HAVF VE HAŞYET, (Çağlayan Dergisi, Ekim-2020)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2020
Clap

Havf sofîlerce; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için, mânevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de naz u şatahâta götürecek düşünceleri tadil eden bir iksir kabul edilmiştir.

Havf’ın kelime ve ıstılahî manası

Arapça’da, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelen havf; ıstılâhî mânâsı itibarıyla; şer’an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnu bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına bir kelime.[1]

Havf ve kalbi hayattaki rolü

Havf sofîlerce; “recâ” duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için, mânevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de naz u şatahâta götürecek düşünceleri tadil eden bir iksir kabul edilmiştir.[2]

Kuşeyrî’nin havf yaklaşımı

Havf, Kuşeyrî’ye göre; “Mânâ yolcusunun, Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, gönlün derinliklerinde bir korku duygusu.” şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı tesiri üzerinde durulmuştur.[3]

Havf’ın kaynağı ve akıbet endişesini tetiklemesi

Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbal ile alâkalıdır. Aslında Kur’ân-ı Kerim de, pek çok âyât-ı beyyinâtıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek, istikbal buudlu bir dünya kurmayı hedefler. Onun kurmak istediği dünyada, geleceği, iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir mânâ, bir düşünce, hatta bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olmayı aşılar ve ayaklarını her zaman yere sağlam basmalarını hatırlatır: وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ “Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi.”[4] ürperti hâsıl eden fermanı, قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا۝اَلَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا “De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği hâlde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar.”[5] gönülleri hoplatan beyanı gibi daha pek çok âyet vardır ki, bunlar insanın hayat dantelasının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. –Bu iplerle hayatını kanaviçe gibi örene ne mutlu!– Kur’ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi sürekli ukbâya çevirir.[6]

Havf’ın rahmet buudu

Cenâb-ı Hak nurlu beyanında, bizi huzuruna celp ve maiyyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itapları, yavruyu onun şefkatli kucağına ittiği/çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur’ân-ı Kerim’de havf u haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici görülse de, diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.[7]

Havf’ın insanı mecazi korkulardan koruması

Ayrıca, Cenâb-ı Hak’tan havf edip O’na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve rahmet cânibine yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arz eder. Cenâb-ı Hak, nur­efşân ve ümit-bahş beyanında yer yer: فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Eğer gerçek mü’minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”[8] buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini, وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Sadece ve sadece Benden korkun.”[9] diyerek de, hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Her an üzerlerinde nigehbân bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler.”[10] ve: يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا “Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua ederler...”[11] gibi pür-envâr beyanlarıyla havfla mâmur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder; eder, zira hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlardır ki, rıza semasının üveyikleri sayılırlar. Lücce sahibinin havfla alâkalı şu tespiti ne hoştur:

                          بَاش دَر دِين ثَابِت اَرْتَرسِي زِقَهرِ حَق كِه پَا

                          كَرده مُحكَم دَر زَمين عَرعَرنِيم صَرصَراست

“Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbit-kadem ol; zira ağaç, şiddetli rüzgârlara karşı ancak kökleriyle yere muhkem tutunur.”[12]

Havf’ın mertebeleri

Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki: وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Eğer gerçek mü’minler iseniz Benden korkun.”[13] mealindeki âyet buna işaret etmektedir.

Bunun bir üstü, ilim buudlu havftır ki: إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰۤؤُا “Allah’tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar.”[14] âyeti de bu mertebeyi ihtar eder.

Daha üst bir mertebe ise, mârifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: وَيُحَذِّرُكُمُ اللهُ نَفْسَهُ “Allah size, Kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder.”[15] beyan-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.

Havf’ın kısımları ve özellikleri

Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet,[16] biri haşyet[17] olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır.[18] Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade “firar” yörüngeli, haşyet ise “iltica” mahreklidir. [19]

Heybet, Rehbet sahibinin iç dünyası

Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O’nunla oturur-kalkar, O’nu düşler ve O’nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lahza ayrı bir mülâhaza ile O’na iltica etme vesileleri araştırır ve O’na sığınma fırsatları kollar.

Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler,[20] firarı da devam ettirirler. Firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hâsıl ettiği bu’diyet ölçüsünde, O’ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lahzasında “hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş haşyet sâlikleri ise, her an ayrı bir iltica yol ayrımında ayrı bir “kurb” kevseri içer ve “Daha yok mu?” diyerek coşarlar.[21]

Haşyet ve iltica yörüngeli hareket enbiya hususiyetidir

Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir; nebiler; sürekli içinde âdeta İsrafil’in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk’ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrak ufuklarında her zaman: فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا “Cenâb-ı Hak azametle dağa tecellî edince, dağ şak şak oldu, parçalandı ve Musa kendinden geçip bayıldı.”[22] gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü’l-Mukarrabîn ve Seyyidü’l-Hâşîn de: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; âh bir bilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.”[23] buyurur. Bu hadiste hem Peygamber’in iltica buudlu haşyeti –ki, kendi, bilinebilecek her şeyi bildiği hâlde firarı değil O’na sığınmayı seçmiştir– hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır... Ebû Zerr (radıyallâhu anh) hadise: “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım.”[24] ilavesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercüman olmuştur.

Havf insanı ve günah münasebeti

Haşyet ve mehâbete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehâbet bendesi bir ismet kahramanı: نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ “Suheyb ne yüksek bir karakterdir; –muhalfarz– Allah’tan korkmasa da günah işlemez.”[25]

Havf insanının hal ve tavrı

Havf erbâbı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa, hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla “bu’d” ateşlerini söndürür ve bu’dlar bu’du cehennem üzerine yürür. Zira: لَا يَلِجُ النَّارَ رَجُلٌ بَكٰى مِنْ خَشْيَةِ اللهِ حَتّٰى يَعُودَ اللَّبَنُ فِي الضَّرْعِ “Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi Cehennem’e girmesi muhaldir.”[26] fehvâsınca, Cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının “hüdâî” olmayıp da “hevâî” olabileceğinden, yapmadıklarının da bütün bütün şeytanî olmasından irkilir, devamlı hüzünle yutkunur ve en isabetli karar diyerek doğrulur, O’na iltica eder. Bunlardan birinci şıktakilere: وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَۤا اٰتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلٰى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ “Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler.”[27] mealindeki âyet münasebetiyle, Âişe Validemiz’den nakledilen şu vakayı misal olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘Âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikâp edenler midir?’ diye Resûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyidü’l-mâsûmîn: ‘Hayır yâ Âişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği hâlde, kabul olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.’ buyurdular.”[28]

Düz, derin müminler ve kâmil insanlar

Bu birinci kategoride zikredilenlere “düz mü’minler” diyeceksek, ikincilerine “derin mü’minler” veya “kâmil insanlar” demek uygun olur zannediyorum.[29]

Ebû Süleyman ed-Dârânî: “Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur.”[30] der. Onunla aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise, havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısraıyla âdeta hulâsa eder:

                          Bin havf ile çeşm-i cânı bâzet!

اَللّٰهُمَّ أَيِّدْنَا بِرُوحٍ مِنْ عِنْدِكَ وَوَفِّقْنَا إِلٰى مَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ الْمُرْتَضٰى

İLGİLİ AYETLER

وَاَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوٰىۙ

"Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır." (Naziât sûresi, 40-41)

وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ جَنَّتَانِۚ

"Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahmân sûresi, 46)

وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الْاَرْضَ مِنْ بَعْدِهِمْۜ ذٰلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَام۪ي وَخَافَ وَع۪يدِ

"Onlardan sonra sizi elbette o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimseler içindir." (İbrâhîm sûresi, 14)

يُوفُونَ بِالنَّذْرِ وَيَخَافُونَ يَوْماً كَانَ شَرُّهُ مُسْتَط۪يراً

"O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar." (İnsân; 7)

اِنَّا نَخَافُ مِنْ رَبِّنَا يَوْماً عَبُوساً قَمْطَر۪يراً

"Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız." (İnsân sûresi, 10)

رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءِ الزَّكٰوةِۙ يَخَافُونَ يَوْماً تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُۙ

"Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O'nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar." (Nûr sûresi, 36-37)

يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ۟

"Üzerlerinde hakim ve üstün olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar." (Nahl sûresi, 50)

وَالَّذ۪ينَ يَصِلُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِه۪ٓ اَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُٓوءَ الْحِسَابِۜ

"Onlar, Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır." (Ra'd sûresi, 21)

وَاِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لَا غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَاِنّ۪ي جَارٌ لَكُمْۚ فَلَمَّا تَرَٓاءَتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلٰى عَقِبَيْهِ وَقَالَ اِنّ۪ي بَر۪ٓيءٌ مِنْكُمْ اِنّ۪ٓي اَرٰى مَا لَا تَرَوْنَ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اللّٰهَۜ وَاللّٰهُ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟

"Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve, "Bu gün artık insanlardan size galip gelecek (kimse) yok, mutlaka ben de size yardımcıyım." demişti. Fakat iki taraf (savaş alanında) yüz yüze gelince (şeytan), gerisin geriye dönüp, "Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyler (melekler) görüyorum. Ben Allah'tan korkarım. Allah, cezası çetin olandır" demişti." (Enfâl sûresi, 48)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir." (Mâide sûresi, 54)

İLGİLİ HADİSLER

  • Hazret-i Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor:

“Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) şu duâyı çok yapardı:

“Ey kalpleri çekip çeviren Allâh’ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!”

Ben (bir gün kendisine):

“Ey Allâh’ın Resûlü! Biz Sana ve Sen’in getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim. Bunun üzerine bana şöyle cevap verdi:

“Evet! Kalpler, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.” (Tirmizî, Kader, 7/2140)

  • Hazret-i Âişe (radıyallâhu anhâ) diyor ki:

“Rab’lerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (Mü’minûn sûresi, 60-61) âyetleri nâzil olunca Allah Resûlü’ne:

“Âyette zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?” diye sormuştum. O da:

“Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabûl olup olmama endişesiyle korkanlardır.” buyurdu. (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd 20)

  • Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün ziyâdesiyle tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşurdu. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir alındı. Hazret-i Ömer:

“Yâ Resûlallah! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde Sen’in aleyhinde hutbe îrâd edemesin.” dedi.

Allah Resûlü (sallâllâhu aleyhi ve sellem):

“Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şâyet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allâh da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, 2/293) Nitekim Allah Resûlü’nün vefâtından sonra, insanlar arasında irtidat hareketlerinin başgösterdiği bir hengâmede, Süheyl bin Amr (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nün haber verdiği o medhe şâyan konuşmasını yapmıştır. Ezcümle şöyle diyordu:

“…Vallâhi, ben iyi biliyorum ki bu dîn, güneşle ayın doğuşu ve batışı devâm ettikçe, dipdiri ayakta kalacaktır…”

Süheyl bin Amr (radıyallâhu anh), hutbesini bitirdiğinde halk teskin oldu. Ömer (radıyallâhu anh), Hazret-i Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Allah Resûlü’nün sözünü hatırladı ve:

“–Sen’in, Allâh’ın Resûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim (yâ Resûlallah)!” demekten kendini alamadı. (İbn-i Hişâm, 4/346; Vâkıdî, 1/107; Belâzurî, 1/303-304; İbn-i Abdilberr, 2/669-671; Hâkim, 3/318/5228)

  • Hazret-i Âişe (radıyallâhu anhâ)’nın naklettiğine göre, havanın aşırı rüzgarlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde, Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi değişir, bâzen o buluta karşı durur bakar, bâzen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi. Bu tavırlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskâ 14-16)
  • Ebûbekir Sıddîk (radıyallâhu anh) şöyle buyurur:

“Ben Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in yanında iken O’na şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

Kim bir kötülük yaparsa cezâsını görür ve Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir.” (Nisa sûresi, 123)

Peygamber Efendimiz:

“Ey Ebûbekir! Bana indirilen bir âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:

“Tabiî ki yâ Resûlâllah!” dedim.

Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm):

“Neyin var, ne oldu ey Ebûbekir?” diye sordu.

“Anam babam Sana fedâ olsun yâ Resûlâllah! Hangimiz kötülük işlemez ki? Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden muhakkak cezâlandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifâde ettim.

Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) şu îzahta bulundu:

“Ebûbekir! Sen ve mü’minler, hatâlarınız sebebiyle dünyâda (bâzı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezâlandırılırsınız. Öyle ki sonunda Allâh’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezâları kıyâmet günü verilir.»” (Tirmizî, Tefsîr, 4/3039)

6-Ebûbekir (radıyallâhu anh)’ın Allâh korkusunu aksettiren şu misal ne kadar ibretlidir:

Ebûbekir (radıyallâhu anh) berrak bir havada dışarı çıkmıştı. Semâya bakıyor, Allah Teâlâ’nın kullarına ibret için sergilediği bin bir türlü kudret akışlarını seyrediyordu. Gözü bir kuşa takıldı. Ağacın dalına konmuş, güzel sesiyle tatlı tatlı ötüyordu. Hazret-i Ebûbekir içini çekti. Gıpta ve hasretle kuşa şöyle seslendi:

“Ne mutlu sana ey kuş! Vallâhi ben de senin gibi olmak isterdim. Ağacın üzerine konuyorsun, meyvelerinden yiyorsun, sonra da uçup gidiyorsun. Ne hesap var ne de azap!

Vallâhi Rabbimin huzûrunda hesâba çekilecek bir insan olmaktansa, yolun kenarında bir ağaç olmayı, bir devenin gelip beni ağzına alarak ezmesini ve yiyip yutmasını ne kadar isterdim!” (İbn-i Ebî Şeybe, 8/144)

  • Ebûbekir (radıyallâhu anh), bir gün Hanzala (radıyallâhu anh)’a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala (radıyallâhu anh) büyük bir teessür ve endişe içinde:

“Hanzala münâfık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“Sübhânallâh! Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hanzala (radıyallâhu anh) şöyle devâm etti:

“Biz, Hazret-i Peygamber’in sohbetinde iken, O bize Cennet ve Cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. (O’nun sohbetindeki feyz ve rûhâniyetimizi kaybediyoruz.)” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“Vallâhi, buna benzer hâller bizde de oluyor.” dedi.

Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Resûlullâh Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) de:

“Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi. (Üç defa tekrarlayarak):

– Yâ Hanzala! Bâzen öyle, bâzen de böyle olur! buyurdu. (Müslim, Tevbe 12)

 

[1] KABZ U BAST İLE HAVF U RECA FARKI:

Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ifade edildiği gibi, havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, Hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihaî sınırda sırlı bir alışveriştir. Havf u reca, istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi ve bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, hâlihazır itibarıyla kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin kasvetle kasılması veya neşeyle atması şeklinde yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri, haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir durum; yolcuyu sürekli alâkadar eden bir husustur. (Kırık Testi)

[2] AHİRET DÜNYA MUVAZENESİ HAVF RECA’YI İKTİZA EDER:

Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte kıyamet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. (Yirmidördüncü Söz / Üçüncü Dal / Sekizinci Asıl, Sözler)

BİR DENGE NUMUNESİ:

Ömer’in (radıyallâhu anh) hutbeleri her biri kendi başına bir hâdise olacak çaptaydı. Hatta ümmetin allâmesi, Allah Resûlü’nün “Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret!” diye dua ettiği Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh), kendisi Mekke’de olsa ve Hz. Ömer’in Medine’de hutbe vereceğini duysa her işi bırakır ve o hutbeyi dinlemeye gelirdi. Zaten hutbelerinin çoğu dinleyenlerce yazıya geçiriliyordu ki, bugün elimizde Hz. Ömer’in pek çok hutbesi bulunmaktadır. Ulemâ ve fakihler her biri kendine göre onun konuşmalarından not alır ve söylenenleri birer kanun ve birer prensip kabul ederlerdi. İşte o hutbelerinden birinde, önce peygamberliği anlattı. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) evsaf-ı âliyesiyle yâd etti. Sonra da tatlı bir reveransla Allah Resûlü’nün mübarek merkadine döndü ve “Ey bu kabrin sahibi ne mutlu Sana!” dedi. Ardından sıddîkiyete geçti. O mevzuun da ince bir tahlilini yaptı, sonra da Hz. Ebû Bekir’in kabrine dönerek ona da aynı eda ve aynı tonda “Sana da ne mutlu ey şu kabrin sahibi!” dedi. Sıra şehitliğe gelmişti. Onu da anlattı. Daha sonra kendine döndü: “Nerede şehitlik nerede sen yâ Ömer!” dedi. Ancak bu işin havf tarafıydı. Bir de reca tarafı olmalıydı. İşte bu mülâhaza ile de şunları söylüyordu: “Sana imanı nasip eden, seni hicretle şereflendiren Allah (celle celâluhu); ümidini kesme, sana şehitliği de lütfeder...” (Asrın Getirdiği Tereddütler, 4)

İRŞADDA HAVF-RECA DENGESİ:

Günümüzde havf-recâ hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Meselâ, halkı irşad konumunda olan insanların çoğu, sadece Cennet’i ya da Cehennem’i nazara verip, bu hususta insanları ya tamamen ye’se ya da aşırı bir güvene sevk etmektedirler. Hâlbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da, bu amellerin, Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece ameliyle kurtulamayacağını düşünmesi de gerekir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadislerinde: “Hiç kimse ameliyle kurtulamaz.” buyurur. Sahabe Efendilerimiz: “Sen de mi ey Allah’ın Resûlü?” dediklerinde, “Evet, Allah’ın fazlı, bereketi olmazsa ben de kurtulamam.” der. O hâlde insanın: “Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum.. o hâlde Allah bana ceza vermez!” demesi, Allah’a karşı bir saygısızlık ve küstahlığın ifadesi; kendi nefsini yerden yere vurup: “Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim hiçbir hayır da yok. Nasıl olsa Cehennemliğim, o hâlde boş yere uğraşıyoruz!” şeklinde bir mülâhazaya girip ümitsizliğe düşmesi de, ayrı bir saygısızlığın ve küstahlığın seslendirilmesidir. (Prizma, 3)

KÜÇÜK GÖRÜLEN BİR NOHUT TANESİ:

Kendisiyle yüzleşmesini bilen Allah dostları, hep böyle bir havf yörüngesinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Meselâ, Esved b. Yezid en-Nehaî Hazretleri can hulkuma geldiği esnada tir tir titreyip ağlayınca kendisine bu korkunun sebebi sorulur. Bunun üzerine o büyük zat; “Nasıl korkmayayım ben! Allah’tan korkmaya benden daha müstahak kim var? Hem, Cenâb-ı Hak yaptıklarımı mağfiret buyursa da, hayâ duygusu, beni hep endişeye sevk eder.” diye cevap vermiştir. Vefat ettikten sonra kendisini rüyada görüp, durumunu sorduklarında ise o, “Vallahi peygamberlikle aramızda dört parmak gibi bir mesafe kalmıştı.” diye cevap vermiştir. Bu zat, dini hakikatleri kendi dönemlerinde ihya eden Ebû Hanife mektebinin ilk müessislerinden Nehaî ailesinin bir mensubudur. Yüzlerce sahabiyle görüşmüş bir insandır. Parmak ucu kadar yanlışa adım atmamış bir irade kahramanıdır. Denilebilir ki, bu büyük veli, Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki dönemlerde olsaydı peygamber olurdu. Fakat gördüğünüz gibi işte bütün bunlara rağmen o, ötelere göçüp giderken endişeyle kıvrım kıvrımdır. Demek ki, çok hassas ve duyarlı olan bu insanlar, inhirafın arpa boyu kadar olanını bile büyük bir tehlike olarak görmüş, onun kendilerini batıracağından endişe etmişlerdir. Zaten Üstad Hazretleri de: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma” demiyor mu? Zira bazen ayağınızın altındaki küçük bir nohut tanesi, sizi tepetaklak getirebilir; getirebilir ve siz, olmayacak bir yerde yüzüstü yere kapaklanabilirsiniz. İşte bunun gibi, hakkınız olup olmadığını düşünmeden ağzınıza koyduğunuz bir lokma, haram olup olmadığına dikkat etmeden konuştuğunuz bir kelime; bir bakış, bir kulak kabartma, bir adım atma, bir el uzatma gibi küçük hamleleriniz, küçüklüklerine rağmen size çok pahalıya mal olabilir. Bu açıdan insan, günaha girme endişesiyle tir tir titremeli ve ona göre bir hayat tarzı tutturmaya çalışmalıdır. Tabiî, bir taraftan böyle bir korku içinde hayatını sürdürürken, diğer taraftan da mâni-i her kemal olan yeis bataklığına asla düşmemelidir.

[3]   Bkz.: el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.125.

[4]   Zümer sûresi, 39/47.

[5]   Kehf sûresi, 18/103-104.

[6] AKIBETİNDEN KORKMAYANIN AKIBETİNDEN KORKULUR:

Ancak “muhasebe”, “murakabe” gibi bir derdi olmayan, kendisiyle yüzleşmeyen ve hiçbir şey yokmuş gibi gafilâne bir hayat sürdüren insanların, kendi akıbetleri hususunda herhangi bir korku, endişe ve hesapları olmaz. Onlar, kendilerini Cennet’te zannediyor gibi, Cennet’i garanti etmiş gibi bir hayat yaşarlar. Biz, bu anlayıştaki bir insanın teminatçısı ve vekili değiliz. Dolayısıyla o insanın kurtulup kurtulamayacağı mevzuunda bir şey söyleyemeyiz. Ancak Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu temel disiplinlere baktığımızda bu anlayıştaki bir insanın iyi bir yolda olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir; akıbetinden korkmayanın akıbetinden korkulur. Dünyada iken, “Allah huzurunda hesabımı nasıl veririm?” korkusu yaşamayan bir insan, –hafizanallah– ötede o korkuyu iliklerine kadar hisseder. İsterseniz bu noktada; لَا أَجْمَعُ عَلٰى عَبْدِي خَوْفَيْنِ وَأَمْنَيْنِ “Ben kuluma iki emniyeti de, iki korkuyu da birden vermem.” şeklinde rivayet edilen hadis-i kutsîyi hatırlayabilirsiniz. Evet, bu kutsî beyana göre, burada uluorta ve dalgın yaşayanlar ahirette o dalgınlıklarının cezasını çekeceklerdir. Fakat burada korkuyla tir tir titreyenler orada korkudan emin olacaklardır. Onlara, “Sen korku hislerini öbür tarafta yaşamıştın. Burada korku yok sana!” denilecektir. Bu ifadelerden anlaşılması gereken, insanın dünyada bütün bütün recâ hissini yitirmesi; yitirip Allah’ın rahmetinden ümidini kesecek ölçüde bir korku hâli yaşaması değildir. Biz burada sadece, günümüzde âdeta görmezlikten gelinen ve unutulmaya terk edilen havf u haşyet duygusunun insan için ne denli ehemmiyet arz ettiğini ve onun ahiret hayatı adına havf-recâ dengesini muhafazanın ne denli önemli olduğunu hatırlatmak istedik.Çünkü havf ve recâ dengesi, geçmişten bugüne ahlakçılar, akideciler ve terbiyeciler tarafından da ele alınıp işlenen çok önemli bir meseledir. Meselâ Hazreti Gazzâlî bu konuyla alâkalı mülâhazalarını ifade ederken şöyle bir bakış açısı ortaya koyar: İnsan bilhassa gençlik döneminde, ölümün keşif kollarını henüz bedeninde duyup hissetmediği zamanlarda, havf ağırlıklı, korku yörüngeli bir hayat yaşamalıdır; yaşamalı ve “hesap”, “mizan” denildiğinde âdeta yüreği ağzına gelmelidir.[6][2] Ancak ibadet ü taat adına artık yapabileceği pek bir şey kalmadığı ve ahir ömründe hızla ölüme yaklaştığını hissettiği esnada, recâ ağır basmalı ve o noktada İmam Şafiî Hazretleri gibi:

وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي

جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا

تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ

بِعَفْوِكَ رَبِّي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” demelidir. (Cemre Beklentisi)

[7] ALLAH’IN MAĞFİRETİ YİNE ONUN MEŞİETİNE BAĞLIDIR:

Mü’minlerden, Cenâb-ı Hakk’a karşı recâ yanları zayıflayıp havf yanları daha çok öne geçmiş olanlar, إِنَّ اللهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِه وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَۤاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللهِ فَقَدِ افْتَرٰۤى إِثْمًا عَظِيمًا “Şu muhakkak ki; Allah, Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder. Kim Allah’a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiş olur.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/175) âyetine sarılırlar ve sarılmalıdır da; zira bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, bir orada bir burada yüzüp gezen, kendini bildiği halde hiç hatalardan utanmayan, her gün tevbe ettiği halde yeniden aynı hataları tekrar eden günahkâr insanlara hitap etmekte ve dilediği kimselerin –kendisine şirk koşmanın dışında– bütün günahlarını affedeceğini vaad etmektedir. Bu vaad, Allah’ın kullarına engin bir lütfu ve rahmetinin gereğidir ama yine de O’nu hiçbir zaman bağlamaz. Zira O (celle celâluhu), böyle bir lütfu, insandaki bir liyakat ve onun göstereceği bir kahramanlık veya en azından dişini sıkıp fenalıklara karşı koyması mukabilinde vaad etmiş olabilir. Ancak burada bir “dileme” (meşîet) şartı vardır. Dolayısıyla her insan, daima ruhunda ilâhî meşîete takılacağı korku ve endişesini taşımalıdır. Bu da hiç şüphesiz her ferdin kendi ruh hâletine göre bir seviyede gerçekleşecektir.

HAVFDA LEZZET VARDIR:

Evet ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder. Evet havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: "En leziz ve en tatlı haletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi, za'fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokadından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir." Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar. (Yedinci Söz, Sözler)

[8] Âl-i İmran sûresi, 3/175.

[9]   Bakara sûresi, 2/40. (فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ şeklinde: Nahl sûresi, 16/51)

[10]  Nahl sûresi, 16/50.

[11]   Secde sûresi, 32/16.

[12] HAVF CİHAZININ TEVCİH EDİLMESİ GEREKEN UFUK:

İşte ey nefis ve ey arkadaş!

İnsanın havfe ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâküllihal o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık'a müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allah'a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden hariçtir.)Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelal'inden havf etmek, onun rahmetinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir lem'asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah'tan havf eden, başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için, mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor. (Yirmidördüncü Söz / Beşinci Dal / Birinci Meyve, Sözler)

HAVF İNSANI RAHMETE TEVCİH EDER:

İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da, ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîme tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına -çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi- leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun. (Mesnevi-i Nuriye)

اِنَّمَا ذٰلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ اَوْلِيَٓاءَهُۖ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ

"O şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mü'min iseniz, benden korkun." (Âl-i İmrân sûresi, 3/175)

[13]  Âl-i İmrân sûresi, 3/175.

[14]  Fâtır sûresi, 35/28.

[15]  Âl-i İmrân sûresi 3/28, 30.

[16] DAR BİR ÇERÇEVEDE HEYBET:

Saygı ve mehâfet duygusunun ârifin iç dünyasında hâsıl ettiği derin haşyet ve temkin hissi şeklinde yorumlanan heybet; huzur ve maiyyet-i mutlakanın verdiği iradî öyle bir temkin ruhudur ki, tadanın zevk edip yaşamasına mukabil, zevk etmeyenin çok kez “üns”le karıştıracağı ama öyle olmayan, “bî kem u keyf” Hak’la temekkün edalı bir huzur-u etemm ihtisasıdır. Ona, vasfı nâkabil-i idrak bir huzur gaybûbeti de demişlerdir ki, bu da insanın nefis ve enâniyet cihetiyle silinip sahneyi tecelli dalgalarına bırakması anlamına gelir. (Çağlayan dergisi, Eylül-2017)

[17] İLTİCA BUUDLU HAŞYET:

Soru: Efendim, bir yazınızda “iltica buudlu haşyet” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu bir misalle açıklayabilir misiniz?

Cevap: Müsaade ederseniz, önce “haşyet”in ne olduğu mevzuuyla başlayalım. Sıkça kullandığımız kelimelerden birisi “havf”tır ki, “korkma, ürperme, irkilme” mânâlarına gelir. Tasavvuf erbabınca, haram olmasa bile dinimizde kerih görülen bir şeyi işlemekten sakınmak olarak tarif edilen havf, “recâ” duygusuna karşı bir denge unsurudur.

Bazıları havfı, “heybet” ve “haşyet” olarak kendi içinde ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklansa da, heybet daha ziyade “firar”, haşyet ise “ilticâ” yörüngelidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar (kaçma) düşüncesi içindedir; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile Allah’a (celle celâluhû) ilticâ etme (sığınma) vesileleri araştırır ve ona sığınma fırsatları kollar. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilebilseniz, gök öyle bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!... Zaten öyle olması gerekirdi; zira, göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız.” İşte bu hadis-i şerif “ilticâ buudlu haşyet”e misal olarak verilebilir. Çünkü bu hadis de göstermektedir ki, Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı tercih etmemiş, bulunduğu konumdan kaçmayı ve bir hal değişikliğini istememiş, bilakis yine Cenâb Hakk’a sığınmayı seçmiştir.Ebû Zerr Hazretlerinin “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip biçilen bir ağaç olsaydım!” ifadesi de, kendi hesabına “firar buudlu heybet”e güzel bir misaldir. (Kırık Testi)

MEŞREB FARKLILIĞINDAN KAYNAKLANAN DUYUŞLAR:

Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar; ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbini senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar geçer başına. Bazıları bulut gibidir; salih-talih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde bin bir râyiha ile eser durur. (Marifet, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[18]

اَلَمْ يَأْنِ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّۙ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْاَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْۜ وَكَث۪يرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ

"İman edenlerin Allah'ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasık kimselerdir." (Hadîd sûresi, 16)

- اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ

"Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler." (Mü'minûn sûresi, 2)

[20] REHBET:

Sâniyen, berkle huzur hatırlatılarak, sâlike temkin sinyali verilir ve bu sinyalle onun gönlüne “Hazîratü’l-Kuds”e girme tedbir ve temkini atılmak suretiyle iç âleminde rağbet kadar rehbet de uyarılır ki, hak yolcusu seyahatinde ne ye’se düşsün ne de şatahata girsin… (Berk, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)

REHBET YAKİN EHLİNİN HALİDİR:

Havf u haşyet, hudû u rehbet belli bir yakîn mertebesini ihraz edenlerin ve Allah’ı hakkıyla bilenlerin hâlidir. Bilgi ve mârifet özürlüler bunlardan çok fazla bir şey anlamasalar da, yakîn kahramanları onların ne demek olduğunu bilir; her an bunlardan biriyle veya birkaçıyla değişik râşeler yaşar ve tavırlarıyla huzurda bulunuyor olmanın hakkını eda ederler. (Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri-Tekmile)

İSLAM, RAĞBET-REHBET:

İslâm’ın temeli ve mebdei iman ve iz’an, müntehâsı da ihsan ve ihlâstır: Ulûhiyet hakikatine, aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanıp gönlünü Hakk’a bağlamak; sorumluluklarını O’nu görüyor ve O’nun tarafından görülüyor gibi kemâl-i hassasiyetle yerine getirmek ve yaptığı/yapacağı her işini rıza eksenli götürmeye çalışmak İslâm hakikatinin icmâlî ifadesidir.İslâm’ı, insanın Allah’a teslim olup, kavlî, fiilî, hâlî şükürlerle, O’na bağlı ve medyun bulunduğunu ifade etmesi; hemen her zaman rağbet ve rehbet içinde bulunması şeklinde özetleyenler de olmuştur. İşte böyle davranan birine mü’min veya müslim denir (İslâmcı değil) ve böyle biri ebedî saadete de namzet kabul edilir. (İslam’a İcmali Bir Bakış, Ruhumuzun Heykelini Dikerken)

فَاسْتَجَبْنَا لَهُۘ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيٰى وَاَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَباً وَرَهَباًۜ وَكَانُوا لَنَا خَاشِع۪ينَ

"Biz de onun duasını kabul ettik ve kendisine Yahya'yı bağışladık. Eşini de kendisi için, (doğurmaya) elverişli kıldık. Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi." (Enbiyâ sûresi, 90)

وَقَالَ اللّٰهُ لَا تَتَّخِذُٓوا اِلٰهَيْنِ اثْنَيْنِۚ اِنَّمَا هُوَ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ

"Allah şöyle dedi: "İki ilah edinmeyin. O, ancak tek ilahtır. O halde yalnız benden korkun." (Nahl sûresi, 51)

[21] HEYBETE GİDEN YOL:

Burada hukemâ-yı islâmiye diyeceğimiz Müslüman hakîmlerin düşüncelerine işaret etmede de yarar var: Onlara göre Allah, beş hususu diğer beş şeyle irtibatlandırmış ve âdeta sebep-sonuç münasebeti içinde birini diğerinin vesilesi kılmıştır. Ezcümle: Aziz olarak yaşamayı (izzet), ibadet ü tâate; zillet ve perişaniyeti, nefis ve hevâ güdümünde ömür sürmeye; heybet ve mehâbeti, seherî olma ve geceleri ihyâ etmeye; hikmeti, az yiyip az içme ve az uyumaya; müstağnî ve onurlu yaşamayı da kanaate bağlamıştır. Bu esaslara binaen, Hakk’a kul olanın, kula kul olması; nefsini kontrol altına alanın, zillet yaşaması; gecelerde hep Hakk’a müteveccih bulunanın, halk nezdinde hor ve hakir görülmesi; yeme, içme ve uyuma gibi hususlarda disiplinli yaşayan birinin, irfan ve hikmetten mahrum kalması; kanaatkâr olanın da Hak’tan başkasına yönelmesi.. yönelip tese’ül ve tekeffüflerle halka yüz suyu dökmesi çok görülmemiştir. Böyleleri, hemen her zaman acz u fakr, şevk u şükür kanatlarıyla şahlanmış ve hep Hakk’a müteveccih yaşamışlardır. (Kanaat, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

HEYBET HAYASI:

... hayatlarını kendi arzu ve isteklerinden tecerrüd ufkunda seyahatle sürdüren ruh ve kalb insanlarının her zaman duyup hissettikleri “heybet” hayâsı.. (Haya, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[22]  A’râf sûresi, 7/143.

[23]  Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/173.

[24]  Tirmizî, zühd 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/173.

[25]  Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb 2/74; es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî 2/175.

[26]  Tirmizî, fezâilü’l-cihâd 8; Nesâî, cihâd 8; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/505.

[27]  Mü’minûn sûresi, 23/60.

[28]  Tirmizî, tefsîru sûre (23) 4; İbn Mâce, zühd 20.

[29] HEYBET-HAŞYET DOLU İNSAN İHTİYACI:

Bugün bizde de akıl var, mantık var; ilim, fen ve teknoloji açısından eskilerden çok daha ileriyiz; fakat eskilerin taşıdığı yürek yok bizde. “Kalbin her atışında Allah’ın duyulması ve o duyuşun bizim çehremize aksetmesi” nimetinden mahrumuz. Oysa kalb atışlarımız, tıpkı bir saatın iç hareketi ve çalışmasının dışarıya aksetmesi, akrep ve yelkovanın sâlise, sâniye ve dakikayı “Burada bir takvim işliyor” diyerek göstermesi gibi dışa aksetmeliydi. Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir; gönlüdür... Latîfe-i Rabbâniyesidir; sırrıdır; hafîsi, ahfâsı ve iç derinlikleridir... Bunlar dışa aksedince, saatin iç dinamiklerinin akrebi ve yelkovanı harekete geçirdiği gibi kendilerini hissettirir. İşte, İslâm dünyasının eksiği, ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir. İtiraf etmeliyim ki, bunların hepsinin kendilerine göre birer tesiri vardır; fakat müessir diyebileceğim ölçüde -“diyebileceğim ölçüde” diyorum çünkü hakikî müessir Allah’tır- tesirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir, engin bir gönül dünyasının oturuşa kalkışa, yürüyüşe duruşa yön vermesidir... Bizim eksiğimiz, mü’mince görüntüdür.Günümüzde bir Sadreddin Konevî yok; bir Mevlânâ yok; Nakşibendi Hazretleri, Hasan Şâzelî, Ahmed Bedevî, İmam-ı Rabbâni, Mevlânâ Halid ve bir Bediüzzaman yok... Yok... Yok... Dolayısıyla mânevî heybet ve ağırlığı olan büyüklerin insibağından mahrum yaşıyoruz. Genelde, kendi değerlerimize karşı bir kopukluk içindeyiz. “Kopuk”u, Türkçede kullandığımız mânâda da ele alabilirsiniz. Umumiyetle, bir kopukluk yaşanıyor. Şirazesi kopmuş kitap sayfalarının, bağı kopmuş tesbih tanelerinin dağınık hali gibi bir kopukluk... Merkeze sımsıkı tutunmamız, ile’l-merkez gücü kendi lehimizde kullanmamız gerektiği yerde, ani’l-merkez bir hareket görüntüsünde bir kopukluk yaşıyoruz; kendi özümüzden kaçıyoruz. Tabii ki, bu kaçış dışa da aynen aksediyor. (Sohbet-i Canan)

[30]  Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/21; el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.128.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 10/09/2020