekiler bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince onlara şöyle hitab etti:

“Yanımda bir şeyler olsaydı, onları sizden esirgemez, verirdim. Kim dilenmekten çekinir, iffetli davranırsa, Allah onun iffetini arttırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allah ona sabır verir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük bir lutufta bulunulmamıştır.” (Buhârî, Zekât 50, Müslim, Zekât 124. Tirmizî, Birr 77)

 

Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyâz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere tekrar secdeye kapandım. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2775)

 

Ebû Hüreyre (r.a.)’den; Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

– Şu kelimeleri, onlar ile amel etmek veya onlar ile amel edecek olana öğretmek için benden kim almak (öğrenmek) ister? Bunun üzerine;

– Ben, Yâ Resûlullah, dedim. Resûlullah elimden tutarak beş şeyi saydı ve buyurdu ki:

 – Haramdan sakın! İnsanların en çok ibâdet edeni olursun. Allâhu Teâlâ’nın sana ayırdığına râzı ol! İnsanların en zengini olursun. Komşuna iyilik et! (Gerçek) Mü’min olursun. Kendin için sevdiğini, insanlar için de sev! (Hakiki) Müslüman olursun. Çok gülme! Çünkü fazla gülmek, kalbi öldürür. (Tirmizî, Zühd 2)

 

Ebû Hüreyre (r.a.)’den; Resûlullah (s.a.s.) buyurdu:

(Dünyalıkta) sizden aşağı olana bakınız! (Yoksa) sizden yüksek olana bakmayınız! Zirâ size lâyık olan, sizin üzerinizdeki Allâh’ın nimetini hor görmemenizdir.” (Tirmizî, Kıyamet 58)

 

Osman (r.a.)’dan, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Âdem oğlunun şu nimetlerden başkasında (şikâyete) hakkı yoktur. (onlar da) Oturacağı ev, avret yerlerini örten giyecek elbise, kuru ekmek ufağı ve (içeceği) sudur.” (Tirmizî, Zühd 30)

 

Ubeydullah b. Muhsin, babası (r.anhümâ)’dan; Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Sizden biriniz, günlük yiyeceğini bulur ve vücudu sıhhatta olduğu hâlde (tehlikelerden) emin olursa, (bütün) dünya kendisine verilmiş gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 34)

 

Ziyad, Mugire'nin (ra) şöyle dediğini işitmiştir:

"Hz. Peygamber (sav) ayakları (ya da bacakları) şişinceye kadar (gece) namaz kılardı. Bu durum hakkında ona bir şey söylendiğinde, 'Şükreden bir kul olmayayım mı?' derdi." (Buhari, Teheccüd 6)

 

Ebu Hüreyre'nin naklettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

"İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a da şükretmez." (Tirmizî, Birr 35)

 

Cabir (b. Abdullah) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Bir kimseye bir nimet verilir de onu (hayırla yad ederek) dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur." (Ebu Davud, Edeb 1)

 

Ebu Hüreyre'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir." (Tirmizî, Sıfatü'l-kıyame 43; İbn Mace, Sıyam 55)

 

Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Zenginlik mal çokluğu değil, göz tokluğudur." (Buhârî, Rikâk 15; Müslim, Zekât 120)

 

Abdullah b. Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:

"Müslüman olup da kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiğine kanaat eden kimse, muhakkak kurtulmuştur." (Müslim, Zekât 125)

 

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e İsrâ gecesinde, birinde şarap, diğerinde süt bulunan iki bardak getirildi. Bardaklara şöyle bir baktıktan sonra süt bardağını aldı.

Bunun üzerine Cebrâil:

“Seni, insanın yaratılış gayesine uygun olana yönlendiren Allah’a hamdolsun. Şayet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi” dedi. (Müslim, Îmân 272)

 

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah’a hamdederek başlanmayan her önemli iş bereketsiz olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb 18)

 

Ebû Mûsâ el-Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir kulun çocuğu vefat ettiği zaman Allah Teâlâ meleklerine:

- “Kulumun çocuğunu elinden aldınız, öyle mi?” diye sorar. Onlar da:

- Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ:

- “Kulumun gönül meyvesini mi kopardınız?” diye sorar. Melekler:

- Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ tekrar:

- “O zaman kulum ne dedi?” diye sorar. Melekler:

- Sana hamdetti ve “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” dedi, diye cevap verirler.

O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur:

- “Kulum için cennette bir köşk yapın ve ona hamd köşkü adını verin.” (Tirmizî, Cenâiz 36)

 

Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, 7/127)

 

“…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allah'ın kendisine verdiği üstünlüğe hamd etmek… Böyle yapanları Allah, şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 58)

 

[1] ŞÜKRÜN ÇEŞİTLERİ

Hem şükrün enva'ı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

Hem şükür içinde, safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor. (Şükür Risalesi)

[2] “Umulur ki şükredersiniz” (Bakara sûresi, 2/52, 56, 185; Âl-i İmran sûresi, 3/123; Mâide sûresi, 5/6, 89; Enfâl sûresi, 8/26; Nahl sûresi, 16/14, 78; Hac sûresi, 22/36; Kasas sûresi, 28/73; Rûm sûresi, 30/46; Fâtır sûresi, 35/12; Câsiye sûresi, 45/12)

[3] وَمَا مُحَمَّدٌ اِلَّا رَسُولٌۚ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُۜ اَفَا۬ئِنْ مَاتَ اَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلٰٓى اَعْقَابِكُمْۜ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلٰى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللّٰهَ شَيْـٔاًۜ وَسَيَجْزِي اللّٰهُ الشَّاكِر۪ينَ “Muhammed, sadece bir elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmran sûresi, 3/144)

[4] وَاِذْ تَاَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ اِنَّ عَذَاب۪ي لَشَد۪يدٌ "Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir." (İbrahim sûresi, 14/7)

[5] لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ "Allah kendilerine mükafatlarını tam olarak versin ve kendi lütfundan daha da artırsın diye (böyle yaparlar). Şüphesiz O, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir’’

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّـذ۪ٓي اَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَۜ اِنَّ رَبَّـنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ "Şöyle derler: "Hamd, bizden hüznü gideren Allah'a mahsustur. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir." (Fâtır sûresi, 35/34)

ذٰلِكَ الَّذ۪ي يُبَشِّرُ اللّٰهُ عِبَادَهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِۜ قُلْ لَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْراً اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبٰىۜ وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ ف۪يهَا حُسْناًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ شَكُورٌ "İşte bu Allah'ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: "Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum." Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir." (Şûrâ sûresi, 42/23)

اِنْ تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ "Eğer siz Allah'a güzel bir borç verirseniz Allah onu size, kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, Halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir)." ( Tegâbün sûresi, 64/17)

[6] شَاكِراً لِاَنْعُمِهِۜ اِجْتَبٰيهُ وَهَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ "Onun nimetlerine şükreden bir önderdi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti." (Nahl sûresi, 16/121)

[7] ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۜ اِنَّهُ كَانَ عَبْداً شَكُوراً "Ey kendilerini Nûh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin çocukları! Gerçek şu ki, o çok şükreden bir kuldu." (İsrâ sûresi, 17/3)

[8] يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَٓاءُ مِنْ مَحَار۪يبَ وَتَمَاث۪يلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَاسِيَاتٍۜ اِعْمَلُٓوا اٰلَ دَاوُ۫دَ شُكْراًۜ وَقَل۪يلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ "Cinler Süleyman için dilediği biçimde kaleler, heykeller, havuz gibi çanaklar ve sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Davûd ailesi şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır." (Sebe sûresi, 34/13)

[9] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, münâfıkîn 79-81; Tirmizî, salât 187.

[10] KURAN’DA ŞÜKÜR VE EHEMMİYETİ

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ٭ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ ٭ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لاَزِيدَنَّكُمْ ٭ بَلِ اللّهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlık-ı Rahman'ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm'de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla, Sure-i Rahman'da şiddetli ve dehşetli bir surette otuzbir defa şu âyetle tehdid ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet Kur'an-ı Hakîm nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur'an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki: Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür. Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette her bir şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en a'lâsı, şükürdür. Çünki hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden zât, ondan o hayatı intihab ediyor. (Şükür Risalesi)

[11] Nesâî, sehv 60.

[12] NİMET-ŞÜKÜR SALİH DAİRESİ

Bir sonraki âyet-i kerimede ise: وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ “Nam-ı celîlini, yâd-ı cemil yapacak şekilde yükselttik ha yükselttik.” ifadeleriyle nimetler silsilesindeki ayrı bir nimet zikredilmiş, ayrı bir tebşirde bulunulmuştur. Allah (celle celâluhu), Peygamber Efendimiz’i her hamlesiyle farklı bir lütuf ve ihsana mazhar kılmıştır. İki Cihan Serveri (aleyhi ekmelüttehâyâ), her bir nimet karşısında şükürle gerilip gürlemiş, hamd ü senâ duygularıyla dolup dolup boşalmıştır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da O’nun üzerine sağanak sağanak rahmetini indirmiş, her defasında farklı bir rıza ufkuna erdirmiş ve ilâhî hoşnutlukla ayrı bir inşiraha ulaştırmıştır. Evet, öyle bir salih daire oluşmuştur ki Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içine inşirah saçmış, O Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferid-i Kevn ü Zaman da bu inşirahı O’na ulaşma istikametinde değerlendirmiştir. Böylece sûrenin sonunda ifade edildiği gibi, “usür”de “yüsür”ü yaşamış, zorlukları kolaylıkla aşmış; “yüsür”de de “usür”leri aşma adına metafizik gerilimle dolmuş, ferağdan iştigale, iştigalden ferağa yönelmiş; bütün bunların mukabilinde Cenâb-ı Hak da, O Ferid-i Kevn ü Zaman’ın içine inşirah çağlayanları akıtmıştır. Bu inşirah hâli, Peygamber Efendimiz’de yeni bir azim, yeni bir cehd, yeni bir gayret ve yeni bir heyecan uyarmış; bunun karşılığında O da, bu heyecanın hakkını vermiş ve hayatında hiçbir boşluğa yer vermeden, bütün bir ömür boyu tasavvurlar üstü bir gayret, bir performans, bir kulluk ortaya koymuştur.

Benzer bir mukabeleyi, İnşirah sûresinden önceki iki sûre olan Duhâ ve Leyl sûrelerindeki ilgili âyetlerde de görebiliriz. Şöyle ki, Cenâb-ı Hak, Leyl sûresinin son âyetinde: وَلَسَوْفَ يَرْضٰى “Yakında o razı olup hoşnutluğa erecek" buyurmaktadır. Bu âyeti, Duhâ sûresinde geçen, وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰى “Doğrusu Rabbin, sana vereceklerini öyle bir verecek ki, hem O’ndan hem de verdiklerinden tam razı olacaksın.” âyet-i kerimesiyle beraber düşündüğümüzde, karşılıklı mukabeleyi görebiliriz. Evet, Allah (celle celâluhu) razı olursa insanın içinde de rıza duygusu şahlanır. Diğer yandan, bir insan esbab-ı adiye planında iradesiyle rıza-yı ilâhî peşinde olur, Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi gönül hoşnutluğuyla karşılarsa, Allah da (celle celâluhu) o insandan razı olur. (Cemre Beklentisi)

[13] İbn Ebi’d-Dünya, Kitabü’ş-şükr s.7; İbn Ebî Âsım, Kitabü’z-zühd 1/72; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/100-101; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 1/398, 9/343; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm 2/541, 3/530.

[14] NİMETE HAKİKİ ŞÜKÜR KULLUĞU İKTİZA EDER

Sonra mürekkebat ve mevalidin vücud-u Sâni'a vech-i delaletlerine, وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً ilh.. cümlesiyle işaret edilmiştir. Sonra geçen delillerin her birisi alel'infirad, yani birer birer Sâni'in vücuduna delalet ettiği gibi, heyet-i mecmuası da Sâni'in vahdetine işarettir. Sonra nimetlerin menşei ve menbaı olan âlemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi رِزْقًا لَكُمْ 'ün delaletiyle beraber, Mabudun ibadete müstehak olduğuna delalet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, mün'ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir. (İşârâtül İ'caz)

[15] KULLUĞUN ESASLARI, ŞÜKÜRSÜZLÜK, ŞÜKÜR ve HAMD ARASINDAKİ FARK

O Hazret’in beyanında, kulluğun esaslarını ifade eden bu dört husus sayılan “acz, fakr, şevk ve şükr” sıralamasında şükür en sona bırakılmıştır. Zira şükür, kendisi de ayrı bir şükrü gerektirmenin yanında bütün nimet ve mevâhibe karşı vazife, sorumluluk ve kadirşinaslığın bir ifadesidir. Yani bir insan, eli olmadığı hâlde birilerini kündeye getiriyor veya ayağı olmadan mesafe alabiliyorsa, yani o, bütün kudret ve kuvvetin O’ndan olduğu iz’anı içinde ise, servet O’nun, o da O’nunla zengin olduğunun şuurunda ise, işte o zaman o insan asla ye’se düşmez. Zira böyle biri kendini hep O’nun servetiyle ganî görür ve sürekli şevkle şahlanır ve mazhariyetlerini şükürle taçlandırır. Evet, bizler her zaman Allah’a böyle şükretmeli ve “Aczimizi bizim için ayn-ı kuvvet, fakrımızı ayn-ı gınâ hâline getiren, bizi şükürle sürekli coşturan Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun.” demeliyiz.

Burada şükür ile hamdin farklılığına dikkat çekmenin de yararlı olacağını düşünüyorum. Şükür, mevcut bir nimet ve mevhibe karşılığında Allah’a mukabelede bulunma demektir. Hamd’de ise bir mukabele meselesi söz konusu değildir. Bu itibarladır ki bu dört esas arasında hamd değil de şükür tabiri kullanılmıştır. Aslında burada ciddi bir şekilde şuura parmak basma hususu da söz konusudur. Acz ve fakr, Allah’ın bize açık nimeti olduğu şuuru ile sinelerimizin şevkle coşması ve bunun Allah’ın bize bir lütfu, ihsanı olduğu kavranıldıktan sonra, geriye artık O’nun (celle celâluhu), üzerimizde mevcut olan nimetlerine karşı mukabelede bulunma kalıyor ki o da şükür ile eda edilmektedir.

Hamd kelimesi bundan farklıdır; zira o, hem “fedâil” hem de “fevâdıl”a bakar. Yani Allah Teâlâ, Mâbud-u Mutlak olması itibariyle O’ndan bize –farz-ı muhal– bir lütfu erişmese de O, kemal ve cemal-i mutlak sahibi olması itibariyle “Mâbud-u bi’l-Hak” ve “Maksud-u bi’l-İstihkak”tır. Şükre gelince o, nimet ve teveccühün vücuduna vâbestedir. Onun için musibetler karşısında hamd edilir de onlara karşı şükredilmez; evet, şükür, bir nimet mukabilinde olur.

Bu açıdan burada şuur ve idrak çok önemlidir. Acz ve fakrın doğru sezilmesi, insanı yönlendiren bu iki faktörle şevke yönelmek ve sürekli hizmet atmosferinde bir metafizik gerilim içinde bulunmak öyle ilâhî bir lütuftur ki bunu tatmayan bilmez. Ancak, bu metafizik gerilim bazen insanın bu mevzudaki gayretleriyle olur, bazen de mü’min-i âşıkın cezb ü incizâbı ölçüsünde kendini gösterir; gösterir de o, Allah tarafından çekilmeye başlar ve irade edilene fâik mazhariyet ve maiyyetlere erer, erer de göz açıp-kapayıncaya kadar olsun nefsiyle baş başa bırakılmaz, bırakılmaz ve doğrudan doğruya Allah tarafından sevk ve idare edilme teveccühleriyle yaşar. Bu da Allah’ın insana lütfettiği derinlerden daha derin bir ihsandır. İşte bu lütufların derinliğini idrak eden bir insan artık hep şükreder ve bu şükrüyle bütün ubûdiyetin envâını câmi bir mukabelede bulunmuş olur.

Bunu bilmeyen insanlara gelince, onlar da –hafizanallah– aczini idrak edeceği yerde kendini güçlü görür ve: إِنَّمَۤا أُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ عِنْدِۤي “Bana verilenler bilgimden ve irfanımdan ötürü verildi.” derler. Böyleleri âdeta, “Bunları ben kendim plânladım, kendim düşündüm, sistemi kendim kurdum ve bu insanları etrafıma ben topladım…” iddialarının muzaaf bir şeklini sergilerler. Elli defa evirip çevirerek, ilim ve idraklerini daha bir cazip göstermeye çalışırlar. Bir zatın esprili bir şekilde ifade ettiği gibi onlar, haddizatında “Bana kendi ilmimden dolayı verildi.” demek suretiyle Firavun ve Nemrudların soluklarıyla soluklanırlar. Bu insanlar, acz ü fakrı ciddi birer sâik bilerek şevke yürüyüp şükre sıçramaları gerekirken daha işin başlangıcında o sâik ve faktörleri görmezlikten gelme körlüğü yaşarlar. Bu öylesine bir körlüktür ki, böyleleri her mazhariyeti kendi imkânları, güçleri ve kuvvetleriyle çözdüklerini sanırlar. İşin başlangıcında bir kere körlük gayyâsına yuvarlandıklarından artık bir daha da şevke yürüyemezler.

Allah böylelerine nimet verdiğinde onlar nefsâniyetleri adına sevinir ve küstahlaşırlar. Buna mukabil, her bir olay ve hâdisede Allah’ın icraatını gören insanlar ise verilenlerin çehresinde O’nun inayetini okur ve şevk ü şükürle coşarlar. Bu coşma, onların içindeki inşirahtan öte bir zirveye ulaşır. Hatta bunlar arasında daha şuurlu olanlar, bu inşirah içinde uhrevî zevkler yudumlarlar. Onlar bu enginlikleriyle her an ayrı bir ubûdiyet buuduna geçer ve bununla ayrı bir zevk zemzemesine ererler. Buna mukabil, çıkış noktası yanlış olanlar, şevke ulaşmak şöyle dursun, kâbuslar yaşar, hatta –hafizanallah– bazen ye’se düşer, bazen de şımarıklığa girip firavunlaşırlar. Aksine, acz ü fakrı kuvvet ve gınâ kabul edenler “âcizim”, “fakirim” dedikleri aynı anda sultanlara taç giydirirler. Buna mukabil her şeyi kendinden bilenler ise tabiî olarak her şeyin sahibi olan Allah’a şükretmez, sultan olsalar dahi zilletle hep iki büklüm yaşarlar.

Bu itibarladır ki, günümüzde iman ve Kur’ân’a hizmet edenler kendilerini şükrün bütün çeşitlerini içine alan ibadete salmalı, hayat dantelâlarını hamd ü şükür atkılarıyla zenginleştirmeli ve zaman ve mekânın sahibine karşı hep arz-ı ubûdiyette bulunmalıdırlar. Aksine böyle yapmadıkları takdirde nimetlerin artması ölçüsünde –hafizanallah– nankörlüğe girer ve iç içe hüsranlar yaşarlar. Buna binaen bu iki gruptan birine güruh, diğerine kafile demek uygun olacaktır zannediyorum. Önlerinde Peygamber, hak yolunun yolcuları olan kafile-i mümtaze, birbirlerine destek olmak için bir araya gelmiş basiret insanlarıdır. Diğerlerine gelince onlara şuursuz bir kitle olduklarından basiretsiz kalabalıklar demek yerinde olacaktır. (Kendi Ruhumuzu Ararken)

 

HAMD, ŞÜKÜR VE MEDİH KELİMELERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Hamd: Hamd edilecek Zât’ın hür irade ve tercihiyle verdiği nimetlerine mukabelede bulunma ve O’na teşekkür etmenin yanı sıra o, hamdedilmeye lâyık ve bütün iyiliklerin kaynağı olması sebebiyle de O’na karşı arz-ı şükür etme mânâsını ihtiva eder. “Hamd”de O’nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o Zât’ın böyle bir hamde lâyık olmasıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk’ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arz etmemiz bir hamddir.

Şükür: Kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukabil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki, teşekkür umumîdir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah’a karşı bir teşekkürdür. “eş-Şükrü lillah” demek, Allah’a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah’ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ’nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah’ın nimetlerine mukabil bir teşekkürdür.

Medih: Medhe gelince, o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah’a güzelliğinden dolayı medih olabilir. “Güzelsin Allahım, Cemal sahibisin Allahım, dalga dalga kâinatta dalgalanan bütün güzellikler, Senin güzelliklerinden bir cilvenin yansımasıdır Allahım!” demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazen de medih hiç lüzumu olmadığı hâlde, başkalarına karşı yaranma işinde kullanılabilir. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)

 

NİMETTEKİ FANİ LEZZETİ BAKİLEŞTİRMENİN YOLU

İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve süflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor. Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır. (Şükür Risalesi)

[16] NİMETİ ESBABA VERMEME

Dördüncü Mes'ele: Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bismillah der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillah de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünkü وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor fakat sen de almaya muhtaç isen; sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi. Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. (Mesnevi-i Nuriye)

[17] Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/278, 375.

[18] Ebû Dâvûd, edeb 11; Tirmizî, birr 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/258, 295, 388, 3/32, 74.

[19] ŞÜKÜR VE KANAAT, HIRS

Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.

Evet hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış ezilir. Çünkü kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatından dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir. (Şükür Risalesi)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 08/03/2021