İstikamet, (Çağlayan Dergisi, Şubat 2020)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/06/2020
Clap

İstikamet; tabiat mertebesinde mükellefiyetleri yerine getirmek, benlik mertebesinde hakikat-i şeriata muttali olmak, ruh mertebesinde marifete açılmak, sır mertebesinde de ruh-u şeriatı zevk etmekten ibaret görülmüştür.

İstikametin mana ve tarifi

Doğruluk demek olan istikamet; ehl-i hakikatçe, itikatta, amelde, muamelatta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp,[1] nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin yolunda[2] yürümeye itina gösterme şeklinde yorumlanmıştır ki, إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰۤئِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ âyeti (Fussilet sûresi, 30) işte bu ölçüde Allah’ın rubûbiyetini itiraf ve O’nun birliğini tasdik edip, iman, amel ve muamelelerinde peygamberlerin yürüdüğü şehrahta yürüyenleri, ötelerde saf saf meleklerin karşılayıp, bin bir korku ve tasanın kol gezdiği o ürpertici vasatta onları müjdelerle coşturacaklarını haber veriyor.

Tabiat benlik, ruh ve sır mertebelerinde istikametin manası

İstikamet; tabiat mertebesinde[3] mükellefiyetleri yerine getirmek, benlik mertebesinde[4] hakikat-i şeriata muttali olmak, ruh mertebesinde[5] marifete açılmak, sır mertebesinde de[6] ruh-u şeriatı[7] zevk etmekten ibaret görülmüştür. Bu mertebeleri bihakkın görüp gözetmenin ne kadar güç olduğunu anlatması bakımından o en büyük Ruh ve Mânâ İnsanı’nın: “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” (Tirmizî, tefsîru sûre 56) sözü –ki فَاسْتَقِمْ كَمَۤا أُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hud sûresi, 112) âyetine işaret buyuruyorlardı– ne mânidardır!

Efendimiz’in (as) istikamete vurgusu

Zaten O’nun duygu,[8] düşünce ve davranışları da hep istikamet edalı değil miydi? Ve huzur-u ruhefzâlarına kurtuluş ve ebedî saadete eriş beklentileriyle sığınan bir sahabiye: قُلْ اٰمَنْتُ بِاللهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.” (Bkz.: Müslim, îmân 62; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/385) diyerek, iki cümlelik “cevâmiü’l-kelim” ile, bütün itikadî ve amelî esasları câmi bulunan istikameti hatırlatmıyor muydu?

İstikamet yolunun önemi ve adabı

Hâlinde istikamet olmayan hak yolcusunun bütün sa’y ü gayreti boşa gideceği gibi, israf ettiği zamandan ötürü de böyle birinin her zaman sorgulanması söz konusu olabilir.[9] Yolun başında, neticeye ulaşmak için istikamet şart ve bir yol azığıdır; sülûkün nihayetinde ise, Hakk’ı bilmenin bedeli, Hak marifetine ermenin de şükrüdür ki vacip sayılır.

İstikametin alametleri

İşin başında zikzakların yaşanmaması, yol esnasında ferdin kendini murakabesi, nihayette de O’nunla alâkalı olmayan bütün düşünce ve davranışlara karşı kapanması, istikametin önemli alâmetlerindendir..

      كَسِي دَانَم زِاَهْلِ اِسْتِقَامَتْ        كِه بَاشَدْ بَر سَرِ كُويِ هِدَايت

      بَا اَنْوَار هُوِيت جَان سُپرده        زِاُوسَـاخِ طَبِيعَت پَـاك مُرْدَه

“İstikamet erlerinden birini bilirim ki, hidayet köyünün başını tutmuş durur. Bu, hüviyet nurlarına canını ısmarlamış ve tabiat kirlerinden pak olarak ölmüştür.” diyen hak dostu ne hoş söyler!

Gerçek istikamet

Kul, her zaman istikametin talibi olmalı, keşf ü kerametin değil; zira istikameti isteyen Allah, harikulâdelere dilbeste olan da kuldur. Bizim gönül kaptırdıklarımız mı, yoksa Allah’ın istedikleri mi..?

Bâyezid-i Bistâmî’ye: “Falan kimse suda yürüyor, havada uçuyor.” dediklerinde, Hazret: “Balıklar, kurbağalar da suda yüzüyor; sinekler, kuşlar da havada uçuyor. Görseniz ki bir adam seccadesini suya sermiş yüzüyor veya havada bağdaş kurmuş oturuyor; zinhâr ona iltifat etmeyiniz! Onun hâl ve hareketlerindeki istikamete ve onların da Sünnet’e uygunluğuna bakınız!” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/40; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 2/301) buyurur.. ve bize, harikalar atmosferinde pervaz etmeyi değil, istikameti ve kulluk zemininde yüzü yerde olmayı salıklar…

İstikametin basamak, merhale ve varidatı

İstikamet, Hakk’a kurbet yolunda üç basamaklı bir merdivenin son basamağıdır. İlk menzil “takvîm”dir ki; hak yolcusu, bu mertebede İslâm’ın nazarî ve amelî bölümlerinde temrinat yapa yapa onu tabiatının bir parçası hâline getirerek, bir ölçüde nefsini aşmaya muvaffak olur. İkinci menzil “ikamet” ve “sükûn”dur ki; sâlik, âlem-i emre ait mesâvîden –ki riya, süm’a, ucub gibi kullukla telifi imkânsız yaramaz şeylerdir– uzaklaşarak, kalbini şirke ve şirk şaibelerine karşı korumaya alır. Üçüncü menzil, “istikamet”tir ki, bu makam, Hak yolundaki seyyaha sır kapılarının aralandığı makamdır ve ilâhî vâridâtın keramet ve ikram unvanıyla indiği kutup noktadır.

İstikameti taleb etme ve ardından gelen maddi manevi bereketler

Bu mânâdaki istikamet, ehl-i hak arasında bilinegeldiği şekliyle çok defa âdiyattan sıyrılarak, “yedullah” kuşağında “kadem-i sıdk”[10] üzere yaşamaktır ki, burası aynı zamanda ilâhî eltâfın sağanak sağanak olduğu bir harikalar iklimidir. Bu iklimde çiçekler hiç solmaz.. burada yamaçlar kar-kış bilmez.. ve burada hep baharlar tüllenir durur ki وَأَنْ لَوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا beyanı da bu temâdi ve ölümsüzlüğü beyan etmektedir. Zira, âyette سَقَيْنَا yerine أَسْقَيْنَا buyrulması bu gerçeğe parmak bastığı gibi, مَۤاءً غَدَقًا’nın bol su mânâsına gelmesi ve اِسْتَقَامُوا’daki س’in de talebi tazammun etmesi, burada bize bilhassa şu hususu hatırlatmaktadır: Siz tevhid üzere taleb-i ikamet, Allah ve Resûlü’yle aranızdaki ahitlere riayet ettiğiniz ve ilâhî hudutları da koruyup-kolladığınız sürece, suyu kesilmez bu çeşme hep akacaktır.

Nebi (as)sözlerinde istikametin önemi

Efendimiz de, bu hususa temas buyurarak: “Kulun kalbi müstakim olmadıkça imanı müstakim olamaz, lisanı dosdoğru olmayınca da kalbi müstakim olamaz.”[11] ferman ederler. Bir başka beyanlarında ise: “Her sabah insanoğlunun uzuvları lisana karşı: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork; zira sen müstakim olursan biz de müstakim oluruz; sen eğri-büğrü olursan biz de eğriliriz’ derler.” (Tirmizî, zühd 60; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/95) diye önemli bir mevzuu ihtarda bulunur.

Son olarak bir can alıcı hatırlatmayı da Es’ad Muhlis Paşa’dan dinleyelim:

        “İstikamette gerektir reviş-i[12] sıdk u sebat

        Kademin merkeze koy, devrede perkârın[13] ucu.”

 

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُتَّقِينَ وَاٰلِه۪ أَجْمَعِينَ


 

İSTİKAMET İLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداًۙ

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin. (Ahzab sûresi, 70)

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةًۚ اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ

(Onlar şöyle yakarırlar): "Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin." (Al-i İmran sûresi, 8)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ

"Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun." (Tevbe sûresi, 119)

 

İSTİKAMET İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER

وَعَنْ أبي عمرو، وقيل أبي عمْرة سُفْيانَ بنِ عبد الله رضي الله عنه قال: قُلْتُ: يا رسول اللهِ قُلْ لِي في الإِسلامِ قَولاً لا أَسْأَلُ عنْه أَحداً غيْركَ. قال: « قُلْ: آمَنْت باللهِ: ثُمَّ اسْتَقِمْ » رواه مسلم.

Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyân İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:

- Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim, dedim.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

- “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. (Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12)

وعنْ أبي هُريْرة رضي اللَّه عنه: قال قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « قَارِبُوا وسدِّدُوا ، واعْلَمُوا أَنَّه لَنْ ينْجُوا أحدٌ منْكُمْ بعملهِ » قَالوا : ولا أنْت يَا رسُولَ الله؟ قال : « ولا أَنَا إلا أنْ يتَغَمَّدني الله برَحْمةٍ منْه وَفضْلٍ » رواه مسلم .

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“(İşlerinizde) orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiç biriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” Dediler ki:

- Sen de mi kurtulamazsın, ey Allah’ın elçisi?

- “(Evet) ben de kurtulamam. Şu kadar var ki Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” (Müslim, Münâfikîn 76, 78. Ayrıca bk. Buhârî, Rikak 18, Merdâ 19; İbni Mâce, Zühd 20)

استقيموا يستقم بكم

“Dosdoğru olun ki sizinle istikamete erişilsin.” (Taberani)

 

[1] İFRAT VE TEFRİT: Dini, murad-ı ilâhîde mahiyeti ne ise o şekilde yaşayıp hayatımıza hayat kılabilmek için dengeli olma ve itidâli koruma çok önemlidir. Zira denge kaçırıldığı zaman ya ifrata ya da tefrite düşülür ki, ifrat tefriti, tefrit de ifratı doğuracağı için neticede fasit bir daire oluşur. Esasen ifrat ve tefritlerden salim kalmanın yolu, ümmetine daima itidâli tavsiye buyuran sırat-ı müstakim rehberi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sünnetine uymaktır.

Sırat-ı Müstakim

İslâm düşünce sisteminde sırat-ı müstakim tarif edilirken, dünden bugüne mesele genellikle kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeye irca edilmiş ve bunların itidâl hâlleri sırat-ı müstakim olarak ifade edilmiştir. Fakat rekabet, tenafüs, niyet ve nazar gibi daha başka hususları da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Daha doğru bir tabirle insan tabiatında mündemiç olan iyi ve kötü bütün duygu ve düşünceler için bir sırat-ı müstakimden bahsedilebilir.

Mesela, eşya ve hâdiseleri okuma, değerlendirmeye tâbi tutma mânâsında “nazar”ı ele alacak olursak, nikbin onun ifrat, bedbin tefrit hâlini; hakikatbin ise orta hâlini temsil eder. Bildiğiniz üzere nikbin, kötü ve çirkinliklere gözlerini kapatıp her şeyi sadece iyi ve güzel yönleriyle ele alan, bedbin ise her şeyi kötü ve kapkara gören kişi demektir. Hakikatbin veya hüdabine gelince, o, her şeyi kâmet-i kıymetine ve keyfiyetine uygun olarak görmeye çalışan kişidir. Vâkıa, Hz. Pîr’in de Hakikat Çekirdekleri’nde ifade ettiği üzere “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Ayrıca güzel olmayan şeylerde bile, kâbil-i tevil olduğu sürece iyi düşüncelere, güzel değerlendirmelere gitmek gerekir. Fakat bu, realiteyi görmezlikten gelme, sadece hayal ve hülya dünyasında yaşama demek değildir. O hâlde yapılması gereken; gerçeklerden kaçmadan, realitelere gözünü kapamadan ama aynı zamanda karamsarlığa, ümitsizliğe de düşmeden her şeyi olduğu gibi görmektir ki, işte bu, “nazarda denge” demektir. (“Denge ve İtidal”, Mefkure Yolculuğu)

***

Akıl, ifrat noktasında cerbezeye, tefrit noktasında ahmaklığa düşülmeden istikamet çizgisinde hikmet televvünlü ruhun bir refîki; Şehvet, ifratıyla bohemlik ve fuhşa, tefritiyle cismaniyete bütün bütün sırt çevirip humûdete düşürmeksizin istikamet çizgisinde, meşruiyetle mukayyet “iffet” unvanıyla nefs-i nâtıkanın belli bir perdeden sesi soluğu; İnat, önyargı ve bâtıl saplantılar gibi ifrat, her şeye “evet” deme ve boyun eğme gibi tefrite mukabil hakta sebat etme çerçevesinde Cenâb-ı Hakk’a karşı bir sadakat vesilesi; Cesaret, ne tefritindeki korkaklık, ne de ifratındaki tehevvür, Müslüman olarak her zaman dimdik, ama müdebbir bulunmanın temel unsuru; İlim, gayesiz, hedefsiz, bilme için bilme ifratı, cehalet denen yüzkarası gibi tefrite mukabil, mârifete dönüşebilen ve Hakk’a ulaştıran bir vasıtasıdır… (Enginliğiyle Bizim Dünyamız)

[2]

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ  "Bize doğru yolu göster." (Fâtiha Sûresi, 6)

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ "Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin." (Fâtiha sûresi, 7)

وَمَنْ يُطِـعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ وَالصِّدّ۪يق۪ينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِح۪ينَۚ وَحَسُنَ اُو۬لٰٓئِكَ رَف۪يقاًۜ

"Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!" (Nisâ sûresi, 69)

[3] TABİAT MERTEBESİ: Beden ve cismaniyete, dışa, zahire bakan, şekil yönüyle. Havass-ı selime cihetiyle.

[4] BENLİK MERTEBESİ: Tasavvuf erbabı arasında benlik sırlarını kavrama veya kazanma mevzuu meşhurdur. İnsanın kendi şahsını ve egosunu hissetmesi önemli bir husustur. Önce kendi benliğini duymak sonra bir vâhid-i kıyasî (ölçü birimi) olarak onunla zâtî şe’nleri, sıfât-ı sübhaniyeyi hudutlarıyla duyup hissetmeye çalışmak; belli ölçüde de olsa bu muhatla O muhiti duyduktan sonra onu kıymet-i harbiyesine göre bir yere koyup nâmütenâhîye yönelme, mecazdan hakikate ve Hakikatü’l-Hakâik’e ulaşmada bir yoldur. Bazı hakikat ehli bu yolda yürümüş, bazıları da bunu biraz daha farklı olarak ele almışlardır. Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin bu mevzudaki mülâhazaları şu çerçevede bir farklılık arz eder, O: “Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk – Nakşibendî anlayışıyla hakikate ulaşmak için her şeyi terk etmek lâzımdır: Dünyayı, ahireti, kendini ve hatta bütün bu terk ettiği şeyleri dahi terk etmek icap eder.” (Prizma, 6)

[5] RUH MERTEBESİ: Zaten bir yerde vahye de, يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِه عَلٰى مَنْ يَشَۤاءُ مِنْ عِبَادِه “Emir âleminden ruhu (vahyi) kullarından dilediğine indirir. (Mü’min sûresi, 40/15.) fehvâsınca ruh denmiyor mu.! Evet ruh, cesette hayatın özü ve esası olduğu gibi, vahiy dahi mânevî ve ruhanî hayatın en önemli esası, en ciddî vesilesi ve sebepler üstü sebebidir. Ruh, vasıtalı-vasıtasız bir nefha-i ilâhiye, vahiy dahi kelâm sıfatından gelen ayrı bir nefha-i sübhaniyedir. Bu ilâhî sırra hıyanet bilmeyen sırrın emin emanetçileri de hakikî veya izafî insan-ı kâmillerdir. Bu konuda hakikî insan-ı kâmil olan Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) alıp ümmetine nefhettiği ruh-u mutlak esas; izafî insan-ı kâmillerin mevhibe ve vâridâtları ise, o Zât’ın vaz’ettiği kriterlerle test edilmek şartıyla, ümmete birer vesile-i rahmet ve vüs’attir. (“Ruh ve Ötesi”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

[6] SIR MERTEBESİ: Sır; bilinmeyen, duyulmayan, gizli olan, anlama ve açıklamada aklın âciz bulunduğu şey ve insanda bir latîfe; hafâ, sırra göre daha kapalı, daha gizli ve melekât-ı akliye ile idrak edilemeyen insan ruhunda bir ihsas sistemi; ahfâ ise, bunlardan daha mahfî ve bilinip duyulmayacak şekilde meknî, mestûr ve ancak müterakkî ruhlarda bulunan ihtisas mekanizması diyebileceğimiz bir hakikat-i mevcude-i meçhuledir......Bir kısım sofîlerce sır, ilâhî hakikatleri esmâ ve sıfât yoluyla müşahede eden ve bir anlamda Hakikatü’l-Hakaik’a açılan insandaki mânevî melekelerin ilkidir. Sır ufkunda ayağını sağlam bir zemine basan, diğer melekeler adına da ciddî bir adım atmış sayılır. (“Sır, Hafâ ve Ahfâ”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[7] RUH-U ŞERİAT: Bir diğer yaklaşımla şeriat, iman-ı kâmil, amel-i salih; hakikat ise, bi’l-mukabele bu iman ve aksiyon erlerinin Cenâb-ı Hak tarafından görülüp gözetilmeleri, onların da küllî bir şuurla buna karşılık vermeleridir. İman ve amel olmadan ilâhî riayet ve kilâet beklentisi bir kuruntu, O’nun teveccühüne güven olmadan şer’-i şerifin ağır tekâlifine katlanmaksa çok zordur. Bazıları, “Hakikatsiz şeriatı ikame pek güç, şeriatsız hakikat de imkânsızdır.” deyip çıkmışlardır işin içinden.

Farklı bir ifade ile şeriat, ferdî, ailevî, içtimaî bütün sorumlulukların hâlis bir niyetle yerine getirilmesi; hakikat ise, her şeyi ve herkesi yaratan, yarattıklarını varlığın herhangi bir basamağıyla şereflendiren; hidayet ve dalâleti elinde tutan; istediğini aziz istediğini zelil kılan; dilediğine muvaffakiyet lütfedip dilediğini hizlâna uğratan; kimilerini hâkimiyetle pâyelendirip kimilerine mahkûmiyet takdir eden; hayır-şer, iman-küfür, zarar-nef’, başarı-hüsran her şeyi o geniş kader ve kaza planıyla ortaya koyan مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Olmasını dilediği hemen olur, olmamasını dilediği de olmaz.” (Ebû Dâvûd, sünnet 6, Edeb 101; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/6) hakikatinin biricik Sahibi’ni görüyor gibi davranmak ve her zaman görülüyor olma mülâhazasıyla oturup kalkmaktan ibaret görülmüştür.

Şöyle bir tevcih de söz konusu: Şeriat, peygamberân-ı izâm efendilerimiz tarafından tâlim ve teklif buyrulan esasların bütünü; hakikat ise, bu tekâlif ve talimâtı mükâşefe ve müşâhede yoluyla da duyup zevketme mazhariyetidir. Bu itibarladır ki bir kısım muhakkikler, ubûdiyetin şeriat buuduna, evâmir ve nevâhîye riayet mülâhazasıyla bakmış, onun hakikat derinliğini de yakîn, şuhûd, zevk ve keşf mevhibeleriyle değerlendirmişlerdir. (“Hak, Hakikat ve Ötesi”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

[8] DUYGU DÜŞÜNCEDE İSTİKAMET: İnanç ve idealimizin devamlılığı adına bu tür duyguların itidal ve istikamet üzere temsili çok önemlidir. Zira inanç başka, inançta dengeyi yakalama ve o dengeyi ilelebet devam ettirme başkadır. Evvelâ, dinimiz her zaman ve zeminde bizlere orta yolu tavsiye eder. Cenâb-ı Hak: “Ben sizi orta (yolda) bir ümmet kıldım.” buyurur. İşte bu, ifrat ve tefritten olabildiğine uzak, hem akıl hem his hem de ruh yönüyle itidali temsil eden bir ümmet demektir ki, biz de yaptığımız ibadet ve dualar içerisinde, günde en az kırk defa: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Bizi doğru yola hidayet et.” demek suretiyle, Rabbimiz’den bizi o yolda tutmasını dileriz. Kaldı ki bizler, ifrat ve tefritlerin had safhada temsil edildiği bir dönemde yaşamaktayız. Böyle bir dönemde Allah’ın yardımı olmadan istikamet üzere yaşamamız imkânsız gibidir. (Prizma, 3)

[9] İSTİKAMETSİZ AMEL: Hâsılı, duyguda, düşüncede, davranışlarda doğruluk-dürüstlük üzerinde durmak imanın amelî yanı gibi bir keyfiyet arz etmektedir. Zaten selef-i salihîn ve Kur’ân’ın ilk muhatapları da, her biri istikametin bir yanıyla konuya böyle yaklaşmışlar. Kimisi ثُمَّ اسْتَقَامُوا ya tevhid düşüncesini korudu ve günaha girmediler şeklinde; kimisi Allah’a itaatte dürüst davrandı ve hileye sapmadılar biçiminde; kimisi Allah’a kullukta içten ve ihlâslı davrandılar mahiyetinde; kimisi de feraizi tastamam eda etme, iç ve dış bütünlüğü içinde bulunma yorumunda bulunmuşlardır ki, böyle davrananları melekler sekîne, temkin ve itminan esintileriyle her zaman ziyaret ederler.. evet şeytanî duygularla oturup kalkanlara sık sık şeytanlar ve ervah-ı habîse uğradığı gibi, iman ve istikamet sahiplerini de ervah-ı tayyibe ziyaretleriyle sevindirir ve gelecekleri adına onlara bişaretlerde bulunur.

EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL NE DEMEKTİR?

Bu açıdan, güzel söz söylemek, iyi laf etmek önemli değildir. Dilin bir yararlı yanı vardır o da, hâlden zuhur eden şeylerde bir iğlâk ve ibhâm, kapalı ve belirsiz ifade varsa onları açma, şerhetme vazifesini görmesidir. Öyleyse, hâlimiz daima dilimizin önünde olmalı, tavır ve davranışlarımız sözlerimize yön vermelidir ki hem Allah nezninde yalancı olmayalım, hem de insanlar nazarında kendi itibarımıza dokunmayalım. Âleme bazı şeyleri telkin ederken onun berisinde başka haltlar karıştırmamamız, müstakim olmamız lazım. Evet, müstakim görünmek değil, mustakim olmak lazım. Allah Teâlâ, “Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et, istikamet üzere ol.” (Hud, 11/112) buyuruyor. “Sadece sözlerinizde müstakim olun, başkalarını ikna edecek şekilde söz düzgünlüğüne bakın.” demiyor. “Festekim kemâ ümirte” buyuruyor; yani, “nasıl emrolundunsa tavır ve davranışlarınla öyle dosdoğru ol” diyor. Evet, dinimizde “olma” önemlidir, görünme değil; yaşama ve tatbik etme önemlidir; söyleme ve telkin değil. İslam, yeryüzünde “görünme” ve riyâkarlığın kökünü kesmek, “olma” ve anlatılanları yaşamayı hâsıl etmek için gelmiştir. Dolayısıyla, müessir olabilmeniz de bir yönüyle anlattıklarınızı yaşamanıza bağlıdır. Yaşarsanız müessir olursunuz, Allah’ın izniyle. Çünkü, siz kalbleri fethe tâlipsiniz, gönüllere girmek istiyorsunuz. O çok zor bir meseledir; zira, kalblerin kilidinin anahtarı sadece Allah’ın elindedir. Oraya nüfûz edebilme ancak Allah’ın yardımıyla, inayetiyle mümkündür. O kilidi açacak, sözlerinizin hedefine ulaşmasını sağlayacak ve tesiri yaratacak Allah’tır. Siz Allah’ın yanında değilseniz, maiyyete mazhar değilseniz, katiyen müessir olamazsınız. Evet, tesir sözlerde değildir; o sözlerin hâle tercüman olmasında ve Allah rızası gözetilerek söylenmesindedir. (Ümit Burcu)

KALB İSTİKAMETİ

İnsan, Cenâb-ı Allah’a her zaman muhtaçtır. Onun nimetlerine muhtaç olmasından daha çok, inâyet (yardım, ihsan) ve riayetine (koruyup gözetmesine) muhtaçtır. Hava, su ve yiyecek gibi şeylere muhtaç olan insanoğlunun bu maddî nimetlerden daha fazla kalb ve ruh istikametinde beslenmeye ihtiyacı vardır. Samimî bir kul, Rabb’inden sürekli kalb ve ruh istikameti istemelidir.

Bir kulun “Nasıl olsa çizgiyi bir kere tutturdum” düşüncesi ve tavrı içine girmesi, sanki bir yerden sonra Allah Teâlâ’ya ihtiyacı yokmuş mânâsına gelir. Bu tavır, hiçbir zaman içine düşülmemesi gereken bir yanlışlıktır ve neticesi de ilhaddır (inanç bozukluğudur). Oysa her şey, her zaman ona muhtaçtır. İnsan, senelerce ibadet ü tâat yapsa da bunlar onun ruhunda istikamet sağlayıcı bir hale bürünmeyebilir. Her şeye rağmen ona düşen yine söz, tavır ve davranışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, ondan ihlâs ve istikamet istemektir.

Bu konuda çok samimî ve yürekten olmak gerekir. İnsan altmış yetmiş yaşında olsa ve o zamana kadar imrenilecek bir hayat ortaya koymuş bulunsa bile, yine de yanlışlıklara düşebilir, hata yapabilir. Öyleyse inanan bir insan, canını ortaya koyarcasına, gönülden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli, “Ya Rab, beni hidayetinden bir lâhza ayırma!... Sözüm, davranışım, konuşmam, el ayak hareketlerim ve hatta mimiklerimle küçük de olsa bir yanlışlığın içine düşürme. Bir dakikalık inhirafa düşeceksem emanetini hemen al” diyecek kadar candan olmalı. (Kırık Testi)

[10] KADEM-İ SIDK: İşte Beyan-ı Sıdk’tan birkaç pırlanta:

  1. وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ “De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..”
  2. وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِرِينَ “Bana sonrakiler içinde bir lisan-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemil) lütfeyle!”
  3. وَبَشِّرِ الَّذِينَ أٰمَنُۤوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ “İman edenleri Rabbileri nezdinde kadem-i sıdk (ve hüsn-ü istikbal) ile müjdele!”
  4. إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ۝فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَلِيكٍ مُقْتَدِرٍ “Şüphesiz müttakîler, Cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve otağı)ndadırlar...”

Evet, müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk, mak’ad-ı sıdk unvanıyla dünyadan ta ukbâya uzanan bir çizgide, hem uzun bir yola hem yol azığına hem de neticeye işaret buyrulmuştur.Dünya, muhteşem bir sistem ve bir fabrika gibi bütünüyle ahiret hesabına işlediği için, onlar bir işe teşebbüs ederken, bir beldeye girerken, bir yere hicret ederken, bir yerde ikamete karar verirken; otururken, kalkarken hep sıdkı, sadakati gözetler, bir müdhal-i sıdk, muhrac-i sıdk, lisan-ı sıdk, kadem-i sıdk ve mak’ad-ı sıdk mülâhazasıyla davranır.. öbür âlem hedefli yaşar ve sürekli bahtlarına tebessümler yağdırırlar.Niyet ve kasıtta sâdık olmak başta gelir.. evet, doğru düşünce, doğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın ilk basamağıdır. Ayrıca sıdka azmeden insanın, karar ve niyetinden dönmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve saiklerden de uzak kalması şarttır. (“Sıdk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

[11] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/198; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/227

[12] Gidiş, hâl, tavır.

[13] Pergel.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 02/06/2020