Kur’ân’ı Anlamada Klasik Yöntem





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 01/26/2021
Clap

Müfessirin görevi; Kur’ân-ı Kerim’in kimin sözü olduğunu, kimin talimatı olduğunu ve hangi hedefler için gönderildiğini bir an için dahi unutmaksızın, Allah’ın kitabını açıklamaktır.

Meseleye problematik yönden yaklaşmak da mümkündü belki; fakat ben bir kere problematik yaklaşımda olanların çoğunun şöyle bir intibada olduklarını görüyorum: Sanki Kur’ân-ı Kerim metninin mahiyetinde, keza bize intikal etmesinde, ayrıca metnin anlaşılmasında birtakım sıkıntılar iddia edildiğini görüyorum. Buna çok yer olduğu kanaatinde değilim. Çünkü âlimlerimiz, özellikle tefsir alanında çok serbest hareket etmişlerdir, bağlayıcı hareket etmemişlerdir. Meselâ, Kur’ân tefsir metodolojisinin en klasik kaynağı olan Suyûtî’nin el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’ân kitabının başında şunu söylediğini görüyoruz: O burada bir teşbih yaparak, ilimleri bir hurma meyvesine benzetiyor. Ona göre ilimler üç kısımdır: Birinci kısmı ham olarak belirmiş, sonra olgunlaşmış hem de yenilip içilmiştir, iş tamamlanmıştır. Lugat, sarf, nahiv gibi ilimler bu bölümdendir. İkinci kısım ilimler şuna benzer: Meyve belirmiştir, olgunlaşmıştır; ama henüz tam mânâsıyla yenilip tüketilmemiştir, kendisinden temin edilecek İstifade tamamlanmamıştır. Meselâ, Hadis ilmi, bu ilimlerdendir. Üçüncü kısım ilimler ise şuna benzer: Meyve ham olarak belirmiş ama henüz olgunlaşmamıştır. Tefsir bu ilimlerdendir. Demek ki Kur’ân tefsiri konusunda âlimlerimiz çok geniş bir alan, çok geniş ufuklar görmüşlerdir, bunu rahatlıkla ifade etmişlerdir. Bunu kim söylüyor; beş yüz sene önce Suyûtî söylüyor. Yani, geleneğin ağır bastığı bir dönemde, geleneğe çok bağlı olan biri söylüyor.

Şu hâlde, bizim müfessirlerden şikâyet etmemize pek hakkımız yoktur. Yani onlar Kur’ân’dan murad-ı ilâhiyi tam olarak anladıklarını iddia etmişler, başka tefsirlere imkân tanımamışlar kabilinden bir problemimiz olmaması gerekir. Keza, âlimlerimiz, tefsire bakarken, diğer ilimlere bakarken, şöyle bir halet-i ruhiye içinde olmuşlardır: Allah Kur’ân’ı hüda olarak göndermiştir, yolu aydınlatan bir nur olarak göndermiştir. Onun rehberliğine girmek için, Allah’ın yardımını umarak bu Kitab-ı Mübin’i açıklamaya girişir ve ettiği istifadeyi amele dönüştürmek için, itaat hâline getirmek için çalışır ve bundan sonra da “Vallahu a’lem!” diye bitirmesini bilir. Yani, “Ben bunları yaptım; ama bunun bütün Müslümanlar için bağlayıcı bir yorum, bir tefsir olduğunu iddia etmiyorum!” demesini bilirler. Böyle kutlu bir geleneğe sahip olmamızdan dolayı, müteşekkir ve memnun olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bu gelenek, en büyük imamlardan gelmiştir. İşte İmam Malik (radıyallahu anh) hepimizin bildiği gibi Muvatta’ını yazmış. Devrin halifesi, “Bunu tamim edelim, herkes buna göre amel etsin, ihtilâf kalmasın.” dediğinde o, “Ya Emire’l-müminin! Resûlüllah’ın ashabı çok çeşitli yerlere dağıldıklarından, ilim her tarafa dağılmıştır. Benim ulaşabildiğim hadisleri ben bu kitapta yazdım; ama bunun dışında başka çok hadisler de bulunabilir. Binaenaleyh, bunun tek merci olması mümkün değildir.” diyerek ayrıca şu meşhur sözünü söylemiştir: كل أحد يؤخذ من قوله ويرد إلا صاحب هذا القبر “Bu kabrin –Mescid-i Nebevî’de söylüyor bu sözü– Sahibinden başka herkesin görüşü alınabilir de alınmayabilir de.”2 İşte bu gelenek, bizim ilim âleminde hükümferma olmuştur.

Onun için, bizim böyle bir altyapıya sahip olarak, çok talihli olduğumuzu düşünüyorum fakat başkanlarımızın da açış konuşmasında söyledikleri gibi, bu geleneği aldığımız kadarıyla devam ettirmek yerine, elbette yeni nesiller olarak biz de katkılarımızı ona ilâve etmek durumundayız. Bunun için de “gelenekçi” veya “modernci” tarzında bir gruplanmaya gitmemiz katiyyen söz konusu değildir. Biz, birbirimizi tamamlamalıyız. Geleneğimizden istifade edeceğiz, ona neslimizin katkılarını sağlayacağız. Keza, bir mücadele tarzında olmaksızın, birbirimizden istifade ederek birbirimizi tamamlamaya çalışacağız.

Bunları arz ettikten sonra, ben tebliğimde yer alan bazı hususları özetlemeye çalışacağım. Müfessirin görevi nedir; müfessirin görevi, bir kere Kur’ân-ı Kerim’in kimin sözü olduğunu, kimin talimatı olduğunu ve hangi hedefler için gönderildiğini bir an için dahi unutmaksızın, Allah’ın kitabını açıklamak olacaktır. Hepimizin bildiği gibi, söyleyen kimdir, muhataplar kimlerdir, hedefler nelerdir; asıl bunları göz önünde bulundurmakla tefsir edilen kelâmın, metnin ehemmiyeti ortaya çıkar. Onun için müfessir bunu hiç unutmamalıdır. Hele hedef Allah’ın bütün zamanlar ve bütün mekânlar için, onların bütün mânevî İhtiyaçlarını karşılamak için gönderdiği Kur’ân-ı Kerim’i açıklamak olursa, bu hedefin devamlı sûrette müfessir üzerindeki ağırlığını hissettirmesi gereklidir.

 

Müfessirin görevleri:

    • Kur’ân naslarının ihtiva edip de aklı çalıştırmakla anlaşılabilecek olan mânâlarını keşfedip açıklamak,

    • Beşer takati ölçüsünde Kur’ân’ın gizli güzelliklerim istinbat etmek,

    • Kur’ân âyetlerinin maksatlarını ve tevcihlerini, onun yönlendirmelerini çıkarmak,

    • Hacim itibarıyla Kur’ân’ın neredeyse üçte birini teşkil eden kıssalardan alınacak ibretleri, günümüze ulaştırılacak mesajları onlardan çıkarmak,

  • Kur’ân’ın azametini ve mu’cizevî belâgatini ortaya koymak,

  • Lafızların hükümlere delâletlerini göstermek, gibi hususlardır. İhtiyaç duyulan ilimler neler olmuştur? Tabiî başta lugat ilmi. Kur’ân Arapça olması itibarıyla Arap üsluplarıyla geldiğine göre, Arapçaya bütün incelikleriyle vâkıf olmak. Nahiv, Sarf ilimleri, Bedi, Beyan ve Meânî ilimlerini kapsayan Belâgat ilmi. Bu da tabiatıyla, çok önemlidir. Çünkü, binlerce edebî sanat ve edebî üslup ihtiva eden bu metni hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek şekilde anlayabilmek için, hakikî ve mecazî mânâlar, teşbih, temsil, istiare, kinaye, tekid, takdim, telhir, hazf, îcaz, itnab, kasr, iltifat, müşakele gibi terimlerle tarif edilen üslup özelliklerine vâkıf olmak gerekir.

Burada şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: Zemahşerî, Râzî, Sekkakî gibi hemen bütün müfessirler Beyan ve Meanî ilimlerinin Kur’ân tefsirinde en önemli metot unsuru olduğunu söylemişler ve bunun vazgeçilmez olduğunu bildirmişlerdir. Şimdi gördüğümüz bazı çağdaş müellifler var, onlar Batı’da geliştirilen hermenötik nazariyelerinden çok etkilenmişe benziyorlar, etkileniyorlar. Ben, öyle zannediyorum ki işaret ettiğimiz o arkadaşlarımız bu ilimlere iyice vâkıf olup onları işletebilselerdi, Batı’da, başka iklimlerde ortaya çıkan bu kavramlarla Kur’ân’ı açıklama ihtiyacı hissetmeyeceklerdi. Çünkü bunlar ödünç kavramlardır. Kur’ân’ı bunlarla açıklama, tam yerine oturmamaktadır. Ama bu altyapıya sahip olduktan sonra, bunlara iyice vâkıf olduktan sonra, başka yerden alacağımız birtakım şeyler, yenilikler varsa onları elbette önleyecek bir durum söz konusu değildir.

Akaid ilmi, Kelâm ilmi… Çünkü, Allah Teâlâ hakkında caiz, vacip, imkânsız olan sıfatlar; nübüvvet, ahiret, meâd gibi meseleler hakkındaki doğru inanç esasları, bütün âyetleri ve hadisleri bir arada mütalâa ettikten sonra bu ilim vasıtasıyla ortaya konulmuştur; müfessirin bu ilme iyice vâkıf olması da elbette vazgeçilmezdir.

Keza müfessirin, Usûl-i Fıkıh ilmine çok iyi vâkıf olması lâzımdır. Çünkü âyetlerden dinî hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bu ilim gösteriyor.

Ben tebliğimde bu konu üzerinde biraz fazlaca durdum. Bundan maksat -burada onları okumayacağım; çünkü vakit müsait değilâlimlerimizin Kur’ân’ı anlama konusunda nasıl emek verdiklerini, nasıl tutarlı bir metot ortaya koyduklarını göstermektir. Buna iyice vâkıf olmamız, şimdi de büyük bir ihtiyaçtır. Çünkü bu tutarlı metodu, bu dakik terimleri insan bilmeyince, klasik metodun ehemmiyetini anlamakta eksik kalmaktadır.

Usûl-i Tefsir ilmine, yani âyetlerin hangi ortamlarda indiğini gösteren Esbab-ı Nüzûl, bazı âyetler arasında zâhiren zannedilen tearuz ve bu tearuzu gideren Müşkilü’l-Kur’ân ilmi, Mekkî-Medenî, Muhkem-Müteşabih, Huruf-i Mukattaa, Nâsih-Mensûh, Kur’ân Kıssaları, Kur’ân Meselleri, Kur’ân’daki Kasemler gibi birçok konuyu ihtiva eden bu tefsir metodolojisine de vâkıf olması gerekir.

Hadis ve Usûl-i Hadis ilimleri, Kur’ân’ın açıklanma işinin birinci derecede kendisine bırakıldığı Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur’ân’ı açıklama mahiyetindeki bıraktığı muazzam servetinden istifade, bu ilme vâkıf olmakla mümkün olur.

Ayrıca, tarih ve sosyoloji gibi beşer toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimler, Allah Teâlâ beşeriyete gönderdiği bu son kitabında, buna dair çok talimatlar, çok bilgiler, ibretler bildirmektedir. Müfessirin, bunu iyi gözlemlemesi lâzımdır. Hatta bu ilimlere oldukça yakından ilgi duyması lâzımdır. Eğer bu ilimlere vakıf olmadan bu âyetleri sathî bir şekilde okumakla kalır, kâinat kitabının zâhiriyle yetinirse, bir kitabın sadece cildine, rengine, yazısının şekline bakarak değer biçen sıradan bir kişi, avamdan bir kişinin bakışı gibi Kur’ân’a bakan bir kimse durumuna düşer. Hâlbuki, bu ilimlere vâkıf olan kimse olarak, Kur’ân’ın bu âyetlerini izah etmeye ve Allah’ın kainata koyduğu kanunlara, sünnetullaha vâkıf olarak ona göre bu âyetleri tefsir etme durumundadır.

Müfessirin müracaat etmesi, unutmaması gereken hususlardan birisi de beşeriyetin ancak Kur’ân hidayetiyle doğru yolu bulduğunu ve Kur’ân’ın esas gayesinin de insanları hidayet etmek olduğunu bilmektir. Bunun için de Kur’ân’dan mahrum olan Cahiliye toplumunun ne durumda olduğunu hiç unutmaması gerekir. Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) meşhur bir sözü vardır: “Eğer Müslümanlar içerisinde Cahiliye dönemini bilmeyen kimseler zuhur ederse, İslâm elbisesi düğüm düğüm çözülür.” Yeni yetişen nesiller, Müslümanlığı tabiî görüp, Müslümanlıktan mahrum olan toplumun ne duruma düşeceğini bilmezlerse, İslâm hidayetinin kıymetini lâyıkıyla takdir edemezler. Onun için, Cahiliye toplumlarının durumunu da bilmesi lâzımdır ki Kur’ân’ın gerçekleştirdiği inkılâbın boyutlarını görebilsin, demek istiyor. Bizim en küçük saydığımız şeyler bile, elini yüzünü yıkamak, dişlerini temizlemek, tırnağını kesmek, bunlara varıncaya kadar, biz Müslümanlar bunları Kur’ân’dan öğrenmişizdir. Evde çoluk çocuğumuza, bir tırnak kesmeyi, bir diş temizliğini bile âdet hâline getirmek için ne kadar zorluk çektiğimizi hepimiz biliriz. Hâlbuki Kur’ân, bu kabîl amelî davranışları öğretmekle kalmamış, bunların ötesinde, çok daha mühim olan; şirk, kan davası, ırk ayrımı, kölelere yapılan haksızlıklar, çok eşlilik, zina, içki, ümmilik, kadınları mirastan mahrum bırakma, kadını sayısız boşama hakkı, cariyeleri fuhşa zorlama hakkı ve bu yolla para kazanmayı meslek edinme gibi yüzlerce yerleşmiş, köklü uygulamaları ortadan kaldırmıştır. İşte, Kur’ân’ın bu muazzam inkılâpçı özelliğini, insanları etkileyici özelliğini anlamak için müfessirin bunları bilmesi lâzımdır.

Burada unutmamak gereken bir şey var: Kur’ân-ı Kerim, bu meselelere elbette temas ederken bildirdiği hususları, Arap dil ve kültürünü vasıta yaparak, onları kullanarak, o kelimeleri istiare ederek bildirmiş, bu hükümlerini gerçekleştirmiştir. Fakat sırf bundan ötürü onun evrensel hitabının tarihsel olduğu iddia edilemez. Zira dünyada özel durumlara, müşahhas örneklere başvurmaksızın her şeyi mücerret plânda ele alan ne bir din ne bir felsefe ne de bir nizam vardır. Faraza, böyle bir anlatım olsa bile, böyle bir nizam kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olacaktır. Onun içindir ki aklın da gereği olarak, Kur’ân-ı Kerim, gerçekleştirmek istediği bu evrensel inkılâbı, elbette tarihin belli bir döneminde ve belli bir coğrafyadaki bir örnek üzerinde gerçekleştirmiş ve orada gerçekleştirilen bu inkılâp, sonradan diğer dünya ülkelerine örnek olarak gösterilmiş ve oralara da böylece ulaşmıştır.

Müfessirin bilmesi gereken hususlardan biri de tabiî ilimler, sosyal bilimler farkı olmaksızın, elden geldiğince bütün ilimlerdeki gelişmeleri takip etmesi ve en azından o ilimlerde kesinleşen veya kesine yakın olan neticelerden haberdar olması lâzımdır ki tefsiri tutarlı olabilsin.

Bu ilimlerin sonunda, hepimizin bildiği gibi bir de âlimlerimiz Mevhibe ilminin olması gerektiğini söylüyorlar. Bundan maksat, ilmi ile âmil olanlara Allah Teâlâ’nın ilham edeceği basiret ve kavrama gücüdür. Bu konuda Zerkeşî şöyle der: “Biliniz ki, kalbinde bid’at, kibir, hevaya uyma, dünya sevgisi olan yahut bir günahta ısrar eden, tahkikî iman sahibi olmayan veya tahkikî zayıf olan yahut kuvvetli ilme sahip bulunmayan bir müfessire dayanan veya kendi aklına ve anlayışına itimat eden kimse vahyin mânâlarını anlayamaz ve vahyin esrarı ona açılmaz.”

Nitekim bu konuda Allah Teâlâ: سَأَصْرِفُ عَنْ اٰيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ “Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım.” (A’raf sûresi, 7/146) buyuruyor. Burada denilebilir ki gayrimüslim oryantalistler İslâm’ı tetkik ediyor, güzel çalışmalar yapıyorlar, anlıyorlar. Belki böyle bir şey hatıra gelebilir; ama buna cevaben şöyle denebilir: Belki bir ilmî mesele olarak, bir inceleme konusu olarak bunu yapan müsteşrikler vardır; fakat söyleyebilir misiniz, hangi oryantalist insanların Kur’ân’dan etkilenmesine, Kur’ân hidayetini bulmasına ve ondan aldığı faydayı amele dönüştürmesine vesile olan, böyle bir feyz kaynağı olan bir çalışma yapmıştır? Sadece bir kültür meselesi olarak incelemiş olabilir; ama etkilenen ve amele dönüştüren bir Kur’ân hidayetini aktarması söz konusu değildir. Demek ki Mevhibe ilmini şart koşan âlimlerimiz haklıdırlar. Yani, Kur’ân’dan elde edilen istifade, amele dönüşmeli, insanın hayatında kendisini göstermelidir ki bir netice alınsın. Bu da ancak âlimlerimizin yaptıkları bu kabîl tavsiyelerle gerçekleşebilir.

Bütünsellik diyeceğimiz, yani Kur’ân-ı Kerim’i bir bütün olarak mütalâa etmesi. Parçacı, atomcu denilen tefsir tarzından ziyade, Kur’ân-ı Kerim’e bir bütün olarak bakması, aynı konudaki âyetleri bir arada değerlendirmeye çalışması gerekir. Hadislere de elbette başvuracaktır. Çünkü

Allah Teâlâ, وَأَنْزَلْنَۤا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ “Ey Resûlüm, sana da bu Zikri indirdik ki, kendileri için indirilen Kur’ân’ı insanlara açıklayasın.” (Nahl sûresi, 16/44) buyurmuştur.

Sahabenin tefsiri çok önemlidir. Sahabe tefsiri şunun için önemlidir: Klasik kitaplarımızda, onların tefsirdeki önemlerinin, esbab-ı nüzûle vâkıf olmalarından ileri geldiği söylenir. Çok önemlidir; çünkü onlar, âyetlerin indiği ortamları biliyorlardı. Ayrıca, Kur’ân kelimelerinin ihtiva ettiği mânâları da en iyi bilme makamına da onlar sahip idiler. Kur’ân onların döneminde nâzil oldu. Sonra Peygamberimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) istifade imkânları da başlı başına bir kaynak sayılmalıdır. Sonra birbirlerinden istifade etmeleri, yani Peygamberimiz’in yaptığı izahları birbirlerine nakletmeleri… Bütün bunlar sahabenin tefsirini çok önemli kılan unsurlardır. Bildiğimiz gibi İbn Mes’ûd diyor ki “Biz, iman, ilim ve amel olarak âyetleri onar onar öğrenirdik, Peygamberimiz bize bu şekilde öğretirdi.” Bakınız, Peygamberimiz’in eğitiminde âyetlere iman etmek, müteakiben ondan istifade edilecek bütün ilmî incelikleri elde etmeye çalışmak ve sonra da onu amele dönüştürmek beraber ele alınıyor. Bunları bir arada yapıyor. İşte sahabenin Kur’ân’dan istifadesi bunun için çok önemlidir.

Bunun ötesinde, işte Sahabe-i Kiram bu özelliğe sahip oldukları için, Kur’ân-Kerim onları adım adım eğittiği, terbiye ettiği için, son derece önemli bir konumdadırlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in iniş maksatlarından istihdaf ettiği amelî programı en iyi şekilde sahabe neslinde gerçekleştirdiğini görüyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’in indiriliş maksatlarını amelî plânda en iyi şekilde sahabe neslinde gerçekleştirmiştir. Onun için, sahabe Kur’ân’ın canlı bir tefsiri durumundadır. Kur’ân’ın dinamik tefsiri diyebileceğimiz bu neslin dinamik Kur’ân anlayışları, tefsir bakımından son derece önemlidir.

Bunun önemi üzerinde eskiden kitaplarımızda durulmuş; fakat özellikle nesillerimizin Kur’ân hidayetinden biraz perdelendiği, biraz uzaklaştığı bu dönemde sahabenin Kur’ân’la nasıl eğitilmiş olduğunu incelemek başlı başına bir program olarak ele alınması gereken bir husustur. Hatta ben, şahsen böyle bir klasik tefsir konusunu özetleme durumunda olmasaydım, bu toplantıda sunacağım tebliği bu konuya tahsis etmek isterdim. Şunu nazarı itibara alalım: Seyyid Kutub’un fî Zilâli’l-Kur’ân adlı tefsiri çok yayılmış ve yayılmaktadır. İnsanlar bu eserden istifade etmektedirler. Bunun başlıca sebebi, bu tefsirin, sahabenin dinamik Kur’ân anlayışını göstermeye birinci plânda yer vermesidir. Bundan dolayı insanlar bu tefsirden fazla istifade etmeye ve ona fazla önem vermeye çalışıyorlar.

Sadece bir-iki nokta üzerinde durarak bitireceğim. Çağdaş bazı müellifler, Kur’ân-ı Kerim’in gereği gibi anlaşılmadığını iddia ediyorlar; yani bir izafîlik, bir görelilik olduğunu iddia ediyorlar. Hatta bazıları Kur’ân-ı Kerim hakkında objektif, nesnel bir anlayışın mümkün olmadığını söylüyorlar. Bunlar, tefsir sayılmaktan ziyade bir felsefî görüş olarak değerlendirilmelidir kanaatindeyim. Zira Kur’ân’dan herkesin anlayacağı müşterek bir objektif alan olmadığını iddia etmek, doğrusu Kur’ân’ın lafızlarını iptal etmek mânâsına gelir. Hatta bu hususta, hermenötikte en önemli isimlerden olan Diltay’in bir sözünü hatırlamamızda fayda var. Diyor ki “Tüm insanî kavramların göreliliği, tarihsel dünya görüşünün son sözüdür.” Yani, bu tarihselci anlayışın varacağı son nokta nedir? İnsanlar tarafından anlaşılan her şeyin izafi olduğudur, diyor. Bu aşamada artık tamamen sofist bir felsefe ile karşı karşıyayız demektir. Kur’ân tefsirinde böyle felsefelere itibar edilmesi doğru olmaz kanaatindeyim.

Bir hususa daha dikkat çekerek bitirmek istiyorum. Bu gibi görüşlerden etkilenen bazı kimseler, kendilerini bu tarihselci anlayışa, buna benzer anlayışlara kaptırınca, eski müfessirleri ve böyle düşünmeyenleri küçümsüyorlar, itham ediyorlar. Fakat bunu yapanlar şunu unutuyorlar ki: O kadar, binlerce, on binlerce âlimin anlayışı izafîdir, görelidir de sizinki de onlardan biri olmaya mahkûm değil midir? Başkaları da sizin görüşünüz hakkında öyle düşünebilir. Kaldı ki bizim o âlimlerimiz, demin de işaret ettiğim gibi, mütevazı bir şekilde işe girişiyorlar. Bir kere, yaptıkları tefsirin bütün Müslümanları bağlayıcı tek geçerli tefsir olduğunu iddia etmiyorlar ve sonunda da “vallahü a’lem” demesini biliyorlar. Ama öbürlerini itham eden bir görüşün de en azından, bu hazmı, bu tevazuu göstermesi aklın gereğidir sadece naklin gereği değil… Onlara gösterilmesi gereken hürmetin icabı değil, akıl da bunu gösterir kanaatindeyim.

 

Dipnotlar

1 Kur’ân’ı Anlama Yöntemi, Güncel Dinî Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı (Tebliğ ve Müzakereler), 02-06 Ekim 2002 Ankara, s.19-39. (Bu çalışma bir çerçeve belirleme gayesine yönelik olduğundan daha çok klasik tefsir yönteminin anlatılmasına ağırlık verilmiştir.)

2 Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa s.26.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 01/26/2021