Bir Bilim Olarak Tasavvuf





Author: Prof.Dr. Abdülhakim YÜCE - min read. - Post Date: 06/13/2020
Clap

İslâm kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda bu ayırıcı vasıf, şüphesiz ilimdir. İslâm bir ilim dinidir ve meydana getirdiği medeniyet ilim medeniyetidir.

 

Kültür ve medeniyetlere bariz vasıflarını kazandıran ve bu yolla bir kültürü başka bir kültürden ayırmamıza yardımcı olan birtakım temel unsurlar vardır. İslam kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda bu ayırıcı vasıf, şüphesiz ilimdir. İslam bir ilim dinidir ve meydana getirdiği medeniyet ilim medeniyetidir. Özellikle klasik dönem (XIII. yüzyılın sonuna kadar) için bu geçerli ve doğrudur.

Şüphesiz ilim her medeniyette vardır ve her medeniyet için önemlidir. Ama bu medeniyetlerde ilim, bütün boyutlarıyla hayatın bütün derin noktalarına nüfûz etmiş görünmüyor. Oysa İslam'da el yıkamadan, ölmeye varıncaya kadar, her şey, bir ilim ve kitap meselesi hâline gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim, peygamberlere ve onlar vasıtasıyla bütün insanlığa ilim, kitap ve hikmetin öğretildiğinden sık sık bahsederek, vahiy müessesesinin İlahî bir mektep olduğu hakikatını hatırlatır. İlim kelimesi ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur'ân'da yaklaşık 750 yerde geçmektedir. Çoğu kez epistemolojik bir anlam ifade eden hikmet, kitap gibi kelimeler; anlama, farkında olma, akl etme vs. gibi terimler (ve bunlardan türeyen yüzlerce isim, sıfat ve fiil), yukarıda verilen sayının dışında kalmaktadır. Bir de kelimelerin zıtları düşünülürse, Kur'ân'ın epistemolojik terimler örgüsünün genişliği ortaya çıkar.

İşte İslam medeniyetini bir ilim medeniyeti hâline getiren baş faktör, Kur'ân'ın ilime verdiği bu değerdir. Bu görüş doğru ve tam olarak anlaşıldığı sürece Müslümanlar, insanlık tarihinin medenîleştirici gücü olmuşlar, yanlış ve eksik anlaşıldığı zaman ise, Müslüman'ın fikir ve fiili darmadağınık, hayatı ise alt üst olmuştur.

Kur'ân'ın ilim ve hikmet telakkisi, ilk tatbik sahasını elbette ki, Hz. Peygamberin hayatında bulmuştur. Müslümanlar bu Yüce insanın zuhurundan önceki dönemi cahiliye devri olarak vasıflandırmakla, Kur'ân'ın beşer tarihinde başlattığı yeni döneme de adını vermiş oluyorlardı. İlim ve hikmetle gerçekleştirilmiş Saadet Asrı'nın kurucusu Hz. Peygamberin ilim telakkisini görebilmek için, elimizdeki hadis külliyatına bir göz atmak kafidir. Başta kütüb-ü sitte olmak üzere, hemen her hadis mecmuasında yer alan müstakil kitabu'l ilimler (ilim bölümleri) vardır.

Yine hemen bütün kelâm kitapları, epistemoloji konusunu, yani bilginin kaynağı ve değeri problemini ön planda tutmakta ve bütün kelâmî meseleleri epistemolojik bir zeminde tartışmaktadır.

Eğer tasavvufu bir tek kelime ile anlatmaya çalışmak durumunda kalsaydık, ilim kelimesinin çok kere eş anlamlısı olan marifet kelimesini kullanırdık. Muamelat sahasında ilmin yer ve önemini görmek için bu sahanın disiplinli bir etüdü demek olan fıkıh kelimesinin Tabiûn devrinden itibaren kazandığı anlamı hatırlamak yeterlidir. Felsefe ise, Müslüman filozofların gözünde bir ilmu'l- ulûmdur (ilimlerin ilmi); yani bilgi objesi olma vasfını kazanmış her şeyin bütünlük içinde ele alındığı bir sahadır.

Bu söylediklerimiz, ilim kavramı ile ilgili -tabir yerinede ise- coğrafyanın kaba çizgilerinden sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Ama bu bile İslam medeniyeti bir ilim medeniyetidir hükmünün teyidi için yeterlidir. Bilmiyorum ki, yeryüzünde, ilim talebini, dinin merkezî kategorisi olan farz terimiyle (ama farz-ı 'ayn, ama farz-ı kifaye) açıklayan başka bir kültür var mıdır? 1

İşte ilme bu derece önem veren İslam medeniyeti, Mekke ve Medine'de doğup dört bir yana yayıldı. Önceleri yakın çevredeki düşüncelerle ilgilenmeye başladı, giderek âleme bütünüyle yöneldi. Burada çıkış noktası daima, Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünneti oldu. Bu iki kaynak üzerinde düşünüldü ve hakikat, öncelikle onlardan çıkarılmaya çalışıldı.

Dolayısıyla İslam düşünce/ilim hayatı, Kur'ân'ın anlaşılıp yorumlanması gayretinden başka bir şey değildir demek mümkündür. Nitekim, ondaki amelî hükümler Fıkıh ve Hukuk, onun metafiziği belirleyen İlahî bir kitap olarak anlaşılmasından Kelâm ve bir dereceye kadar Felsefe, İlahî bir lisan olarak anlamaktan Dil ve Tefsir ve nihayet uhrevî bir kaynak diye değerlendirilmesinden zühd, ahlak ilmi ve Tasavvufun doğduğunu; keza sünnetin bir bütün olarak ortaya konması çabalarından Hadisin ilminin doğduğunu ve yine İslam dünyasında talî derecedeki görüş, ilim ve sanatların, başka kültür ve düşüncelerin kendisine uygun gelen katkılarını da alarak, bu asılların dallanıp budaklanmasından oluştuğunu söylemek mümkündür.

Konumuz olan tasavvufun, diğer İslamî ilimler gibi, ilmî bir disiplin olup olmadığını tartışmadan önce, ilmin ne olduğu konusuna değinmek gerekir.

 

İlim Nedir?

Bir çok İslâm âlimi, hem ilmi tarif etmiş hem de ilim tasnifleri yapmıştır. Değişik ilimlerle olan yakın irtibatından ötürü, Gazalî'nin ilmi nasıl tarif ettiğine bakmak istiyoruz. Gazalî, kendinden önce, özellikle kelâmcıların yaptığı ilim tariflerini ele alarak tahlil eder ve tenkitlerini sıralar.

Görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür: "İlim, marifettir" şeklinde yaygın olan tarif, lafzî bir tariftir. Burada ilim, aynı anlamda başka bir terimle tarif edilmiştir. "İlim, malumu olduğu gibi bilmektir" tarifinde ise, sözü uzatma, tekrar ve gereksiz sözler vardır. "İlim, kendisiyle bilinen ve insanın onunla alim olduğu şeydir" şeklinde yapılan tarif de gayeyi tam anlatamamaktadır. "İlim, öyle bir şeydir ki, onunla muttasıf olan, yaptığı şeylerden emin olur" tarifinde her ne kadar ilmin gerektirdiği şartlardan biri varsa da yeterli değildir. "İlim, bir şeye olduğu gibi inanmaktır" şeklindeki tarifte, anlamı çok geniş olan ilim özelleştirilmiş ve ilimle inanç bir birine karıştırılmıştır. 2

Kendinden önce yapılan ilim tariflerini bu şekilde bir tenkide tabi tuttuktan sonra kendi görüşünü ortaya koyan Gazalî, ilmin müşterek bir isim olduğunu ve çok çeşitli şekillerde tarif edilebileceğini, bu sebeple tam ve kesin bir ilim tarifinin güç olduğunu söyler. Bu güçlüğe rağmen kısaca, "Aklın, eşyanın hakikatını ve şekillerini alması" daha kısa bir ifadeyle "Eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak" şeklinde bir tarifi olabileceğini belirtir. 3

Günümüzde yapılan ilim tarifleri de Gazalî'nin tarifinden pek farklı sayılmaz. Bir tanesini vermekle yetiniyoruz: "İlim, insan ruhunun tek başına veya bir bütün olarak eşyanın hakikatını ve çeşitlerini, niteliği, niceliği, mahiyeti, cevheri ve özüyle, maddeden mücerret olarak tasavvur etmesinin neticesinde, hafızalarda ve değişik yerlerde kaydedilen şeydir. Bir başka açıdan ilim, kainatta tecelli edegelen nizam ve İlâhî isimlerin ayineleri olarak, değişik şekillerde tecelli eden şeylerin birbiriyle olan münasebetlerini idrakten ve bu idraklerin tasnifi ve bir araya getirilmesinden ibarettir." 4

Bu şekilde tarif edilen ilmin, İslam âlimleri tarafından yapılan çeşitli tasnifleri bulunmaktadır. Bu tasnif bir hiyerarşiye dayanır ve bu sıra yüz yıllarca Müslümanların eğitim düzeninin temelini oluşturmuş, çerçevesini çizmiştir. İlimlerin birliği bu süre boyunca, başta gelen en önemli ilke olmuş, değişik ilimler bu ilkelerin ışığında öğretilmiştir. Bu ilkeden hareketle, bütün ilimler aynı ağacın dalları gibi düşünülmüş, her dalın, ağacın yapısıyla uyum içinde, kendi yapraklarını yeşertip kendi meyvelerini olgunlaştıracağı kabul edilmiştir. Bir ağaç dalı nasıl sonsuza kadar büyüyemezse, bir ilim dalı da belirli bir sınırı aşmaya çalışmamalıdır. Orta çağ Müslüman müellifleri, belirli bir bilgi dalını, kendi sınırlarını aşması için zorlamayı, böylece eşyadaki uyumu ve orantıyı bozmayı, faydasız ve hatta meşru olmayan bir etkinlik saymışlardır. Müslüman ilim adamları, ilimler arasındaki orantıyı ve sırayı korumanın aracı olarak gördükleri sınıflandırmayı işte bu yüzden önemsemişlerdir. Bu yolla her ilim dalının bir bütün olarak bilgi şemasındaki yeri ve hedefi sürekli göz önünde tutulmuştur.

Müslümanlar arasında ilimleri sınıflandırma girişimleri daha üçüncü/dokuzuncu yüz yılda Kindî ile başlamış, o tarihten itibaren artarak sürmüştür. Farâbî, İbn Sina, İhvan-ı Safa, Gazalî, Razî, İbn Hâldun başta olmak üzere, bir çok ilim adamı eserlerinde, ilimleri sınıflandırmaya yer vermişlerdir. Çeşitli ilimler geliştikçe, ilimlerin sınıflandırılması ve ilimlerin tek tek tanımlanması için ayrıca eserler yazma geleneği de hız kazanmıştır. Razî, daha altınca asırda, altmış ilmi ele alarak tanımlamıştır. Daha sonra Taşköprüzade'nin Miftahu's- saade ve Misbahu's- Siyade'si (ki, oğlu Kemaleddin Efendi tarafından, Mevzuâtu'l- Ulûm adıyla tercüme edilmiştir), Katip Çelebî'nin Keşfu'z- Zunûn'u ve İbn Hâldun'un Mukaddimesi ile ilimlerin tanım ve sınıflandırılması âdeta zirveleşmiştir. Yapılan ilk sınıflandırmalarda bulunmasa bile, çok geçmeden Tasavvufun da bir İslamî ilim olduğu belirtilmiştir. Nitekim hicrî beşinci asırda yaşayan Gazalî, Munkiz'inde bu ilim ve metodundan övücü bir şekilde söz eder.5

Tasavvuf ilmi, yapısı gereği uzun süre gizli kalmış, ayrıca ilk dönemlerde, nisbeten fıkıh içinde veya ahlak ve zühd adıyla ele alınmıştır. Bundan ötürü, yapılan ilk ilim tasniflerinde tasavvuf adıyla şayet yer almamışsa, bu durum garipsenmemelidir.

 

İslâmî İlimlerin Ortaya Çıkışı

Bilindiği gibi, İslam'ın ilk dönemlerinde şer'î hükümler nesilden nesile aktarılarak öğreniliyordu. Bu noktada itikad, ibadet ve muamelat arasında fark yoktu. Ancak çok geçmeden Müslümanlar dinî konuları tartışmaya ve ilim hâlinde öğretmeye başladılar. İlmî usûllere göre araştırmalar yapıp bunları kitaplara geçirdiler. İlk ele alınan konular şer'î meseleler yani fıkıh ilminin konusu olan hususlar oldu.6 Öyle ki, bir çok Müslüman bu ilimle uğraşmayı en önemli dinî vecibelerden saymaya başladı. Bu yaklaşım tarzı, neticede içtihadın zirveleşmesinin başlıca nedeni oldu. Fıkıh kavramının ilk dönemlerde, kelam ve ilahiyat konularını da kapsayacak bir anlamda kullanıldığını unutmamak gerekir. Nitekim İmam-ı Azamın el-Fıkhu'l-Ekber adlı eseri itikadî konuları işlemektedir.

Hadis ilmi de H. III. asrın sonunda bütün konularıyla teşekkül etmişti. Her ne kadar bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet gecikmişse de, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadis imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tabi olmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin oldukça erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir. Zaten en mükemmel hadis mecmualarının altın çağ diye tavsif edilen üçüncü asırda tasnif edilmesi de, bunun bir başka delilini teşkil eder. Zira, bir ilmin usûl ve kaideleri belirlenmeden o usûl ve kaidelere uygun mükemmel eserler tasnif edilmesi, mümkün değildir. 7

Tefsir ve tasavvuf gibi, diğer İslâmî ilimlerin gelişimi için de benzer ifadeler kullanmak mümkündür. 8

 

Tasavvuf İlminin Ortaya Çıkışı

İbn Hâldun (808/1405), tasavvuf ilminin çıkış ve gelişimi konusunda şunları söyler: "Bu ilim İslâm'da sonradan ortaya çıkan şer'î ilimlerdendir. Aslı şudur: Sûfîlerce tutulan yol, bir hidayet ve hak yol olmak üzere, öteden beri ümmetin selefleri ve büyükleri olan sahabe, tabiûn ve bunlardan sonra gelenler tarafından takip edile gelmişti. İbadet üzerinde önemle durmak (masivadan alakayı kesip) bütünüyle Allah'a yönelmek, dünyanın âlâyiş ve ziynetinden yüz çevirmek, hâlk çoğunluğunun yöneldiği (maddî) zevk, mal ve mevki hususunda isteksiz (zahid) olmak, hâlktan ayrılarak ibadet için hâlvete çekilmek vs. bu yolun esasını teşkil etmekte idi. Sahabe ve selefte umumî olan hâl, bu idi.

Zühd mezhebini (yolunu) benimsemek, hâlktan ayrılmak (hâlvet) ve kendini ibadete vermek söz konusu zümrenin özelliği olunca, bir takım vecd hâllerini idrak etmek de onların husûsiyeti hâline geldi. Yaptıkları bütün işlerin ve adım adım aştıkları makamların kökü, itaat ve ihlastır. (Yani iman, ibadet ve ihlasın sonucu ve meyvesi olmak üzere bir takım manevî hâller ve vasıflar hasıl olur.)

İlimler tedvin edildiği ve alimler fıkıh, fıkıh usûlü, kelam, tefsir ve diğer konulara dair eserler yazdıkları zaman bu yolun ehli olan zevat da kendi tariklerine (yollarına) ait eserler yazdılar... Bu sûretle tasavvuf, İslam'da müdevven bir ilim (sistematik bir disiplin) hâline geldi. Hâlbuki, daha evvel sadece bir ibadet (ve amel) yolu olup ona dair olan hükümler, bu yolun adamlarından sözlü olarak alınıyordu. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usûlü vb. yazı ile tesbit edilerek tedvin edilen diğer ilimlerde de bu durum söz konusu olmuştur.

II/VIII. Asır ve sonrasında dünyaya yönelme yaygınlaşıp hâlk dünyaya dalınca, (bu konuda çekingen davranıp) kendilerini ibadete verenlere sûfî ve mutasavvıf ismi verildi.

 

Tasavvuf İlminin Kapsamı Ve Bölümleri

Kısa zamanda diğer İslamî ilimler gibi konusu, metodu, önderleri, kitapları ve mektepleri olan, kısacası bağımsız bir disiplin hâline gelen tasavvuf, pratik (amelî) ve teorik (nazarî) olmak üzere iki temel bölüme ayrılır. Ancak bu iki yön iç içe girmiş bir birlik arz ederler. Tasavvufun pratiği (amelî yönü) ilimsiz, ilmi de amelsiz olmaz ve elde edilemez. Aslında ilmin kendisi amel etmeye işaret eder; ilim ve amel birbirini gerektirir.9 Cüneyd-i Bağdadî (297/909), "eğitim sırasında ilimle amel edilmezse bereketi kaçar gider," der.10 Zahid ve sûfîler, ilimle amel etmenin doğuracağı bu bereketle, bilmediklerine ulaşmayı umarlar. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediğine varis kılar."11

Diğer bir rivayet de şöyledir: "Allah için kırk gün ihlasla ibadet eden hiç bir kul yoktur ki, hikmet kaynakları kalbinden diline çıkmasın."12 Aynı konuda İbn Sâdân şöyle der: "Rivayet ilmiyle amel eden dirayet ilmine varis olur. Dirayet ilmiyle amel eden ri'ayet ilmine varis olur. Riayet ilmiyle amel eden de hak yoluna hidayet edilir." 13 Bu şekilde ilham ve mükâşefe ile ortaya çıkan bilginin kaynağına da işaret edilmek istenir. Bu ilim, ibadet ve riyazetle ruhun tasfiyesi sonucu Allah'ın verdiği bir ilimdir.

Taşköprüzade, meşhur eseri Miftahu's- Sa'ade'nin üçüncü cildini bütünüyle hudûrî [huzûrî] adını verdiği, genellikle tasavvufa konu olabilecek ilimlere ayırmıştır. Girişinde şu sözlere yer vermektedir: "Bu ilmi elde etmenin yolu tasfiyedir. Tasfiye yolu ikiye ayrılır:

1.Nefsi, riyazet ve mücahede ile alışkanlıklarından alıkoyarak gidilen yol ki, bu yolla elde edilen ilme ilm-i batın denir.

2.Ruhun, tasfiyeden sonra, kudsî ruh alemine olan aşkından ötürü, ona müşahede ve tahakkuk yoluyla bir ilim hasıl olur ki, buna da mükâşefe ilmi denir.

Bu iki ilim arasındaki fark ancak bir misalle anlaşılabilir. Batınî ilim, cilalanmış bir aynaya, karşısında bulunan bir ışık kaynağından ışığın yansımasına benzer. Mükâşefe ilmi ise, ışık kaynağını da taşıyan cilalanmış bir aynaya benzer. Böylece ışığın kaynağına varmış olur. İkinci ilmin, birinci ilmin semeresi olduğunu da belirtmeliyiz. 14

Dolayısıyla tasavvufun ilim yönünü de ikiye ayırmak gerekir: 1.Tasavvufa has olan ve onun metotlarıyla elde edilen mükâşefe ve marifet, 2. Diğer İslamî ilimlerle aynı özellikleri taşıyan kalb fıkhı, batın fıkhı15 (fıkh-ı batın) veya tasavvufî ilim. Biz bu çalışmamızda, diğer İslamî ilimlerle aynı özellikleri taşıyan ve bir yönüyle aynı metotlarla tahsil edilen tasavvuf ilminden söz etmek istiyoruz.

 

Tasavvuf İlmi veya Batın Fıkhı

Nasıl ki, fıkıh alimleri Kur'ân ve Hadis'ten yararlanarak konularıyla ilgili usûl ve kitaplar yazdılarsa, tasavvuf ehli da kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırarak kitaplar ve yollar oluşturdular. Neticede özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmi sistemleşti ve bu konuda bir çok kitap yazıldı.16 Said Havva, tasavvuf ilminin doğuş nedenini şöyle açıklar: "Bütün ilimler gibi, tasavvuf ilminin de doğuş sırrı şudur: Kur'ân ve Sünneti okurken kalp, iman, zevk, takva, nefis, tezkiye vb. anlamlardan çokça söz edildiğini görmekteyiz. İslam alimlerinin bu anlamlarla ilgisi bulunan şeyleri özel bir kitapta tescil ederek zaptetmeleri olağan bir şeydir. Yine bu anlamların keyfiyetleriyle ilgisi bulunan her şeyi kapsayan özel bir ilmin bunun neticesi olarak gelişmesi de en makul olanıdır. O hâlde tuhaf olan bu ilmin bulunması değil, bulunmamasıdır. Zira İslam alimleri her alanda eserler yazmış, benzer şeyleri birbirine eklemiş, şerh ve tafsil etmiş ve konu ile ilgisi bulunan her soruya cevap vermeye gayret etmişlerdir. Tasavvuf ilmi de bu şekilde doğdu ve gelişti. Müntesip olmayan kimselerden gördüğü muhâlefet, hakkını verenle vermeyen, benimseyenle benimsemeyenlerin hakkında yazı yazmaları gibi her ilmin başına gelen bu ilmin de başına gelmiştir. Ama her şeye rağmen tasavvuf ilmi var olmuş, uzmanları yetişmiş, alıcıları bulunmuş ve pazarı da kurulmuştur. Durum bu şekilde olunca, ekollerinin bulunması, üzerinde tartışmaların olması, ek ve tamamlayıcı mahiyette şeylerin ortaya çıkması gayet normaldir. Ama öğrenmek, bilmek ve tanımak isteyen için en kısa yol, bu ilmi kendi kitaplarından okuması ve onu kaynaklarından almasıdır. 17

 

Tasavvuf, marifet konusunu da ele aldığından, bu noktada kelâm ilmine yakındır. Çünkü, metodu ayrı bile olsa, kelâm ilmi gibi, Allah'ı, sıfatlarını, melekleri, vb. itikadî konuları ele alır.18 İncelemeye çalıştığımız yönü itibariyle de fıkıh ilmine yakındır. Onun için biz de, daha çok fıkıh ilmi ile kıyaslayarak, konuyu aydınlatmaya çalışacağız.

Fıkıh, şer'î-amelî hükümleri, tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki kısımdan ibarettir:

1.Şer'î amelî hükümleri bilmek. Dolayısıyla, Allah'ın birliğini, peygamberlerin gönderilişini ve Allah'tan aldıklarını tebliğ etmeleri gerektiğini, ahiret günü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadî hükümler, fıkhın ıstılahî anlamına dahil değildir.

2.Her hükmün tafsilî delillerini bilmek. Meselâ, "içkinin azı da haramdır çoğu da haramdır" deyince buna dair kitap ve (sünnetten) bir delil zikretmek gerekir. Demek ki, fıkıh ilminin konusu, helal, haram, mekruh ve vacip olma yönünden insanların işlerine (ef'al) ait hükümler ve bunların dayandığı konulardır. 19

Fıkhın temel kaynakları Kur'ân ve Sünnettir. Bu iki kaynakta yer alan ve mükelleflerin fiillerine terettüp eden hususları tesbit edip gerekli incelemeleri yapmanın, fıkıh ilminin konusu olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, fıkıh ilminin söz konusu ettiği amellerin zâhirî hükümlerinin yanı sıra, bu zâhirî hükümlerden daha az önemli olmayan bir de batınî, kalb ve niyete ait yönleri vardır ki, fıkıh ilmi bunlarla pek ilgilenmez.20 İşte bu noktada tasavvuf devreye girmekte ve zahirî fıkhın yanı başında, batınî fıkıh adıyla yer almaktadır.22

Meselâ, namazın huşu ve ihlasla, riyadan uzak bir şekilde kılınması bir batınî farzdır ve önemi zâhirî farzlardan geri değildir. Çünkü, "Namaz her türlü kötülükten alı koyar" (Ankebût, 29/45) ayetinin sırrının tecelli etmesi, namazın zahirî farzlardan başka batınî farzlarının da yerine getirilmesine bağlıdır. Nitekim, "Namazlarını huşu ile kılan mü'minler kurtuluşa erdi." (Mü'minûn, 23/1-2) ayeti buna işaret etmektedir.

Zekâtın bizzat kendisi temizlemek anlamındadır. Hem malı hem de sahibindeki cimrilik duygusunu silmektedir. Cihad konusunda ise, Allah'ın "Nefislerinizle cihad ediniz" (Tevbe, 9/41) nevinden ayetleri, bizzat canlarınızla cihada katılınız anlamına olduğu gibi, "Nefislerinize karşı da cihad ediniz," şeklinde de düşünülebilir. Çünkü nefsine karşı koyma engelini aşamayan, yani kendisiyle kavgasını bitiremeyen kimse, cihada katılamaz. Bu yüzden mutasavvıflar, nefs ile cihadı, mücahedenin bir parçası saymışlardır. Diğer ibadetlerde de bu tür yaklaşım ve batınî şartlar söz konusudur. Bu noktada fıkıh ilmini tamamlayan disiplin şüphesiz tasavvuftur.

Ancak onun görevi bununla kalmamaktadır. İhlası öğretmek ve yolunu göstermek gibi fıkıh ilminin söz konusu etmediği konuları da ele almaktadır. Aslında fıkıh ilmine bağlılık kabiliyetini geliştiren de bu ilimdir. Onun için mürşitler ahkâmda fanî olmaktan söz etmektedirler. Nitekim Cenab-ı Hakk'ı tam tanıma zevkinin neticesi, O'nun koyduğu hükümlere tam bağlılıktır. 23

Nedvî de konuyu şöyle dile getiriyor: "Kur'ân ve hadisten istifadeyle bize aktarılan şeyler iki kısma ayrılır:

Biri, heyet ve ef'alden, daha açığı duyulara hitap eden iş ve hareketlerden ibarettir. Namazdaki hâl ve hareketler, bir çok ahkâm ve menâsik bunlardandır. Bunları rivayet ve tedvin yönünden hadis, istinbat ve istihraç yönünden de fıkıh tekeffül etmiştir. Mühaddis ve fakihler bu işi gereğine uygun yerine getirmişlerdir.

İkinci kısım ise, yukarıdaki fiil ve hey'etlerin edası sırasında onlarla beraber bulunması icap eden bir takım batınî keyfiyetlerdir. Hz. Peygamber bunlara, kıyamda ve kuudda, dua ve zikir hâlinde, emredici ve nehyedici durumunda, evinin içinde ve cihad meydanında devamlı uymuştur. Bunlar ihlas, sabır, tevekkül, zühd, gönül zenginliği, sahavet, huşu', tazarru, ahireti dünyaya tercih, edep ve haya, duada hissedilen derûnî samimiyet, likaullaha duyulan şevk vb. keyfiyetlerdir. Bunlar imanî ahlak ve batınî keyfiyettendir. 24

Bu unvan kapsamına, müstakil bir ilim, başlı başına bir fıkıh olabilecek bir çok adap ve erkan, cüz'î ve tafsilî hüküm girmektedir. Eğer birinci kısmının şerh, izah ve tafsilatını ve buna delalet eden tahsil yollarını tekeffül eden ilme zahirî fıkıh denirse, bu batınî keyfiyetin şerhini ve ona ulaşan yolları gösteren ilme de batınî fıkıh denilmelidir."

Hasan-ı Basrî (110/729) şöyle der: "İlim ikidir. Biri kalptedir, işte bu faydalı ilimdir. Biri lisan üzerindedir. Bu ademoğluna karşı Allah'ın hüccetidir." Bu taksimat Ebu Yezid el-Bistamî'de şu şekli alacaktır: "İlim ikidir. Zahir ilim, batın ilim. Zahir ilim, Allah'ın mahlukatı üzerindeki (aleyhindeki) hüccetidir. Batın ilim ise, işte o faydalı ilimdir."26 H.303'te vefat eden Bağdatlı Ruveym, bu ayırımı aynen aktararak, tasavvufun özüne işaret etmiştir.27 Hasana-ı Basrî'nin fakih tarifi de dikkat çekicidir: "Fakih dediğin, dünyaya karşı isteksiz, ahiret hususunda arzulu, dinin emrine itina gösteren, Rabb'inin ibadetine devamdan geri kalmayan kimsedir." 28 Muhasibî (243/867) ise şu görüşü beyan ediyor: "Allah'tan kork ve fetvaları bilmekle ilim iddiasında bulunma. Çünkü ilim, ancak ilim billahtır (Allah'ı bilmektir)."29

Batınî fıkıh üzerinde hassasiyetle duran tasavvuf ehlinden, bir ikisinin düşüncelerini, özetleyerek kaydetmek istiyoruz

Serrac (378/988): Tasavvuf ehlinin nazarında fıkıh, hem zahirî hem de batınî ilmi ihtiva eder. Ancak hâl ve makamlardan söz eden fıkıh, boşama ve kısastan söz eden fıkıhtan daha az önemli değildir. "Çünkü" diyor Serrac, "zâhirî hükümlere çok nadir ihtiyaç olmaktadır. Böyle bir ihtiyaç anında da her hangi bir fakih taklit edilerek mesele hâlledilir. Fakat, hâl makam, mücahede, tezkiye ve benzeri hususlara her mü'min her zaman muhtaçtır; herkesin bunları bilmesi icap etmektedir. Doğruluk, ihlas, zikir, gafletten uzak durmak vb. hususlar bunlardandır. Nefis hâllerini bilmek herkese farz-ı ayındır. Gerçek fıkıh da budur. Ancak, bid'atlara ve yanlışlıklara düşmemek için fıkıhçılara da muhtacız." 30

Gazalî (505/1111): "Evladım! Sana söyleyeceğim şu sözlere dikkat et! "Bir hafta sonra padişah seni ziyarete gelecek" denilse, eminim, o andan itibaren, sadece padişahın gözüne çarpacak, üst baş, evin sergileri vb. her yer ve her şeyi, yapabildiğin en güzel şekliyle düzeltmekle uğraşırsın. Sen anlayışlı bir insan olduğun için, az söz yeterlidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Allah, dış görünüş ve işlerinize değil, kalp ve niyetlerinize bakar" 31 Eğer bu konuları ele alan kalp ilimlerini öğrenmek istiyorsan İhya ve benzeri kitaplarıma bak. Bu ilim farz-ı ayındır. Diğerleri ise farz-ı kifayedir." 32

Gazalî, kendi döneminde bu ilmin ihmal edildiğinden de şöyle yakınıyor: "Amellerin afetlerini bilip araştıran gerçek fıkıh ilmi, bu asırlarda yok olmuştur. İnsanlar bu amelleri ve bu ilmi terk etti ve insanların, davalarda aralarını bulmak için bir ilim ortaya koydu ve buna fıkıh adını verdiler de din fıkhını ilimlerinin arasından çıkardılar. Aslında, huzur içinde din fıkhıyla meşgul olabilmek için kurulan, dünya fıkhıyla uğraştılar da din fıkhını attılar. Böylece dünya fıkhı din fıkhının yerini alıverdi. (Araç, amacın yerine geçti)" 33

Bu tür yakınmalar bir çok tasavvuf aliminde görülmektedir. Onların nazarında fıkıhçılar, dinî ahkamı, şekillerden ibaret, ruhsuz hareketlere çevirmişlerdir. Bu hareketler her ne kadar aklı doyuruyorsa da, insanın bir çok manevî lâtifesine hitap etmemektedir. Dolayısıyla dış organlara hitap eden bu şekil ve hareketlerin, kalp ve diğer latifelere hitap edecek şekilde batınî bir değerlendirmeye tabi tutulmaları icap etmektedir. 34

Birgivî (981/1573): Bil ki, şer'î hükümler iki kısma ayrılır: 1.Zahirle ilgili olanlar, 2.Batın, yani kalple ilgili olanlar. Bunların da her birisi, yapılması gerekenler ve terk edilmesi gerekenler şeklinde ikiye ayrılıyor. Bu duruma göre şer'î hükümler dörde ayrılmış oluyor: 1.Zahirî emirleri yerine getirmekle ilgili hükümler, 2.Zahirî nehiylerden kaçınmakla ilgili hükümler, 3.Tevbe, havf, şükür gibi, batınî (kalbî) emirlerle ilgili hükümler, 4.Riya, kibir, ucup gibi, batınî (kalbî) nehiylerle ilgili hükümler.

Bu hükümlerin tümünün gerekliliği (vücubiyyeti) şer'î delillerle sabittir. Kim, bu dört hükümden birine muhâlefet ederse, Allah'a isyan etmiş ve azabı hak etmiştir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir." (En'am, 6/120)" 35

Said Havva: "Şüphesiz, nefis tezkiyesi tasavvufun ana meselelerindendir. Hatta bu ilmin neredeyse bir sembolü hâline gelmiştir. Ne var ki, mutasavvıflar zümresi dışında bu mesele hemen hemen ihmal edilmiş gibidir. Oysa, peygamberlerin gönderilmelerinin temel gayelerinden biri de, nefis tezkiyesidir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik." (Bakara, 2/151) Bu nefis tezkiyesi bir müzekkiye (tezkiye edene) muhtaçtır. Sahibi tarafından da mücahedeye ihtiyaç gösterir. Bu da ilim gerektirir. Nefsin kemâlât ve noksanlıklarını, bu kemâlâtları gerçekleştirmenin ve noksanlıklardan kurtulmanın yollarını bilmeyi gerektirir. Bütün bunlar tasavvuf ilminin ana meseleleridir." 36

Kısacası dinin belirli emirlerini yerine getirmek, yasakladığı şeylerden uzak durmak, elbette, inanılan dinden zevk ve ilham almanın ilk ve kaçınılmaz şartıdır. Ancak, bununla yetinmek kitlenin ve sistemin selametine kafi gelse de insanın ruhî derinliklerinden fışkıran ulvî arzuları doyurmaya yetmez. Kuralların genel çerçevesinin ötesinde ruhun esas olarak temas edeceği bir alan vardır. Nihaî maksad o alana rapt olmaktır. Kur'ân bu inceliğe sık sık dikkat çeker. Mesela, yukarıda değinildiği gibi, namazın belli bedenî kuralları yanında, üzerinde titizlikle durulan bir ciheti daha vardır: Huşu'.. Huşu', bir iç hadisesidir. Kalıbı, kıyafeti, tarifi yoktur; yaşanır. Kur'ân'da buna benzer pek çok kelime bulunmaktadır. Tatahhur, tezkiye, ihsân, tezekki vs. Peki bu ifadeler nasıl meyvelendirilecektir? Bu noktada aleladeliği aşan ince bir terbiyenin gereği ortaya çıkar. 37

Çağdaş alimlerden Zühaylî, "fıkıhta, diyaneten böyledir denilen hususları, tasavvuf inceler" demektedir. 38

Aktarılan bilgilerden şu neticeyi çıkarmak mümkündür: Mükelleflerin fiillerine terettüp eden hükümleri konu edinen fıkıh ilmi iki bölüme ayrılır:

1.Bu fiillerin zahirî yönlerine ait hükümleri konu edinen ve fıkıh denilince kastedilen; tasavvuf ehlinin ise zahirî fıkıh dedikleri ilim,

2.Bu fiillerin içe, kalbe yansıyan yönlerini konu edinen ve tasavvuf ehlinin batınî/kalbî fıkıh dedikleri ilim.

Ancak şunu hemen ilave etmeliyiz: Batınî fıkıh dediğimiz ve tasavvufun bir bölümü olan ilim, sadece mükelleflerin fiillerine ait kalbî ahkamı konu edinmez. Bir de dışta yansıması olmayan, içe ait bazı hususları bulunmaktadır.

Kalbi ibadetler terk edilirse namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetler ne kadar titizlikle yapılırsa yapılsın, ruhsuz kalmaya mahkumdurlar.

Author: Prof.Dr. Abdülhakim YÜCE - min read. - Post Date: 06/13/2020