Risale-i Nur'da İslâm Medeniyeti ve Modern Medeniyet





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/08/2020
Clap

Bediüzzaman’a göre asıl problem cehalet, tefrika ve gayretsizlik, tembellik ve bunlardan doğan fakirliktir. Bunlara karşı ilim, ittihad ve sa’y (çalışma) silâhlarıyla mücadele edilmeli, ayrıca Müslümanlar, ellerindeki imkânları birleştirmeli, mesâîleri tanzime, aralarında güven ve emniyeti tesise yönelmeli, karşılıklı yardımlaşma düsturunu harekete geçirmelidirler.

Yazar: Dr. Muhammed Rüşdi Ubeyd

 

Bediüzzaman, Batı medeniyetine yeni bir anlayışla yaklaşmıştır. Bu medeniyette “mehâsin-i kesire”nin var olduğunu kabul ederken, Batı’nın bu güzelliklerin yegâne kaynağı olduğu iddialarını reddetmiş, onun kaydettiği ilmî ve teknolojik gelişmenin başka yan unsurlardan mücerret kalmadığını, onda bütün âlemin katkısının da bulunduğunu, dolayısıyla bu güzelliklerin bütün insanlığın ortak malı olduğunu söylemiştir.[1]

 

Medeniyet Binasının Dört Önemli Direği

Bu medeniyetin binasında rolü olan en belirgin dört âmil şunlardır;

Birincisi: Zaman âmili ki, “telâhuk-u efkâr” ve terâküm-ü efkârı (fikirlerin birbirini katılımı ve desteklemesi) ortaya çıkarmıştır.

İkincisi: İnsan unsuru ki, insanların aralarında telâhuk-u efkâr oluşturmalarını sağlamıştır.

Üçüncüsü: İmanî unsurdur ki, (Arnold Tonybee bunu ‘ruhî kıvılcım’ olarak tabir etmiştir) bu, Bediüzzaman’ın dilinde “semâvî şerâyi’ ve hususî şer’i Ahmedî”, yani vahye dayalı İslâm’dan ve onun şeriatından kaynaklanan bir unsurdur.

Dördüncüsü: İnsanî ve onun ihtiyaçları unsurdur ki, bunun için Bediüzzaman’ın kullandığı tabir, “hâcât-ı fıtriye-i beşeriye” (beşerin fıtrî ihtiyaçları)dır.

Batı medeniyetinin bütün insanlığın ürünü oluşu, bazı insaflı Batılı düşünürlerce de kabul edilmektedir. Bunlardan birisi olan Roger Garaudy, bu konuda ele aldığı bir çok yazısında, Batı medeniyetine katkıda bulunan unsurlar arasında İslâm medeniyetini zikreder. Garaudy, şöyle der: “İslâm âleminin bize kazandırdıkları sadece bazı deney yolları ve müthiş sayıdaki keşiflerin öncülüğü değildir. Bunların ötesinde bize, tabiata ve aynı zamanda insanlığa hâkim olma penceresini aralayan deney yolları ile hikmet, yani eşyadaki gayeleri teemmül etmek, ilmin sınırlarını ve esaslarını, bulunan tekniklerin hudutlarını idrak etmek arasında bağ kurabilme özelliğini kazandırmıştır.”[2]

Bediüzzaman’ın medeniyetin teşekkülü konusuna bakışıyla, Cezayirli Malik b. Nebî’nin bakışı büyük paralellik arzeder. Bu düşünür, medeniyetin üç unsurdan meydana geldiğini söyler: İnsan, toprak ve zaman. Malik b. Nebî, ilâve olarak, “üç unsuru birleştiren dinî düşünce”den bahseder.[3] Fakat o, Bediüzzaman’dan farklı olarak, özellikle “toprak” konusunda yoğunlaşır.

 

Temelleri ve Neticeleriyle Modern Medeniyet

Bediüzzaman, modern medeniyetin kurucusu ve temsilcisi Avrupa’yı ikiye ayırır: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile beşerin içtimaî hayatına yararlı sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden Avrupa; diğeri, materyalist ve tabiatperest felsefenin zulmetiyle, medeniyetin kötülüklerini iyilik ve güzellik zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete sevkeden ikinci bozuk Avrupa.

Said Nursî düşüncesinde ikinci Avrupa reddedilmiştir. Çünkü, “sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmıştır. Bir Müslüman’ın bu Avrupa’yı taklit etmesi, kültürünü, düşünce yapısını kabul etmesi düşünülemez. Zira bu Avrupa insanlığa en büyük kötülükleri getirmiştir. Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehasıyla ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye etmiştir. Bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı a’lâ-yı ılliyyînden esfel-i sâfilîne atar; en bedbaht bir hayvan derecesine indirir.[4]

Bediüzzaman, medeniyet-i hazıranın bu süflî yönünü ele alırken, temele, “teşebbüh-ü bi’l-Vâcib”i, yani Allah’ı hayatımızdan çıkarıp, O’nun yerine insanın kendisini, kendi nefsini koymasını ve bunun “kemâl-i insaniyet için en erişilmez gaye” olarak takdimini koyar. Ona göre, eski Yunan’dan tevârüs edilen bu anlayış, Batı insanının teâzumuna, tekebbürüne, ulûhiyet taslamasına, müfritane enaniyetine sebep olmuş, neticede “sadece Allah için yapılan ubûdiyet-i hâlisa” yolu tıkanmıştır. İslâmiyet ise, insanları, kibir içinde Allah’a ibadetten kaçınmaktan, hevalarına pereştiş edip nefse tapmaktan, zanlarını ilâhlaştırıp, akıllarına taabbüdden kurtararak, hürriyetin zirvesine ulaştıracak bir ubûdiyete çağırmaktadır.

Said Nursî’nin mezkûr medeniyet-i hazıranın fikrî ve terbiyevî temellerini tenkidi, İslâmî düşünce ve terbiye yapısını içine alan çok ince bir anlayış üzerine kuruludur ve Batı medeniyetiyle ilgili derinlemesine yaptığı tahlillere dayanır. Ona göre Batı medeniyeti, dinden uzaklaşmakla insan nefsini ve bu nefsin arzularını her şeyin, her türlü değerin, maddî ve mânevî her esasın mi’yarı kabul etmiştir. Onun insanlar arasında gördüğü ve oturtmaya çalıştığı münasebet menfaat ve ırkçılık temeline dayanır. Fazilet yerine hasis bir menfaati hedef alır. Hayattaki kanunu, yardımlaşma yerine kavgadır. En büyük eseri, hevâ ve hevesleri tahrik edip, insanları hevesât ve arzuları tatmin peşinde koşturmak ve sefahate sürüklemektir. İktisat alanında tekelciliğin, dış siyasette ise sömürgeciliğin zuhuruna sebep olurken, dâhilî siyasette makyavelist düşünce tarzını benimser. Mârifet-i ilmiyede dinsizliği, akidede ilhad fikrini teşvik eder.

Bütün bunlara ilâveten, Batı toplumunda yaygın bir şekilde kendini gösteren ahlâkî anarşi ve içtimâî parçalanmaları da, Batı medeniyetinin eserleri arasında sayabiliriz. Garaudy’nin dediği gibi, 16. yüz yıl kalkınma hareketinin temelinde Allah’a başkaldırma vardır. Kaynağında, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle, şu dahilî mantık ve temel anlayış yatar: “İnsan, kendisine ulûhiyet verdiği akıl kuvvetiyle her bir unsura rab ve seyyid olabilir.” Garaudy, tespitlerinin sonunda şöyle der: “Tarihî seyir içerisinde, 16. yüz yılda İtalya’da başlayan kalkınmaya yönelik hareketlenmelerden 5 asır sonra, yirminci yüz yılın sonlarına doğru bütün beşeriyeti tehdit eden ve her türlü alanı içine alan bir iflâsla karşı karşıyayız.” Ve artık “bu kalkınmanın temelindeki prensipleri ve kendi ellerimizle icat ettiğimiz medeniyetin esaslarını, tekrar köklü bir şekilde gözden geçirmemiz zaruri hâle gelmiştir.”

Batı medeniyetinin esasları üzerinde bizi tekrar düşünmeye davet eden Garaudy’den çok zaman önce Bediüzzaman, insanın dünyevî varlığını, fikir ve değer yapısının teşekkülünde yegâne ölçü olarak kabul eden Batı felsefesinin temellerini tartışmıştı. O, her yönüyle kâsır, bildikleri sınırlı, âcilen eline geçen maslahatlara itibar eden insan aklının, eşyanın ve efkârın sıhhati ve isabetliliği konusunda hâkim-i âdil olarak kabul edilmesini reddetmiştir. İnsan, “iradeten ve ihtiyaren” en çok imkâna sahip bir varlık olmasına rağmen, tek başına, her şeyden müstağni bir şekilde yaşayamaz. Sahibi bulunduğu iktidar ve kabiliyetleri, gücünü kullanmada, tabiata müdahalede, kâinattaki kendi aleyhine olan şartlara karşı koyup, onların izalesinde insana belli bir imkân vermekle birlikte, bu imkânat adına sahip olduğu her şey, “zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur, çabuk söner bir şûle gibi bir hayat, çabuk geçer bir dakika gibi bir ömür”dür.[5] Ne zaman ki bu insan, Allah’a ubûdiyetten ve O’nun hidayet yolundan uzak olarak var olmaya çalışır, düşünce ve hayatını bu şekilde tanzim ederse, kendini derhal azıcık ilminin sınırlarında, bütün gayretlerine ve bütün vesileleri denemesine rağmen kaderin sarsılmaz surları, gaybın aşılmaz duvarları önünde bulur. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır, kör esbaptan başka derdine derman beklemez. “Bu duruma düşen nev-i beşerin gündüzü geceye inkılâp etmiş demektir. O, sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye alışabilmek için, yalancı, muvakkat lambalardan medet umuyor. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar, müstehziyane gülüp eğleniyorlar.”

 

Modern Dünya ve Modern İnsana Mukabil Kur’ân Talebesi

Said Nursî, modern medeniyetin kurbanı olan insanı ve dünyasını çok canlı tasvirlerle tanıtır. Onun nazarında, her bir canlı zâlimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededir. Dünya bir matemhane-i umumiye, dünyadaki sadalar, ölüm ve ayrılık elemlerinden gelen vâveylâlardır. Medeniyet dava edenlerin demokrasi ve insan haklarının dokunulmazlığı iddialarına rağmen, modern insan, bilhassa belli bir gücü bulunduran fert, zâhiren bir firavundur; fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaatine gördüğü her şeyi, kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir. Aynı zamanda mütemerrit, yani inatçı ve bükülmezdir; fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerrittir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir. Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir dayanak noktası bulamadığı için, zatında gayet âciz, kendini beğenmiş bir cebbardır. Bütün gayreti, nefsanî arzularını tatmin ve hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi şahsî menfaatini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmez. Her şeyi nefsine feda eder.

Buna mukabil Bediüzzaman, Kur’ân insanının vasıflarını şöyle anlatır; “Kur’ân’ın hâlis ve tam şâkirdi ise bir kuldur; fakat yaratılmışın en büyüğüne karşı bile kulluğa tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük bir menfaati kulluğuna gaye yapmaz aziz bir kuldur. Hem halim selimdir; fakat Fâtır-ı Zülcelâl’inden başkası karşısında, O’nun izni ve emri olmadan eğilmeye tenezzül etmez, himmeti yüce bir halim selimdir. Hem fakirdir; fakat Mâlik-i Kerîm’inin kendisine, varlığına ve bilhassa geleceği adına yığdığı mükâfat ile, kimseye el açmaz bir fakirdir. Hem zayıftır; fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyid’inin kuvvetine dayandığı için, belki herkesten daha kuvvetli bir zayıftır.[6]

Bediüzzaman’ın çağrısı ve arzusu, bugünkü Avrupa’nın İbrahimî temellere dayalı İslâmiyet’e dönmesi, teslis, haç, Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi, aforoz ve başta Hazreti Peygamber olmak üzere bir çok peygamberin inkârı gibi kirlerden, bid’atlerden arınmasıdır. Bilindiği gibi, Hazreti İsa’ya indirilen İncil kısa bir süre içinde Hıristiyan din adamları elinde tahrife uğramış, ortaya birbirinden farklı ve bu dinin esasından kaynaklanmayan bir çok hurafeleri ihtiva eden yüzlerce İncil çıkmıştır. Asırlar sonra, Bizans İmparatoru Konstantin’in çağrısıyla M.S. 325 yılında İznik’te toplanan konsülde bunların içinden 4 tanesi resmî (kanonik) İnciller olarak kabul ve diğerleri reddedilmiş, hatta evlerde bulundurulmaları bile yasaklanmış, bulunduranlar takibata uğramıştır. Bediüzzaman’ın daveti, din-i ilâhînin birliği ve bunda tefrikaya düşülmemesine dair olan emr-i rabbânînin yer aldığı Kur’ânî bakış açısından kaynaklanan sâdıkane bir davettir.

 

Müslümanlar ve Batı Bilim ve Tekniği

Avrupa’nın kalkınmasında çok büyük payı olan İslâm ümmetinin, günümüzde Batı medeniyetinden ilim ve teknik açısından faydalanması, bazılarına göre, Batı inanç, dünya görüşü ve yaşantısı içinde erimekle mümkün olabilir. Bunlar, Müslüman ümmet içinde temelde ve daha başta veya sonradan İslâm’a karşı tiplerdir. Bunlardan ayrı olarak, Müslümanlar içinde de, bunun mümkün olamayacağını iddia eden samimi aydınlar vardır. Bunlar, teknik ve modern bilimin onu doğuran bir dünya görüşünün ürünü olduğunu, dolayısıyla Batı teknik ve bilimi alınırken, onun kendi dünya görüşünü de beraberinde getireceği düşüncesindedirler. Bediüzzaman ise, böyle düşünmez. Ona göre, kâinat, bir kitaptır; Allah’ı gösteren, O’nun âyetlerinin bütününden ibaret bir kitap. Bilim ise, bu kitabın kaidelerinin, onda geçerli olan ilâhî kanunların, şeriat-ı tekviniye veya fıtriyenin kanunlarının keşfinden ibarettir. Ne var ki, onu kullanan el, dinden uzak olmakla, bilimi hem küfre menşe yapmış, hem de onu, beşeriyetin hayrından çok şerrine kullanmıştır. Fakat, Allah adına ve beşeriyetin hayrı için yapılacak ilmî çalışmaların İslâm’ın özüne dokunacak hiçbir yanı olamaz. Bilâkis, İslâm’ın ilk 3 asrında tamamen, sonraki 2 asrında büyük ölçüde olduğu gibi, iman temelli yapılacak ilmî çalışmalar, kendisine itaat ve itaatsizliğin karşılığı büyük ölçüde dünyada görülen şeriat-ı tekviniyenin kanun ve kaidelerini yerine getirmek demek olacaktır ve Müslümanların kendilerini bulmaları, dünya muvazenesinde İslâm’ın bayrağını yeniden dalgalandırmaları çok büyük nispette ve bundan hasıl olacak maddî terakkiye bağlıdır.

 

Modern Ekonomik ve Siyasî Sistem

Bu düşüncelerini sık sık dile getiren Bediüzzaman, modern medeniyetin fikrî ve psikolojik açıdan tahakküm kurmasını, onun saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviyeyi esas almasına bağlar. Ona göre, sakîm felsefenin düşünceler ve ekonomik düzenin hayat üzerindeki tasallutu, her geçen gün ağırlığını artırmakta, neticede beşerin nazar-ı dikkatinin başka maksatlara yönelmesiyle, tevekkülsüzlük içinde geçim derdi ruha sersemlik ve materyalist felsefe akla körlük verdiğinden, içtimâî yapı ve ortam fikirleri dağıtmaktadır.[7]

Ekonomik açıdan, bu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları kendisine müptelâ eden, umumî bir belâ şeklini almış pek çok durum ortaya çıkmıştır. İradeyi kötüye kullanmaktan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden doğan bu durum,[8] vahşi kapitalizm yolunu açarak, ticaretin ve servetin az sayıdaki zâlim ellere geçmesi yolunu açmış ve İslâmiyet’in öngördüğü içtimâî saadet yerine azınlık saadetini getirmiştir.

Batı’da güya ilmî bir teori olarak Darwin’in ortaya attığı, Hegel’in felsefeye, Marks’ın içtimâî hayata uyguladığı, temeli çatışmaya ve hayatı bir kavgadan, çatışmadan ibaret gören tabiî seçmecilik anlayışına karşı Bediüzzaman, hayattaki cidalin, kavganın bile varlıkların menfaatine hizmet ettiğini, asıl değil, istisnaî bir durum olduğunu ve hayatta asıl düsturu yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşma ve birbirinin imdadına yetişmenin teşkil ettiğini savunmuştur. Yine o, sebeplere riayet etmeksizin yapılan tevekkül, tembellik ve nemelâzımcılık tavırlarını, ayrıca cehaleti, tefrikayı, fakirliği, sabırsızlığı, yükselme, kalkınma ve gelişmede basamaklara riayet etmeden aceleci davranmayı, hırs, ihtiras ve bencilliği en büyük hastalıklar olarak görmüştür.

Bediüzzaman, modern medeniyetin dayandığı siyaset anlayışını da şiddetle eleştirmiştir. Makyavelist felsefenin eski Yunan ve Roma dehasını ihya eder mahiyette, gayr-ı meşru vesileleri kullanarak, kalp ve ruhu ihmal ederek, beşerin ruhuna ve dimağına yerleştirmeye çalıştığı[9] bu sakîm siyaset anlayışı, kitleleri birbirine düşman etmektedir. Yalan, hile ve aldatma üzerine kurulu modern siyaset, bulaşıcı hastalık gibidir. Bilhassa Müslüman için çok zararlı olan bu tarz siyasetten, şeytandan sığınır gibi Allah’a sığınan Bediüzzaman, İslâmî diriliş adına siyaseti bütün bütün terkederek, Kur’ân’ın nurdan düsturlardan ibaret elmas kılıçlarıyla cihad yolunu tercih etmiştir.

Bediüzzaman, hayra sevkeden İslâmî edebiyat ve sanat anlayışı ile, İslâm âlemindeki değerlere karşı savaş açmış bulunan Garb’ın edep ve fünûnunu da mukayese etmiştir. Garb’ın edep ve fünûnu hevâ ve dehâya yönelikken, ölümsüz olan edeb-i Kur’ânî, insanları nûra, hüdâya ve şifâya dâvet etmektedir.[10]

 

Batı Kalkınması ve Müslümanlara Düşen

Batılılar, Müslümanların ilim ve teknikte geri kalmalarının ve kendilerine yetişememelerinin sebebinin, güya İslâm’ın ilmi teşvik etmeyen, dünyayı tahkir edip, bağlılarını zühde yönelten bir din olduğunda yattığını propaganda ederler. Bediüzzaman, hayatî önem taşıyan bu konudaki ithamları şu şekilde reddetmektedir;

1-“Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti ona mâl etmek ve İslâmiyet’in düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.”[11] Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, bütün insanlığın ortak tecrübelerinden ortaya çıkan Batı medeniyetinin özellikle kilise baskısından kurtulduktan sonra kendini göstermesiyle, günümüz İslâm dünyasının geri kalmışlığı arasında irtibat kurup, tıpkı Batılıların yaptığı gibi, dini bir kenara bırakmakla terakkî edilebileceği görüşü son derece yanlıştır.

2-Müslümanların geri kalmışlıktan kurtulup, “terakki ve ilerleme” yoluna girebilmeleri için, halkın dünya hayatına dört elle sarılmaya teşvik edilmesi, maddî tüketim ve üretimin en esaslı bir hedef olarak gösterilmesi ve bunun insanların saadeti ve medeniyette ilerleme için yegâne unsur ve mi’yar olarak kabul ettirilmesi, son derece yanlıştır. Aynı şekilde, Müslüman kişiliğin Batı ruhunu kabullenmesi, Avrupa’yı bütün nizamlarıyla taklide yönelmesi düşünülemez. Diğer yandan, tesirine aldığı milletlerin servetleri gibi, bütün hayratını da âdeta emen, kendi maslahatına uygun hâle getiren, onların medeniyet ve kültürlerini eritip istediği şekli veren Batı medeniyetinin Müslümanları dünyaya sıkı sıkıya bağlanmaya, toplumda şer’î ve ahlâkî kuralların işlerliğini ortadan kaldırıp, içtimâî bozulmayı netice verecek bir çok zararlı tesirleri olan dünya malına hırsla sarılmaya yönelik telkinlerine karşı çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü, “müminde hırs sebeb-i hasarettir ve sefalettir. Evet, başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın sûrî tatlılığı gibi, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden sebepler çoktur. Bu sebepler, Müslüman’ın zarurî olmayan ihtiyaçlarını zaruret derecesine çıkarıp arttırmaktadır. Hatta maddî menfaate olan bu düşkünlüğün tesiriyle “bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları râbıtaları” kopacak, neticede, hayat-ı içtimâiyede öldürücü bir zehir hükmünde olan dinsizlik, toplum hayatında kendine yol bulacaktır. İslâm’a, fıtrata ve eşsiz kültürel özelliklerine ters düşen ve tüketim düzenini zaruret hâline getirerek, üretici Batı sermaye ve teknolojisine hizmet eden ve Müslüman toplumları Batı’nın açık pazarı hâline getiren bu tür tutumlar, İslâm dünyasındaki kalkınma hamlelerini de her defasında neticesiz bırakmıştır. Buradan hareketle, İslâmî vicdana Batı ruhunun ekilmesi, Müslüman aklının bu düşünceler doğrultusunda yönlendirilmesi birer hatadır. Bu tür yönelişlerin neticesi, itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş ve anarşiye açık nesillerdir. Bu karakterde yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyişin temini, binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.” Bu noktada Bediüzzaman’ın Müslüman toplumlar için yaptığı umumî bir tespit oldukça mânidardır: “Hem görmüyor musun ki, zarurî kûttan (gıda) ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zâlimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.”[12]

Bediüzzaman’a göre asıl problem cehalet, tefrika ve gayretsizlik, tembellik ve bunlardan doğan fakirliktir. Bunlara karşı ilim, ittihad ve sa’y (çalışma) silâhlarıyla mücadele edilmeli, ayrıca Müslümanlar, ellerindeki imkânları birleştirmeli, mesâîleri tanzime, aralarında güven ve emniyeti tesise yönelmeli, karşılıklı yardımlaşma düsturunu harekete geçirmelidirler. Bu da, dinin kutsî emirlerine sarılmak, takvayı esas yapmak ve dinî salâbetle mümkün olabilir.[13]

Said Nursî’ye göre İslâm medeniyeti, bir ahlâk medeniyetidir. Çünkü adaleti gerçekleştirmiş, barışı inşa etmiştir. Hedefi, insanı faziletlere ulaştırmaktır. Aynı şekilde o, bir insanlık medeniyetidir. Çünkü, ferdî veya ırkî menfaatlerin tahsiline değil, bütün insanlığın hayrını gerçekleştirmeye çalışır. Hayattaki düsturu, cidal, kıtal yerine yardımlaşmadır. Buradan ittihat ve tesanüt doğar, toplum hayat bulur. Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüdâ-yı hidayetir. Bu ise insana lâyık tarzda terakkî ve refahı ortaya çıkarır.[14]

 

[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s.666.

[2] Garaudy, Roger, Batı’da İslâmiyet, s.217.

[3] Malik b. Nebî, Kalkınmanın Şartları, s.54.

[4] Nursî, Lem’alar, s.115-116.

[5] Nursî, Lem’alar, s.116, 118.

[6] Nursî, Sözler, s.132.

[7] Nursî, a.g.e., s.460.

[8] Nursî, a.g.e., s.492.

[9] Nursî, a.g.e., s.452.

[10] Nursî, a.g.e., s.684.

[11] Nursî, Mektûbât, s.445.

[12] Nursî, Lem’alar, s.121-122.

[13] Nursî, Lem’alar, s.121-122.

[14] Nursî, Sözler, s.664.

 

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/08/2020