Zekât, Ama Kimlere?





Author: Prof.Dr. Muhittin AKGÜL - min read. - Post Date: 05/02/2021
Clap

Kur’ân, insanlarla yardımlaşmayı ve başkalarıyla paylaşmayı, infak ve sadaka gibi genel kavramlarla ifade etmekle beraber, sınırları ve şartları belli olan zekâtı, belirli esaslara bağlamıştır.

 

Zekât kelimesi, temizlemek, artmak, lâyık olmak, güzellik, rahmet, salah, övgü ve bereket gibi anlamlara gelmektedir. Zenginlik sınırına ulaşan Müslümanların, yılda bir kez vermekle mükellef oldukları özel bir ibadetin adıdır. Şart olmamakla birlikte Müslümanlar genellikle zekâtlarını, yapılan amellerin kat kat fazlasıyla geriye döndüğü, Ramazan ayında vermeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir.

 

Cenab-ı Hak, zenginlerin servetlerinin içine, belirli bir payı, aşağıda belirtilen sınıflara vermekle onları yükümlü tutmuştur. Hem bir şükrü, hem dinî bir mükellefiyeti, hem de insan olarak başkalarıyla paylaşmayı ifade eden böylesine anlamlı bir ibadet, sadece İslâm’la sınırlı olmayıp, her peygamberle varlığını farklı şekil ve ölçülerde devam ettirmiş bir uygulamadır.

 

Kur’ân, insanlarla yardımlaşmayı ve başkalarıyla paylaşmayı, infak ve sadaka gibi genel kavramlarla ifade etmekle beraber, sınırları ve şartları belli olan zekâtı, belirli esaslara bağlamıştır. Bu yazımızda konuyu sadece zekâtın kimlere verileceği ile sınırlandırmış olacağız.

 

Zekâtın sarf yerleri olarak da ifade edilen verilecek yerler, Kur’ân’daki tek âyette sırasıyla şöyle belirtilmiştir: “Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyruldu. Allah Âlîm’dir, Hakîm’dir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe sûresi, 9/60)

 

Âyette belirtilen birinci grup, fakirler, ikinci gruptakiler ise miskinlerdir. Farklı yaklaşımlar olmakla beraber fakir ve miskin grubundaki fakirlikten maksat, oturacağı bir evi ve eşyası olmakla beraber, gelirlerinin toplamı aslî ihtiyaçlarını karşılayamayan ve serveti de zenginlik sınırını aşmayan kimselerdir. Âyetteki miskinlerden kastedilen ise durumu fakirlerden daha düşük olan ve herhangi bir gelire sahip bulunmayan kimselerdir.

 

Şunu da burada zikretmek yerinde olacaktır ki, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) buradaki fakir ve miskin kavramlarına daha genel bir anlam vermiştir. Ona göre mesâkînden maksat, ehl-i kitaptan olan fakirlerdir. Onun kelimeye böylesi bir anlam vermesi, şu örnekle delillendirilir. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) bir defasında Ehl-i Kitap’tan olan âmâ birine rastlar. Bu kişi karşısındakinin Halife Ömer olduğunu fark edince şöyle bir serzenişte bulunur: “Beni perişan ettiniz, benden cizye alıyorsunuz, gözlerim görmüyor, bana bir şey veren de yok!” Bu şikâyet karşısında Hazreti Ömer (radıyallâhu anh): “Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere..” âyetini okur ve bu şahsın âyette ifade edilen miskinden olduğunu belirterek, geçiminin sağlanmasını ve kendisine zekâttan verilmesini emreder. (Miskin Kavramı için bkz.: Cengiz Kallek, “Miskîn”, DİA, 30/184)

 

Zekâtın verileceği üçüncü sınıf, âmil kelimesiyle belirtilen ve İslâm Hukuku’nda zekât toplamakla görevli olan memurlardır. Bunlar, bütün mesailerini bu işe tahsis ettikleri için kendileri ve aile fertlerini geçindirecek bir miktarın, zekât mallarından ayrılması tavsiye edilmiştir. Şüphesiz ki bunda ayrıca pek çok hikmet vardır ki bunlar konumuzun dışında olduğu için şimdilik girmek istemiyoruz.

 

Âyette sayılan dördüncü grup, müellefe-i kulüptür. Bu sınıf, kalpleri İslâm’a ısındırılacak kimselerden oluşmaktadır ki, bu da özellikle iyi bir temsil ve cömertliğin sergilenmesiyle gerçekleşir. Bu gruptaki insanlar, İslâm’la zekât vesilesiyle tanışınca, aradaki mesafe daralmış olur, Müslümanlara daha sıcak ve yakın dururlar, şayet bazı kötülükler düşünüyorlarsa, bunlardan vaz geçmelerine sebep olabilir. Müslüman olduğu halde, İslâm’a mesafeli duruyor ya da uzaklaşma yaşıyorlarsa, böylesi bir uygulamayla, yeniden gönüllere girilmiş olunur, kalplerdeki buzlar çözülür, yakınlık kurulmuş olur. Dolayısıyla bu gruptakiler hem Müslüman hem de Müslüman olmayanları içerir. Söz konusu gayr-i müslimler olunca, İslâm’la ilgili yaklaşımlarının müspete kanalize olacağı, İslâm’ın gülen yüzünü görebilecekleri, çevrelerine bu güzellikleri anlatabilecekleri ve planladıkları bazı kötülüklerden vaz geçebilecekleri düşünülür. Yine bazı kişiler, önemli görevlerde bulunuyor ve ayrıca çevrelerinde etkin kimseler ise, bunlara da zekât verilebilir. Buradaki zekâtın, kişisel gayr-i meşru işleri halletmek için verilen rüşvetle bir ilgisi yoktur. Böyle bir uygulamayla, İslâm’ın cömertliği, paylaşma düşüncesi ve başkalarına hediye etme ahlâkının ne kadar güzel ve yerinde olduğu sergilenmiş olur.

 

Zekât verilecek diğer grup, esirler ve kölelikten kurtulmak isteyenlerdir. Günümüzde hem esaret hem de kölelik geçmiştekiyle aynı şekliyle değilse de benzer ve farklı uygulamaları aynen devam etmektedir. Hürriyetleri ellerinden alınan, mallarına el konulan, yurt dışına çıkmaları yasaklanan, hapishanelerde bulunan kimseler de esir statüsünde kabul edilebilir. Aynı zamanda, devletlerin elinde âdeta bir köle gibi tutulan, hiçbir hak ve hukukları verilmeyen, iş yapmalarına müsaade edilmeyen, belli sınırları geçmeleri yasaklanan kimseler de bu iki gruba dahil edilebilir. Zekâtlar, çok rahatlıkla bu insanlara verilerek hem hayatlarını idame ettirmelerine hem de hürriyetlerini elde edip, bir nevi kölelikten kurtulmalarına kapı aralanmış olabilir ki İslâm’ın en fazla üzerinde durduğu yardımlaşma şekillerinden biridir.

 

Zekâtın verileceği farklı bir grup da borçlulardır. Zengin olsa bile meşru bir borcun altına girmiş, ödemede zorluk çeken ve ödeme imkânları kısıtlı olan insanlardır ki, günümüzde borcunu ödeyemediğinden dolayı intihara sürüklenen ve ailesi dağılan kimseleri de hesaba kattığımızda, İslâm’daki bu uygulamanın ne kadar yerinde olduğunu yakından anlamış oluruz.

 

Diğer bir grup ise, oldukça geniş bir anlam yelpazesini içine alan “fî sebîlillâh” Allah yolunda olanlardır. Bu kavramda, sadece savaş yapan kimseleri anlamak oldukça sığ ve indirgemeci bir yaklaşımdır. Kaldı ki savaş olarak bile anlam verilse, mücadeleler artık silâhtan ziyade bilgi, beyin gücü, bilimsel başarılar, yeni keşif ve icatlar, kültür ve edebiyat gibi araçlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla bu kavram, İslâm’a hizmet içerisinde olan herkesi ve Müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti içine alır. Müslümanlığı yaymak, onun güzelliklerini paylaşmak, tanıtımını yapmak, bunun için farklı aktiviteler tertip etmek, konferans, panel, sempozyum düzenlemek, kitap, dergi, gazete çıkarmak, İslâm’ı temsil edip anlatacak kimseleri yetiştirmek, her alanda bilim insanı yetiştirmek, her dilde İslâm’ı anlatacak yolları kurmak, bunların araç gereçlerini temin etmek gibi geniş bir faaliyet grubunu içine alır.

 

Son grup ise yolda kalmış, yolculukta bulunan, bir yerden bir yere, bir ülkeden başka bir ülkeye seyahat eden insanlardır. Yaygın kanaate göre bu kimseler, kendi memleketlerinde zengin olsalar bile, yolculuk esnasında bulundukları yerlerde paraya ihtiyacı olan kimselerdir. Günümüzde gurbetçi de diyeceğimiz bu kimseler, kendi ülkelerinde veya şehirlerinde halleri yerinde olsa bile, bulundukları yerde ondan istifade etme veya harcama imkânları olmadığından, zekât fonundan istifade ederler.

 

Günümüzde özellikle de hicret için yola çıkmış kimseleri buna en bariz örnek olarak gösterebiliriz. Gitmeleri gereken yerlere ulaşmak için belli miktarlarda paraya ihtiyacı olan ancak bulamadığı için sıkıntılar içerisinde günlerini geçiren bu kimseler, bu iş için ilk akla gelenlerdir.

 

Mübarek Ramazan ayında, yukarıda sayılan gruplardan herhangi birine zekâtımızı ulaştırdığımızda, bu mükellefiyeti inşallah yerine getirmiş oluruz. Allah Teâlâ yerine getirmeye çalıştığınız bu ibadeti makbul eylesin!

Author: Prof.Dr. Muhittin AKGÜL - min read. - Post Date: 05/02/2021