Kur’ân-ı Kerim’de Kıssalar





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 06/18/2021
Clap

Kur’ân ilimleri arasında, eskiden üzerinde fazla durulmamış olduğu hâlde, çağımızda daha büyük bir dikkatle ilgi duyulan nadir konulardan biri de Kur’ân kıssalarıdır. Kıssalar Kur’ân’da çok geniş bir yer tutar.

 

Kıssa Nedir?

Dildeki anlam kayması sebebiyle, “kıssa” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’in indirildiği çağdaki mânâsını az çok değiştirerek, “hikâye” ile eş anlamlı sayıldığından, kimi okuyucuların da böyle telâkki etmeleri normaldir. Bundan dolayı önce, “kıssa”nın eski Arapçada ve özellikle Kur’ân’da taşıdığı anlam üzerinde durmamız gerekmektedir.

“Kassa” ve “el-kasas”, bir kimsenin izini sürüp ardınca gitmek mânâsına gelir ki, Arapçadaki “kassa el-eser” sözünde bu anlam vardır.

فَارْتَدَّا عَلٰى اٰثَارِهِمَا قَصَصًا (Kehf sûresi, 18/64) ve وَقَالَتْ لِأُخْتِه۪ قُصِّيهِ (Kasas sûresi, 28/11) âyetlerinde de K-S-S kökü, aynı anlamda kullanılmaktadır. 

Kelimenin ikinci mânâsı, “bir adama bir sözü beyan edip bildirme”yi ifade eder. Kur’ân’da geçen, نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ (Yusuf sûresi, 12/3) tabirinde bu anlam bulunmakta ve “Biz, sana en güzel bir tarzda açıklayıp bildiriyoruz.” mânâsına gelmektedir. Kelime, bu son anlamda kullanıldığında, normal olarak “alâ” edatı ile müteaddî olur; Kur’ân’da, çoğunlukla bu şekilde gelmiştir. يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ “Allah, hak ve hakikati tam bir şekilde bildirir.”(En’âm sûresi, 6/57) veya peygamberlerin, insanlara Allah Teâlâ’nın âyetlerini bildirmelerini ifade eden يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتِي (En’âm sûresi, 6/130) gibi âyetlerde, kelimenin bu anlamı açıkça görülür. Böylece, kassa fiili, “bir kimseye veya bir şeye ait hâdiseleri adım adım izleyerek noktası noktasına bildirdi” demek olur ki, kelimenin üçüncü anlamı olan “anlatmak, hikâye etmek” şeklindeki daha sonraki kullanılışı, birinci ve ikinci anlamlar sınırlamaktadır. 

Bu fiilden gelen el-kasas, aslında isim olup, masdar yerine de kullanılmaktadır; aynı mânâya gelen kıssa ismi ile onun çoğulu kısas, Kur’ân’da geçmez.

Şu hâlde, bu kökün konumuzla ilgili kullanılışı, Kur’ân’da şunu anlatmaktadır: Geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu suretle insanların unutmuş bulundukları veya gafil oldukları olayları dikkatleri üzerlerinde yoğunlaştırmak. İşte bundan dolayıdır ki, bu iş için “hikâye” lafzını ıtlak etmek doğru olmaz; zira “hikâye”, gerçekte vâki olmamış durumlar için de kullanılabileceği hâlde, “kıssa” geçmişte gerçekleşmiş, fakat unutulmuş olayları, doğru bir biçimde bildirerek, ders almaları için insanları o zamanda yaşatmayı amaçlar.

Mesel ile kıssa arasındaki farkı açığa çıkarmak için, kısaca diyelim ki: Meselden gaye, anlatılmak istenilen durumu, açıkça hissettirmektir. Meseller, tabiî hayatta tekrarlanıp durduğundan, onların aynıyla gerçek olmaları şart değildir. Kur’ân’da geçen “köle ile hür” (Nahl sûresi, 16/75), yahut “birbirine rakip efendilerin arasında bölünen köle” (Zümer sûresi, 39/29) gibi örnekler, mesellerden ibarettir. Hâlbuki, meselâ enbiya kıssaları böyle değildir.

Kur’ân’daki kıssaların gerek konularında, gerek anlatımlarında ve gerekse kıssalardaki olayların yönetilmesinde, sırf bir sanat hâdisesi söz konusu değildir. Kıssa, Kur’ân’ın esas hedeflerini gerçekleştirme vesilelerinden biridir. Kur’ân-ı Kerim, her şeyden önce, bir dinî davet ve tebliğ kitabıdır. Kıssa da, bu daveti duyurma ve tebliği benimsetme araçlarındandır. Fakat, kıssaların dinî gayeye hizmet etmesi, onların verilmesinde sanat özelliklerinin görünmesine engel olmaz. Kur’ân’ın ifadeleri, ortaya koydukları sahnelerde dinî gaye ile edebî gayeyi birleştirir ve insan ruhuna, sanat güzelliği ile hitap ederler. Bu yüksek sanat özelliğini idrak etmek ise, muhatabı, dinî tesiri almaya hazırlar. Fikrî temasların ciddiyeti içinde, muhataba mesaj ulaştırmak, ekseriya kolay olmaz. Çünkü bu durumda muhatap ruhunun bütün savunma mekanizmalarını harekete geçiren bir tavır takınır, itiraz için bir kedinin avını kollayışı gibi pürdikkat kesilir. Oysa, edebiyatın büyüsü ile fikir, duygu içinde eritilmiş olarak sunulabilir. 

Üstün edebiyat eserleri, gerçekleri bedahet hâline getirirler. Sunulan fikirler, aklen ispatlanmaya lüzum kalmaksızın muhataba mal edilir. Fransız şairi Verlaine’in bir mısraının tercümesi olup, bizde de tekerleme hâline gelen “Gerisi edebiyattır (Et tout le reste est litterature)” sözünde veya “edebiyat yapmak” ve benzeri deyimlerdeki küçümseyici ifadeler, bayağı ve zorlamalı edebiyat örnekleri için geçerlidir. Yoksa, asil edebî zevk, insanlığın, her zaman için vazgeçilmez, bütünleyici unsurlarından biri olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in, bu anlamda bir kelâm mucizesi olduğunu unutmamak gerekir.

Kıssaların Konuları

Kur’ân-ı Kerim’de: Hazreti Âdem ve iki oğlu, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti İbrahim, Hazreti İsmail, Hazreti İshak, Hazreti Lût, Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf, Hazreti Şuayb, Hazreti Musa, Hazreti Davud, Hazreti Süleyman, Hazreti Eyyûb, Hazreti Yûnus, Hazreti Zekeriyya, Hazreti Yahya, Hazreti İsa gibi enbiya kıssaları çok geniş bir yer tutar. Bunlardan bazıları üzerinde, daha büyük bir önemle durulur. Meselâ, Hazreti Âdem’in yaratılması, kendisine bütün isimlerin öğretilmesi, meleklerin ona secde etmeleri, İblîs’in onunla eşini kandırması ve onların da Cennet’ten çıkartılmaları; Hazreti İbrahim’in babasını hakka davet etmesi, onunla tartışması, kavminin putlarını kırması, Allah’ın tek Tanrı olduğunu öğretmek için kavmine istidlâl yolunu göstermesi, bir kral (Nemrud) ile tartışması, Kâbe’yi inşa etmesi vb.; Hazreti Musa’nın doğumunu çevreleyen ortam, doğumu, ırmağa bırakılması. Firavun’un sarayında büyütülmesi, kendisine risalet verilmesi, Firavun’u hakka davet etmesi ve onunla yaptığı çeşitli münakaşalar, Firavun’un sihirbazları ile karşılaşması, İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan çıkışı, altun buzağı olayı. Cenâb-ı Allah’ı görmek istemesi, İsrailoğullarından çektiği sıkıntılar vb. Hazreti İsa’nın babasız olarak bakire Meryem’den dünyaya gelmesi, beşikte iken konuşması, gösterdiği çeşitli mucizeler, İsrailoğullarını irşad etmesi, Mâide meselesi, öldürülmek istendiği hâlde bunun başarılamaması vb. kıssaları, Meryem, Üzeyr, Zülkarneyn, Lokman gibi salih kulların kıssaları, Peygamberlerin kavimleri ve özellikle İsrailoğulları, Ashabu’l-Kehf, Ashabu’l-Uhdud, Ashabu’l-fîl gibi toplulukların kıssaları, Firavun, Karun, mağrur hükümdar (Nemrud) gibi sapık yola sürükleyenlerin kıssaları...

Ve nihayet Hazreti Peygamber Efendimiz’in hayatının ve nübüvvetinin safhalarına ait genişçe bir bölümü kapsayan olayların (İsrâ, mi’rac, hicret, Bedir, Uhud, Ahzâb, Hazreti Peygamber’in içtimaî ve ailevî hayatı vb.) kıssaları bulunmaktadır.

Kıssaların Gayeleri

Kıssanın gayesi, “Kur’ân’ın indiriliş maksadlarını gerçekleştirmektir” cümlesinde hulâsa edilebilirse de, biraz tafsilâtlı olarak gayelerini sınıflandırmak faydalı olacaktır. Bunlar şunlardır:

1- Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetini ispat etmek. Peygamberimiz gibi kavmi de, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerinin durumlarına vâkıf değildi (Yusuf sûresi, 12/102; Kasas sûresi, 28/44-46). Böyle olduğu hâlde, onları Kur’ân vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması, Allah’ın vahyine mazhar olduğunu gösterir. Kur’ân’da anlatılanların kısmen Tevrat kıssalarına benzemekle beraber, bazen önemli hususlarda onlardan ayrılması, hele o ayrıldığı hususların yanlış olup yakın zamanlarda (ancak muâsır dönemde) yanlışlıklarının anlaşılmış olması, kat’î olarak vahiy olduğunu gösterip hiçbir şüpheye yer bırakmaz.

2- Bütün peygamberlerin İslâm’ı tebliğ ettiklerini göstermek. Bu gerçeği pekiştirmek için Kur’ân, peygamberlerin kıssalarını, birçok durumda peş peşe serdeder. Enbiya sûresinin 48-92 pasajı bunun güzel bir örneğini teşkil eder ve son âyet bu uzun anlatımın asıl gâyesini bildirir: “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir (dininiz bir tek dindir); Ben de sizin Rabbinizim. O hâlde (başkasına değil) yalnız Bana kulluk edin.” Tâlî gâyelere ise, kıssaların arasında temas edilmektedir. A’raf sûresi, 7/59-85; Hûd sûresi, 11/25-99; Şu’ara sûresi, 26/10-191 pasajları da bu mahiyettedir.

3- Muhatapların ders almalarını sağlamak. İnsan, kıssalarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek ister; kötülerden nefret edip huylarından sakınmak lüzumunu hisseder. Çünkü tarihin işleyişinin, her iki grubun âkıbetlerini açıkça ortaya serdiğini görür. Toplumlar çeşitli özellikleriyle, sadece tarihin uzak bir köşesinde gelip geçmiş birer kavim değil, örnekleri her zaman bulunabilecek birer tip olarak arzedilmektedirler.

İbretin bir başka nevi, özellikle peygamberlerin mucizelerinde rastlanan, ilmî gelişmeyi teşvik edici nitelikteki işaretlerde tezâhür eder. Her bir âyetin, çeşitli irşad vecihlerini ihtiva edebileceği, İslâm âlimlerince kabul edilmektedir. Âyetlerde delâlet kuvveti farklı olan çeşitli mânâ tabakaları bulunabilir. Peygamberlerin mânevî faziletlerinin anlatılmasıyla muhatap, onların kemallerinden yararlanmaya teşvik olunduğu gibi, onların mucizeleri anlatılmakla peygamberleri bu sahada da örnek almaya zımnen teşvik edilmiş olabilir. Kur’ân’ın bu zımnî (gizli) irşad nevini bazı misallerle açıklayalım:

Sebe’ sûresi, 34/12 âyetinde, “Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü bir aylık mesafe olan rüzgârı, Süleyman’a musahhar kıldık ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık.” buyurulur. M. Hamdi Yazır bu âyete göre, Hazreti Süleyman’ın bir günde asgari 1.800 km. mesafe kattettiğini hesaplar. Bu âyetten aero-dinamik kanunlardan faydalanmaya gizli bir teşvik sezilebilir. Zira -mucize olmasına rağmen- Hazreti Süleyman bu işi vasıtasız yapmış değildir, hava (rîh, rüzgâr) vasıtasıyla, havanın özelliklerinden istifade ederek gerçekleştirmiştir. Havanın hareket kanunlarına dikkat çekmek hikmeti olmasaydı, Allah Tealâ onu vasıtasız olarak o mesafelerden aşırtır ve Kitabında da havayı sebep kılarak bu mucizeyi gerçekleştirdiğini bildirmezdi. Âyetin son kısmı, bakırı sel gibi akıtmayı, Hazreti Süleyman hakkında ilâhî bir lütuf olarak zikretmektedir. Az önceki 10. âyette de Hazreti Davud’a “demirin yumuşatıldığı” beyan buyurulur. Muhakkik müfessirimiz M. Hamdi Yazır, naklettiği diğer tefsirleri zayıf bulduğuna işaret etmek ve âyetteki ilmî irşada dikkati çekmek için, “Biz, bunun bir atiyye-i ilâhiyye olan bir ilm u sanatla akıtılmış olmasını daha ehemmiyetli buluyoruz.” der. Böylece Kur’ân-ı Kerim, demiri işletmeyi ve bakırı eriterek sel gibi akıtmayı, bu âyette büyük bir ilâhî lütuf olarak bildirmekle, madenleri bulup işletmenin, sanayiin ve maddî kuvvetin esası olduğuna işaret ve bu nimetten istifadeye teşvik etmektedir.

4- Kıssalar, Hazreti Peygamber’in ve müminlerin kalplerini takviye ederler. Tebliğ külfetinde karşılaştıkları meşakkatlere sabır ve hizmette sebat etmelerini kolaylaştırırlar. Çekilen çilelerden sonra Allah’ın nusratının, önceki peygamberlere ve cemaatlerine geldiği gibi, Kur’ân’a tâbi olanlara da geleceği anlatılmak istenir.

5- Nimeti bildirip hatırlatmak. Allah’ın, nebilerine ve seçkin kullarına ihsan etmiş olduğu nimetler de, kıssalarla bildirilir ve hatırlatılır. Hazreti İbrahim, Yunus, Musa, Davud, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsa (onlara salât ve selâm olsun) kıssalarında olduğu gibi. Bazı yerlerde, bu peygamberlerin kıssalarından birkaç halka gelir ve oralarda nimet, çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Orada nimetin meydana çıkması, birinci gayedir; kıssanın öte tarafı ise, bu gayeyi belirtmek için serdolunmuştur. Böylece Allah’ın, Kendisine olan bağlılığı ve itaati mükâfatsız bırakmayacağı bildirilmiş ve insanlar da, onlara benzemeye özendirilmiş oluyor.

6- Şeytandan sakındırmak. Kıssaların gayelerinden biri, şeytanın aldatmasına karşı Âdemoğullarını uyarmak, Şeytanla kendilerinin arasında, işin başından beri sürüp gelen düşmanlığı belirtmektir. Bu düşmanlığı kıssa aracılığı ile göstermek, daha etkili olur. Böylece nefiste, şerre çağıran vesveselerin önünü almak, daha çok mümkün olur. Bu, ebedî bir mesele olduğundan, Hazreti Âdem ile İblis kıssası birçok yerde tekrarlanmış, böylece çarpışmanın, baştaki cüz’î hâdiseye münhasır kalmayıp, bütün kâinatta ve her insanın benliğinde her an devam ettiği vurgulanmış oluyor.

7- Münferit meselelerin arkasındaki genel prensipleri ortaya koymak. Kur’ân kıssalarında geçen bazı hususlar vardır ki, bunların cüz’î meseleler olduğu sanılabilir. İlk anda, Kur’ân’ın bunları nakledişinde, tarihî bir olayı anlatmaktan başka bir fayda gözetmediği düşünülebilir; ve o küçük mesele üzerinde ısrarla durmasına anlam verilemez. İsrailoğullarının ünlü “bakara”sı, buna güzel bir misaldir. Kur’ân-ı Kerim bu “bakara”nın ayrıntıları üzerinde o kadar durmuştur ki, en uzun sûre, adını bundan almıştır. Hâlbuki şöyle düşünecek olursak bakarayı (sığır) kesmek üzerindeki ısrarın, oldukça hikmetli olduğunu anlarız: Eskiden ziraatın başlıca aracı sığır cinsi olduğundan, Mısır’da olduğu kadar dünyanın öteki bir çok bölgesinde de sığır cinsi takdis ediliyor ve tanrılaştırılıyordu. İşte Kur’ân, öbür milletler meyanında İsrailoğullarının da içlerinde yer etmiş olan bakar’a tapma sapıklığının, Hazreti Musa’nın Allah tarafından gönderilmesiyle, bir sığırın hâdiseli boğazlanışıyla ortadan kaldırıldığını, bu sapıklığın insanlığın önemli bir kesiminin istidadında yer etmiş olan çok yaygın bir şirk şekli olduğunu böylece anlatmış oluyor. Bu da gösteriyor ki, Kur’ân-ı Hakîm’de, tarihî bir olay görünümü veren bazı münferit hâdiseler, bazen birtakım genel prensiplerin ipuçları durumundadırlar. Hazreti Âdem’in meleklerle olan durumu, meleklerin yeryüzünde Âdem gibi bir halifenin yaratılmasını istemeyişleri olayı, müteşabih, anlaşılması güç, sırf gaybî olan bir meseledir. Kur’ân, Hazreti Âdem’in meleklere üstün gelişini, “Allah’ın ona, bütün isimleri öğrettiği” (Bakara sûresi, 2/31) cüz’î hâdisesine dayandırır. Fakat bu küçük olay, aslında genel bir kanunun habercisidir. Hikmetli Yaratıcı, insan türüne sınırsız yetenekler verdiğini, böylece onun, Allah’ın halifesi olmaya hak kazandığını bildirmiş olmaktadır. İşte Hazreti Âdem’den beri beşerî birikimin meydana getirdiği ve getireceği binlerce bilim ve fen, bu gerçeğin tefsiri durumundadır.

Keza İblis’in, Âdem’e secde etmemesi münferit gaybî hâdisesi, çeşitli yerlerde değişik üslûplarla tekrar edilir. Bu da insanlık dramında müşahede olunan genel bir gerçeği işaretlemektedir. Kur’ân, meleklerin Hazreti Âdem’in şahsına boyun eğdiklerini bildirmekle, kâinatın maddî nevilerinin olduğu gibi onlara müvekkel olan mânevî temsilcilerinin de insana inkiyad ettiğini anlatmaktadır. Ayrıca, şeytanın Hazreti Âdem’in üstünlüğünü kabul etmediğini bildirmesiyle de, Âdemoğullarının yeteneklerini ve fıtratlarını bozan, onları yanlış yollara götüren maddî ve mânevî şer unsurlarının, insanlığın mümkün ve mukadder kemaline ne büyük bir engel ve düşman olduklarını hatırlatmaktadır. Böylece Kur’ân, yalnız Âdem ile İblis’in münferit bir hâdisesini anlatıyor görünürken, gerçekte bütün kâinatla ve bütün Âdemoğullarıyla konuşmaktadır. Firavun’un, vezirine: “Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap!” (Gâfir sûresi, 40/36) sözünden, Mısır firavunlarının dağsız bir düzlükte yaşadıklarından dağların özlemini duyduklarını, adlarını ebedileştirmeyi, bu muazzam piramitleri inşa ettirmekte sandıklarını; “Bugün senin bedenini kurtarıp koruyacağız.” (Yûnus sûresi, 10/92) âyetinden de, tenasüh fikrine saplanan firavunların, cesetlerini mumyalattıklarını çıkarmak mümkündür.

Bu tür misaller çoğaltılabilir. Kıssaların belli başlı amaçlarını böylece sıraladıktan sonra, birtakım tali gayelerinin de bulunduğunu, sadece hatırlatmakla yetiniyor ve kıssaların özelliklerine geçmek istiyoruz.

Kıssaların Özellikleri

Kur’ân kıssaları, aslında, insanlara hükmeden ilâhî kanunların icraatından ibaret olan birtakım hareketler, görüntüler ve sesler hâlindeki tarih manzaralarıdır. Hikâye ve romanlarda eserin kahramanı, zaman ve mekân unsurları büyük önemi hâizdir. Hâlbuki Kur’ân kıssalarının gerçek kahramanı, olayların kendi etrafında döndüğü şahıs değildir. Kıssanın, gerçek kahramanı insanın inanç, ahlâk ve davranışlarına sıkı bir şekilde bağlı olan tarihî kanundur. Kıssanın kahramanı, meselâ Hazreti İbrahim ve muhatapları değil, tevhid ve şirk, tarihî realiteleridir. Yahut Hazreti Yusuf ile ev sahibesi değil, Yusuf’taki iffet ve emanet ile, kadındaki şehvet ve hiyanettir. Gerçi Kur’ân’da hayat, unutamayacağımız bazı şahsiyetlerde hareket eder, fakat Kur’ân üslûbu, kıssa kahramanlarını, olayın mihveri yapmaya lâyık bulmamıştır. Kıssalar tezli kıssalardır, güdümlü hikâyeler değildir. Kur’ân hâdiseye dikkati çektiğinden, zaman ve mekân unsurlarına zikre değer bir yer vermez, onları bildirmez. Zira hâdiselerin, ibret vermek gayesine hizmet etmeyen ayrıntılarına girmek, meseleyi teferruata boğarak kıssadan çıkacak hisseye gölge düşürebilirdi.

Kıssaların en çok dikkati çeken özellikleri şunlardır:

1- Tekrar hususiyeti: Muhatap Âdem, Nûh, Musâ aleyhimüsselâm ile ilgili bazı kıssaların tekrar edildiğine şahit olur. Aslında tam bir tekrar yoktur. Sûrenin genel havası ve siyak münasebetiyle aynı kıssa, her seferinde değişik ayrıntılar eklenerek farklı üslûpla ele alınır ve bu farklı detaylar, değişik ibretlere medar olurlar.

Tekerrür, esas dinî maksadın farklı üslûplarla tebliği durumundadır. Sıradan meseleler tekerrür etmez. Meselâ Hazreti Musa’nın doğumunu çevreleyen şartlar, gençliği, evlenmesi tekrarlanmaz, ama Firavun’la karşılaşması, sihirbazlara söylediği sözler, risaletin hedefi yönünden çok mühim olduğundan, dinî maksat, tekrarlanmalarını gerektirmiştir.

Keza aynı şahısla ilgili kıssanın, çeşitli yerlerde zikredilen unsurları, ihtilâf veya zıtlık olmaksızın, bir tek konu teşkil eder. Değişik pasajlar bir araya getirildiğinde, konunun büyük ve detaylı bir tablosu elde edilir. Yalnız unutmamak gerekir ki kıssanın eklem yerleri durumunda olan bazı halkalarını tekrar etmekten kaçınmak mümkün değildir.

2- Kur’ân kıssayı hangi maksat için serdediyorsa, hâdisenin sadece o miktarını zikreder. Dinî gayeyi ifade etmesine önem verildiğinden, tarih sırası gözetilmeksizin başından, ortasından veya sonundan anlatılabilir.

3- Muhatap kıssadaki olaylar içinde dalıp gitmeye bırakılmaz, arada dinî irşad ve tevcihler serpiştirilir.

Kıssalarda şu sanat özellikleri bulunduğu görülür:

1- Muhatabı sürükleyen bir girizgâhla başlanır.

2- Temsilî anlatım tercih edilir, yani önemli sahneler gösterilip birçok teferruat muhayyileye bırakılır.

3- Hâdiseler kuru, didaktik ifadelerle sıralanmaz, canlılık ve hareket dolu bir tasvirle müşahhas hâle getirilir.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 06/18/2021