MÜCÂHEDE, Çağlayan Dergisi (Ocak, 2020)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/02/2020
Clap

Nefis, şeytan ve mesâvi-i ahlâka karşı; hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “cihad-ı ekber”, diğerleri de “cihad-ı asğar” olarak mütalâa edilmek suretiyle konu iki ana bölüme ircâ edilmiştir.

 

İnsanın teşebbüslerinde ciddî olması,1 güç ve tâkatını tam olarak ortaya koyması diyebileceğimiz mücâhede; gönül erbabınca, iradenin hakkını vermek,2 nefis ile savaşmak,3 onu yenebilme yollarını araştırmak,4 bedenin istekleriyle dinin emirleri –velev müstehab ve âdâb olsun– çakıştığında tercihlerini her zaman din istikametinde gerçekleştirmek;5 yemede, içmede, uyumada, konuşmada zarurî olanla iktifâ edip6, ibadet ü taat ve hayrât u hasenâtta iyiliğe doymamak7 demektir.

Mücâhede ve cihad kavramları

Öteden beri erbab-ı mârifetin; maddî mücâhede, mânevî mücâhede; diğer bir tasnifle “cihad-ı asğar”, “cihad-ı ekber”8 diye tahlil edegeldiği mücâhede, nefis ve şeytana karşı, mesâvi-i ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara karşı ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince, düşmana karşı savaşın, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur.9

Cihad-ı ekber ve Cihad-ı asğarın şümul ve çerçevesi

Nefis, şeytan ve mesâvi-i ahlâka karşı; hatta iman, ibadet ve güzel ahlâk duygusunu yerleştirme istikametindeki gayretlerin bütünü “cihad-ı ekber”, diğerleri de “cihad-ı asğar” olarak mütalâa edilmek suretiyle konu iki ana bölüme ircâ edilmiştir. İlim ve fikir yoluyla insanlara hizmet etmemiz, söz veya davranışlarımızla iman, İslâm hakikatlerini ve Muhammedî ahlâkı içimize sindirerek, vicdanlarımızda duyarak önce temsil sonra da tebliğ etmemiz, her iki cihad ruhunun da halitası olması itibarıyla, her iki mücâhedeye ait hususî meziyetlerin bütününü birden ihtiva eder.

Riyâzet, irşad, tebliğ veya maddî cihadla alâkalı yazılmış hemen her eserde;

وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَادِهِ Allah uğrunda tam hakkını vererek cihad edin!” (Hac sûresi 22/78) gibi âyetler serlevha yapılarak, mücâhede bu umumî espri içinde ele alınmıştır. Ne var ki, burada biz daha çok cihad-ı ekber üzerinde durmak istiyoruz:

Kamil manada Cihad-ı ekber’in tarifi ve ehemmiyeti

Cihad-ı ekber veya sofiyece mücâhede –başta da işaret ettiğimiz gibi– nefs-i hayvanînin çirkin ve sevimsiz isteklerine, şeytanın sinsi vesveselerine, cismaniyet ve bedenin aşırı arzu ve “dayatma”larına karşı birer iradeli varlık olduğumuzu ortaya koymak, his, şuur, idrak ve kalb-i insanînin bir diğer unvanı sayılan “latife-i Rabbaniye”ye10 karşı da saygılı olma11 savaşını vermektir. Evet, işte bu mânâda bir cihad, cihadların en büyüğüdür; böyle bir büyüklüğü ihraz eden insan da Allah nezdinde, kadri yüce, O’nun maiyetine mazhar olma mânâsına çok büyük sayılabilir. Zira, nefis ve bedenin arzularına bu ölçüde baş kaldırıp ömrünü, rızâ hedefli, ihlâs yörüngeli, ibadet ü taat, zühd ü takvâ dairesi içinde devam ettirebilmek, düşman hattında, gülle, bomba altında hasımlarla yaka-paça olmaktan daha zor olsa gerek... İşte böyle bir zorluktan ötürüdür ki, Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gazâdan avdet ederken:

رَجَعْتُمْ مِنَ الْجِهَادِ اْلأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ اْلأَكْبَرِ Küçük cihaddan büyük cihada döndünüz.”(el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, 13/523; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/424) buyurarak, ashabını böyle çok önemli bir meselede irşad etmek istemiştir. Bir başka defa da; اَلْمُجَاهِدُ مَنْ جَاهَدَ نَفْسَهُ فِي اللهِ Gerçek mücâhid, Allah rızâsı yolunda kendi nefsiyle mücâhede eden kimsedir.” (Tirmîzî, fedâilü’l-cihad 2; Müsned 6/20)tembihiyle, cihad-ı ekberin, şeytan ve hevâ-i nefisle mücâdele etmekten ibaret olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Mücâhedenin (Cihad-ı ekber) devamlılık ve önceliği

Ayrıca, cihad-ı asğarın, ara sıra vacib olmasına karşılık, cihad-ı ekberde bir süreklilik söz konusudur. Dahası, cihad-ı asğardaki muvaffakiyet, büyük ölçüde cihad-ı ekberdeki başarıya bağlıdır. Bu itibarla her fert evvelâ, kendi içini temizleyip orada enfüsî âhengi tesis etmelidir ki, oturması, kalkması, düşünmesi, konuşması, işlemesi, başlaması da Allah için olsun; olsun da tesirin gerçek kaynağı bulunan ilâhî meşieti yanına alabilsin. Zaten, böyle bir maiyete mazhar olmaksızın başarı elde etmek de mümkün değildir.12

Mücâhede hedefli yaşamamanın akıbeti

Evet, imanla belli bir hedefe doğru yönlendirilmeyen, İslâmî ruhla disipline edilmeyen, ihsanla derinleşip Hak murakabesine açılmayan kimselerin ne hakikat eri olmaları, ne ihkâk-ı hak etmeleri ne de beşerî münasebetlerde tutarlı bir tavır sergilemeleri mümkündür. Evet, hayatlarını, yeme-içme-uyuma üçgenine bağlamış beden insanları, cismaniyetlerine söz geçiremedikleri gibi ruhlarını yükseltip ona zaferler yaşatmaları, Hak’la hemhâl olup O’na karşı vicdan menfezlerini açık tutabilmeleri de imkânsızdır.. ve hele bunların kinden, nefretten, iğbirardan bütün bütün sıyrılarak, Allah’tan ötürü topyekün varlığı kucaklamaları kat’iyen söz konusu değildir.13

Mücâhede insanlarından meydana gelen bir toplum

Kusursuz bir toplum ancak kusursuz fertlerden meydana gelir; böyle fertler de bugüne kadar hep, iyi bir ruhî terbiye eseri olagelmişlerdir. Bu itibarla da biz, fikrî, ruhî, zihnî bir sürü teşevvüş ve problemi olan insanlardan sağlam bir millet inşâ etme gayretlerini beyhûde buluyoruz. Kâmil topluma gitmenin yolu kâmil fertlerden geçer; kâmil fertlerin ise ancak, yukarıdaki tarifler çerçevesinde, mücâhede potasında kaynaya kaynaya şekillenebileceğini düşünüyoruz.14

Mücâhedenin esasları

Böyle bir mücâhedenin en önemli esası da hiç şüphesiz cismanî ve nefsânî arzuları zabt u rabt altına alıp vicdan mekânizmasının15 manevra kâbiliyetini artırmaktır.16 Kendi esasları içinde “seyr u sülûk-i ruhanî”17 bu ehemmiyetli işin bilinen en selametli yoludur. Şimdilik bu hususların tahlilini tayyederek, nefsin ne can alıcı bir hasım olduğunu Hakim Busayrî’nin:

كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ

Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri şirin göstermiştir ki, kimse (onun) yağın içinde zehir (sunduğunu) bilememiştir.” sözleriyle hatırlatıp, konuyu, Hüdâî’nin, seyr u sülûke köprü sayılan bir manzumesiyle noktalayalım:

Ey nefs yeter sehv ü zelel,

İnsafa gel, insafa gel!

Terk et gitsin tûl-i emel!

İnsafa gel, insafa gel!

Bu adet ü bid’at nedir?

Bu şöhret-i ziynet nedir?

Bu kuru kermiyet nedir?

İnsafa gel, insafa gel!

Bir gün eser bâd-ı ecel,

Ten bağına verir halel,

İhlas ile eyle amel!

İnsafa gel, insafa gel!

Etme Hüdâîyâ inâd!

Fermana eyle inkiyâd!

Gel eyle kıl Mevlâ’yı yâd!

İnsafa gel, insafa gel!

(kermiyet: hummalı ve hararetli çalışma)

اَللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ،

1 CİDDİYET:

Soru: Mü’minlerin hayatında ciddiyetin önemi nedir? Ciddiyet ve vakar, bulunulan yere konuma göre değişir mi? Ciddiyetteki ölçülerimiz neler olmalıdır?

Ciddiyet; ağırbaşlı, sakin, temkinli ve gayretli olma hâlidir. Ciddiyet, oynak ve sebatsız olmama; iş ve vazifede gevşeklik ve ihmalkârlık göstermeme; davranışlarda lâubâlîlik ve hafifliğe girmeme; hemen her zaman vakur, ciddî, uslu ve oturaklı olma demektir. Lüzumsuz konuşmak ve yersiz gülmek, ölçüsüzce el ve dil şakaları yapmak, âdab ve hürmet kaidelerine uymamak gibi hareketler ciddiyete aykırıdır. Ağırbaşlı olma, temkinli davranma, konuma göre bir duruşa geçerek bulunulan yerin hassasiyetlerini koruma ve asla hafif-meşrep olmama gibi hasletlerin insan tabiatına yerleşmesine de “vakar” denir.

Ciddiyet, bir mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi manâsına da gelir. Bu manâda, ciddiyetin sistemli düşünmeye, sağlam plan ve projeler ortaya koymaya ve büyük bir azimle sa’y u gayrette bulunmaya bakan yönleri de vardır. Nitekim “Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.” düsturları bu hakikati ifade etmektedir…

Zât-ı Uluhiyet’e karşı ciddiyet, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın murâdını takip etme ve O’nun tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayatı ve davranışları ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde olur. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. İnsanlar bazı durumlarda böyle bir görülüp gözetilmeyi muvakkaten unutabilirler; meselâ, yemek yerken, çay içerken kendi âlemlerine dalabilirler… Yatakta o murakabe havasından uzaklaşabilirler. O anlarda, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun ve kulların küçüklüğüne münasip şekilde Allah’ı hatırlama, ihsan şuuruyla dolma söz konusu olmayabilir. Gerçi, “akrabu’l-mukarrabîn” dediğimiz daha halis kullar, o türlü hallerde bile temkinli davranırlar. Fakat, Allah, bazı beşerî hallerdeki öyle bir nisyanı ve geçici bir unutmayı bağışlayacağını vâd etmiştir. Belki onlardan dolayı da istiğfar edip Allah’a yeniden teveccühte bulunmak gerekir ama herkesin her yerde aynı ölçüde ciddiyet ortaya koyamayacağı da bir realitedir. (İkindi Yağmurları)

2 İRADENİN HAKINI VERMEK:

İrâdenin kavgası verilmelidir:

Her uzuv ve duygunun bir yaratılış gâyesi vardır. Göz, Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikâmette bakmak, el, o istikamette tutmak, ayak, yürümek ve kulak da aynı şekilde dinlemek için yaratılmıştır. Diğer duyguları da gâyelerine uygun sıralayıp, onların yaratılış gâyelerini anlatmak da mümkündür. İrâde için de durum, bundan daha farklı değildir. Onun da bir yaratılış gâyesi vardır.. Evet irâde, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâletsin ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi ifâ ederken, en büyük hasmı olan şeytan ve nefis, irâdenin karşısına pek çok mania ve geçit vermeyen derin dereler çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, irâdenin varlık sebebidir. Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irâde felç ise, işte o zaman şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin hakını da vermelideğil midir? (İnancın Gölgesinde 2)

***

İsterseniz, farz-ı muhal deyip bir misal vereyim sizlere: Allah “Seni hiçbir hâdise karşısında zaaf göstermeyecek şekilde yaratayım mı?” deseydi, ben Rabb’ime, “Rabb’im! Beni şu anda yarattığın gibi yarat” derdim. “Alabildiğine taşkınlıklarım olsun ama neticede sana, sadece sana râm olayım. Bana irade ver ki, o iradenin kemendi ile sana yükseleyim. Çünkü senin zaaftan uzak meleklerin var, ruhanî varlıkların var. Ama ben insan olmak istiyorum.”

Evet, insan olmanın gereği, içimde çok ciddî taşkınlıklar var, beni harab ediyor onlar. Ama ben bu harabiyet içinde iradenin gücüyle Allah’ın muradına varabiliyorsam, Cenâb-ı Hak bu gücü bana vermişse, ben de bu fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeliyim. Çünkü olandan daha güzeli yoktur. Cenâb-ı Hak, olanın en güzelini yaratmıştır. Öyleyse şöyle düşünmeli insan: Allah’ın bana verdiği her şeye razı olmanın yanında, bana düşen, bütün negatif yönlerimi, zaaflarımı, günahlarımı aşarak, yanlış tavırların esiri olmadan Cenâb-ı Hakk’a tam mânâsıyla râm olabilmemdir. Melek gibi değil de insan olarak yaratmak suretiyle Allah benimle farklı bir espri ortaya koymuştur ve böylece benimle farklı bir şey yapmayı murad buyurmaktadır. Yeter ki ben zaaflarımın, boşluklarımın zebunu olmayıp onları aşmasını bileyim. (Sohbet-i Canan)

***

Şunu da unutmamak lazımdır ki, iradenin mevcudiyetini kabul etmek, onun hakkını verme azmi, cehdi ve gayreti içinde bulunmak ve Allah’ın verdiği o temayülü sonuna kadar kullanmak başka bir meseledir; insanın kendine güvenmesi, kendini her şeye yeterli görmesi ve Allah’a ait bir vasıfla kendisini vasfetmesi daha başka bir meseledir. Hakiki mü’min, bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allahım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der. Nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a güvenir. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. Onun güven ve itimâdı sadece Allah’adır. (Diriliş Çağrısı)

***

Kimileri, seyr u sülûk-i ruhânîlerini, bu ulvî seyahatin disiplinlerine riayet ederek tamamlar; inâyet televvünlü cezbe ufkuna ulaşır ve iradelerinin kudsî bir incizâb merkezine bağlandığını hisseder gibi olur ve daha sonraki hayatlarını da, âdeta kendilerini bir akıntıya salmışçasına hep o câzibe-i kudsiyeye bağlı sürdürürler. Artık nefisleri adına yokluğa kanat açmış bu kimselerde ne telâş, ne endişe, ne gam ne de keder; “Dost” der, Dost’la hemdem olur ve O’nun huzuruyla bütün huzursuzluklardan azade yaşarlar.

Kimileri de mebde’den müntehaya kadar her zaman sa’y u gayret içinde bulunur.. herhangi bir beklentiye girmeden hâlisâne bir kulluk sergiler.. ne cezbe görür ne incizâb duyar.. ne naz bilir ne gider kuruntulara yaslanır. Dişini sıkar ve iradesinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayetle, gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduğunu ortaya koyar. İşte böyle biri, inanıp Müslümanca yaşamayı bütün ezvâk ve kerâmâta tercih ettiği/edeceği gibi Cennet ve ötesini de kat’iyen Hakk’a kulluğunun hedefi saymaz. İmanı ve ubudiyeti Rabb’in en büyük ihsanı bilerek bu büyük ihsana mazhariyetin şükran hisleriyle her zaman iki büklüm yaşar. (“Salik”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

3 NEFİS İLE SAVAŞMAK:

Nefsin sürekli sorgulanması ve ona itâb, imanın kemâlindendir. Hayatını “insan-ı kâmil” ufkuna göre plânlamış her rûh, yaşadığı hayatın şuurundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassasiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular; akşam-sabah elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelasını örmeye çalışır. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır. (“Muhasebe”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

*** Erbab-ı hakikat, gayreti iki şekilde anlamışlardır: 1. Sevgiliye asla rakip ve alternatif kabul etmeme. 2. Sevgiliye tahsis-i nazar edip O’nu sevmede herkesin önünde bulunmaya çalışma. Her iki şık itibarıyla da, cismâniyete karşı tavır alıp, kalb ve ruh ufkuna yönelmek, kötü huylara karşı savaş ilân edip ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmek ve kendi içimizde kıskançlık ölçüsünde O’na âidiyetimizi duymak, bizi hakikî insanlığa taşıyan esasların başında gelir. Böyle bir mülâhaza aynı zamanda, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna karşı olan gayretine de bir cevap mahiyetindedir. Allah’ın kuluna karşı gayreti, onu başkalarına bırakmaması, sadece kendine kullukla şereflendirmesi ve onu mevhum ilâhların fasid vehimleri arasında perişan etmemesi şeklinde anlaşılacaksa, kulun gayreti de: Mevlânâ Câmî’nin:

يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گويْ

Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil, Bir’i söyle!” mülâhazasıyla, düşünce ve davranışlarında sadece ve sadece O’nu görüp O’nu bilmesi, O’nu arayıp O’na müteveccih olması şeklinde gerçekleşmelidir. (“Gayret”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2 )

4 NEFSİ YENEBİLME YOLLARI: (Riyazet);Halvetin riyâzât buudu; nefsi, bedenî arzulara karşı gemlemek ve meâlîye müştak olan rûhu, kemâlât-ı insâniye semâlarına doğru şahlandırmaktır. Evet, ancak, riyâzât ile nefse gem vurulabilir; riyâzât ile o, kötü duygu ve tutkulardan vazgeçirilebilir; riyâzât ile teslimiyet ve inkıyâda zorlanabilir ve riyâzât ile mahviyet ve tevâzua alıştırılarak ayaklar altındaki topraklar hâline getirilebilir ki; güllere saksılık yapmanın yolu ve erkânı da budur:

خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ

Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zirâ topraktan başkası güle mazhar olamaz.” (“Halvet ve Uzlet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

Bazılarına göre riyâzet, nefsin horlanıp hakir görülmesi şeklinde de yorumlanmıştır ki, bunu fenalıktan başka bir şey düşünmeyen “nefs-i emmâre”ye veya hodgâmlık cihetiyle insanın kendi kendini sıfırlayıp enâniyetten tecerrüdüne ya da şahsî arzuları itibarıyla “Ölmeden evvel ölünüz!” teklifine bir cevap sayılabilecek mahiyetteki bedenî istekleriyle ölme mânâsına hamletmek mümkündür. Bu itibarla da buna, “terbiye-i nefs” değil de “riyâzet-i nefs” demek daha uygun olur ki; tıpkı toprak gibi nefsin de didik didik edilip sürülmesi, bağrına iyi ve güzel şeylerin nüvelerinin saçılması, üzerine, varlığın esas unsurları sayılan su, hava ve ateşin salınması suretiyle yoğrulması, yumuşatılması ve güllere, çiçeklere kâselik yapabilecek kıvama getirilmesi demektir ki: (“Riyazet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

5 NEFİS KARŞISINDA DİNİ TERCİH ETMEK:

Günümüzde birçok şey gibi, insanın dünya ve ukba hayatı adına değer vermesi gerekli olan şeyler de maalesef olması gereken konumda değil. Her nedense insanlar en çok düşünmeleri gerekli olan şeyleri en az düşünüyor, en önemli şeyleri en sonda bir yere koyuyorlar. Fıkıh usulü diliyle ifade edilecek olursa, “zaruriyat” gerilerin gerisinde, “hâciyat” onun önünde, “tekmiliyat” ve “tahsiniyat” kadem kadem hâciyatın önünde ve işin en garibi “fuzuliyat” hepsinin önünde. Öte taraftan onlar bu gerçeği fark etmiyor, fark etmeme bir yana yaptıklarına mutlaka bir bahane, bir neden bulup bu düşüncelerini, inançlarını ve onlara bağlı olarak yaptıkları amellerini meşru bir mekâna oturtmaya çalışıyorlar.

Hâlbuki önemli olan Allah’ın öncelikleridir, onun bize önem verin dediği şeyleri yine onun sıralaması içinde kabullenmedir. Bu sıralamaya önem vermek, Allah’ı tazim demektir. Onun için âyette buyurulur ki; “... Kim Allah’ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki bu, kalblerin takva duygusundandır (yani Allah ile olan irtibatındandır)” (Hac, 22/32). Takva kelimesi “vikâye”den gelir ki bu “Allah’ın himayesine sığınma” demektir. Demek bu sıralamaya önem vermeme, yerlerini değiştirme Allah’ın himayesinden çıkma mânâsını taşır.

Evet, kanaat-i âcizanemce biz her şeyi alt üst ediyor, kendi heva ve hevesimize bağlıyoruz. Din yine ortada aslî hüviyeti ile duruyor; ama bizim bu terk-i mevkilerle (durulması gereken yerleri terk etmekle), izhar ettiğimiz dindarlığın murad-ı ilâhîye uygun olduğunu söylemek çok zor olsa gerek. (Gurbet Ufukları)

6 ZARURETLE YETİNME:

İRADE İNSANI OLMADA AŞILMASI GEREKENLER

Soru: Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden “şişmanlık, çok uyku, tembellik ve yakîn azlığı”ndan kastedilen nedir ve bunlar arasında bir telâzumdan bahsedilebilir mi?

Hadiste ifade buyrulan hususların birbiriyle olan irtibatına gelince; bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda yakînin olması mümkün değildir. Yakîn, hayretin dehşeti içinde yaşayan ve yemesini-içmesini ancak ayakta kalabilecek kadarla sınırlayan kimseler için söz konusudur. İhtimal Nebiler Serveri bu noktayı dikkat nazarlarımıza sunmak için “Âdemoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki âdemoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın.” buyurmuştur.

O hâlde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline eden, edebilen bir irade insanı olmalıdır. Yani mide insanı olmamalıdır. Aksi hâlde abur-cubur kendini yemeğe salıveren birinin, az uyuması da, tembellikten kurtulması da, yakîne ulaşması da mümkün değildir.

Meseleye bir başka açıdan yaklaşacak olursak, bir insan çok yiyorsa onun şişmanlaması, tabir yerindeyse “kilo insanı” olması gayet normaldir. Böylelerinin kendini uykudan alıkoyması, tembellikten kurtarması imkânsızdır. Dolayısıyla çok yiyen bir insan kendini uykuya salar, uyku onun şişmanlamasını sağlar ve böylece fasit bir daire teşekkül eder. İşte bu tip insanların yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi yakînden nasiplerinin olması söz konusu değildir. Veya başka bir ifadeyle çok yiyen, çok uyuyan insanların tembel tembel oturmaları ve âdeta bir ceset insanı olmaları gayet normaldir. (Prizma 2)

***

Riyazat yaptığım devrede, önce nefsimi bir kedi gibi gördüm ve onu kovaladım. Riyazata devam ettim. Bu arada, onu ayı gibi gördüm. Kapıştık. Ben mi onu o mu beni yendi belli olmadan uyandım. Bir müddet daha riyazat yaptım. Bu sefer de nefsimi goril gibi gördüm. Ondan kaçarak surların üzerine çıktım. Bütün bu riyazatlara rağmen anladım ki nefsim beni sağ tarafımdan vuruyor. Çünkü o devrelerde başkalarını ve bilhassa oburca yemek yiyenleri hep başka türlü görüyordum; ve yer yer onlara kızıyordum. Ve anladım ki, nefis ile mücadelede insanlardan bir insan olarak hareket etmelidir. İlahi davaya omuz verme, ayağımız kaymadan yaşayabilmemizin en büyük teminatıdır. Mücadele ruhu varsa bu bir fa'l-i hayırdır. (Küçük Dünyam)

7 İBADET-İ TAATE VE KULLUĞA DOYMAMAK:

Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. âşık vuslata erince, şevk de zâil olur; ama iştiyak daha da artar ve müştakın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve hel min mezîd” (Daha var mı, artırılamaz mı?) der. Onun içindir ki, her an ayrı bir mârifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i rûhânî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk İnsan ve Kutup Peygamber (s.a.s.), bir vuslat kuşağı sath-ı mâilinde en birinci dilek olarak: “Allah’ım Sen’den, Sen’in cemâl-i bâ kemâlini müşâhedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum.” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister. (“Şevk-u İştiyak”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)

EFENDİMİZ’İN AŞKIN ALLAH SEVGİSİ

Allah Resûlü, hullet’i aşk u iştiyaka inkılâp etmiş bir mahbub-u muhibdi ve böyle bir pâyeye mazhariyetinin de farkındaydı. “Bî kem u keyf” sevildiğini biliyor ve “bî hadd ü hisab” sürekli sevgiyle soluklanıyordu. Ne bir mansıp ne de vuslat talebi.. Mâbud’unu bildiği için ibadet ediyor, imanını mârifetle derinleştiriyor, daha engin bilmeler adına hep “hel min mezîd” kulvarlarında koşuyor ve mârifetinin çağlayanlara dönüşmesi ölçüsünde de garazsız, ivazsız, hâlisâne bir muhabbetle, hem de vuslat hesaplarına girmeden, ciddi bir ubûdiyet temkiniyle O’nu can-u gönülden seviyordu. Cenâb-ı Hakk’ı bu çerçevede ve O’nun ululuğuna yakışır şekilde sevmek, O’na âşık olmak ve o uğurda her zaman iştiyakla soluklanmak, o en güçlü iradeye Allah’ın fevkalâdeden bir teveccühü, pâyeler üstü bir pâyesiydi ve bu sâyede O, bu yüce mansıbın biricik kahramanıydı. Hullet’e kendi samimiyetinin boyasını çalan ve insan özündeki o derin dostluğu aşk u şevkle taçlandıran da yine O olmuştu (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû mil’el-ardı ve mil’es-semâvât). (“Hullet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

HAK YOLCUSUNUN BİTİP TÜKENMEYEN SEYRİ

Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “bekâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an karşısına çıkan ayrı bir ‘لاyı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلاَّya ulaşır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtâsız devamı sayesinde, Rubûbiyet-i külliye ve Kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhûra başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şeyi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerinden tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nûrlarına gömülür; gömülür ve ibadetlerinde olağanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde dinleme iştiyakına erer.. kendini bazen mehâfetin temkin iklimlerinde, bazen mehâbetin teyakkuz yamaçlarında, bazen de rahmetin her şeyi aşkın ummânlarında hissederek havf u recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşüncesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ kahramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma gayesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhi’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellîlere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir. (“Fena Fillah”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2) İNSANİYET-İ KÜBRAYA ULAŞMA HEDEFİ

Meseleyi hulâsa edecek olursak; Cenab-ı Hak insanı yaratırken, başta onu insan-ı kâmil olmaya namzet kılmıştır. Dolayısıyla her insanın, insaniyet-i kübraya ulaşması bir hedeftir. İnsanın bu mertebeye ulaşması için, evvela kendisini bu yüksek gayeye programlaması ve onu elde etmek için daima “hel min mezid - daha yok mu?" ufkunda hareket etmesi gerekir. Yani her gün kâinatın çehresinden bir nikab açarak, her defasında onu yeni görüyor gibi tanıması, yeni bir marifetle Allah'ı daha farklı duyması; aşk u şevk ve muhabbetle O'nun yolunda olması icap eder. Aslında insan, yaratılış itibarıyla hep iyi şeylere tevcih edilmiş ve bir dûn himmet olarak yerinde kalmasına müsaade edilmemiştir. Zaten o sadece yeme, içme, evlenme.. gibi fıtrî şeyler için de yaratılmamıştır. İnsan, bu bilinçle hareket edip, Allah (c.c) ve O'na ait yüce hakikatlere bütün benliği ile kilitlendiği an, asıl gayesini bulmuş; dolayısıyla insan-ı kâmil olma yoluna girmiş sayılır. (Prizma 3)

8 CİHADLA İLGİLİ TARİFLER:

Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma’nâsına ‘Cihad-ı ekber’ diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani ‘Cihad-ı asgar’dır. (Asrın Getirdiği Tereddütler, 3)

9 MESAVİ-İ AHLAKA VE NEFSE KARŞI TETİKTE OLMA:

Gezme, gezinme, temâşâ etme mânâlarına gelen “seyr” kelimesiyle; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki “sülûk” sözcüğünden mürekkep olan “seyr u sülûk” ifadesi, belli bir usûl dairesinde hayvanî ve cismanî arzulardan uzaklaşıp kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümenin, O’na vâsıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için “mesâvi-i ahlâk” da diyebileceğimiz fena huylardan uzaklaşmanın ve Kur’ânî ahlâkla ittisaf etmenin unvanı olagelmiştir. (“Seyr-u Sülûk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

Temkin edâlı irfan erleri, vuslatta da, ünste de her zaman hürmet içinde bulunur; haşyet, mehâfet ve huşu ile oturur kalkarlar.. onların her hâllerinde bir edep ve hayâ nümâyândır. Yer yer cemâlî tecellîlerin iltifatkâr, recâ edâlı ve şefkat buudlu cilveleriyle naza ve şathiyyâta temayül gösterme ihtimali söz konusu olsa da, her zaman teyakkuz içinde ve temkinli davrandıklarından hemen haşyetle titrer; ciddî bir huşû ile “saygı” der inler; hürmetle eğilir ve konumlarına uyan tavra girerler. (“Vasıl” Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)

10 HİS, İRADE, ŞUUR, LATİFE-İ RABBANİYE:

His, irade ve şuur için “lâtife-i Rabbâniye” denmesi doğru değildir. Onlar da birer nimet olduğu için mevhibe ve nimet mânasına “lâtife” denebilecek olsa da, ıstılahî olarak “lâtife-i Rabbâniye” dendiğinde his, irade ve şuurdan farklı bir şey anlaşılır. İnsanın cismanî varlığına yönelik hususları “âlem-i halk”; irade, vicdan, şuur, his gibi manevî yönleri de “âlem-i emr” içinde mütalâa edilir. Ayrıca bu dört temel esas haricinde lâtife-i Rabbâniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emr içinde değerlendirilir.

Her türlü şehevî arzu ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait Rabbanî lâtifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular da vicdan mekanizmasını meydana getirir. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem haline gelir. (Gurbet Ufukları)

11 LATİFE-İ RABBANİYE NEDİR? Lâtîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lâmbada fitil ve Arz’da Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o lâtîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca... gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. Bu teveccüh kesildiğinde ziya görünmez olur, ışık söner ve lâtîfe de lâtîfe-i rabbâniye olmadan çıkar. Bu lâtîfe-i rabbâniye, hikmet-i vücudu sayılan teveccühünü iman, iz’an, amel-i salih ve mârifetle devam ettirebildiği takdirde her zaman semavî bir çerağ gibi par par yanar ve Hazreti Sıfât’ın bir rasat sistemi veya râsıdı haline gelir. O, bütün şuur, ihsas ve idraklerimizin önemli bir temyiz elemanı, mârifetin madeni, ruhun da can ocağı ve ışık kaynağıdır. Ona, bu mânâda lâmekânî de diyebiliriz; bu lâmekânî lâtîfe, ilim ve mârifetin mihenk merkezi, ihsas ve idraklerimizin en hayatî mahzeni, küfür ve dalâletle öldürülmediği veya cankeş edilmediği sürece de her zaman Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve tecellî otağıdır. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)
12 İLAHİ MAİYYET:Allah ahlâkı ile ahlâklanın.” hedefini gerçekleştirdiği ölçüde, ilâhî maiyyete ulaşır; o maiyyetin eb’âda sığmayan ferah-fezâ ikliminde sevinçle kanat çırpar; sürekli, şevkle şükür soluklar; mevsimi gelince, Hak huzurunda bulunmanın iştiyakıyla lâmekânî ve lâzamânî bir ufka erer ki, orada vicdanı her zaman:

فَإِذا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا

Bir de ben onu sevdim mi, artık onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli... (ilh.) olurum.” hakikatini duyar; ruhu da فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ fehvâsınca, cennetlerde, Rabbü’l-Âlemin’in civârında, Hz. Erhamü’r-Râhimîn’in maiyyetinde, Sultân-ı Akderu’l-Kâdirîn’in gücü ile hep sonsuza doğru pervâz eder durur. Artık, aynı hayat olan bu mertebede ne ölüm vardır ne de zevâl.. olsa olsa, nefis ve cismâniyet cihetiyle bir fenâ; kalb, ruh ve insânî lâtifeler itibarıyla da bir bekâ vardır ki; siz buna isterseniz “fenâ fillâh-bekâ billâh-maallah” da diyebilirsiniz. Böyle yüksek bir neticeye ulaşan sâlikin hayatında, üç tür soluk veya nefes söz konusudur: Havf soluğu, recâ soluğu, muhabbet soluğu. Nefis, cismâniyet ve beden adına önemli bir misyon eda ettiği gibi; havf, recâ ve muhabbet de kalbî, ruhî hayat hesabına ehemmiyetli birer dinamik sayılırlar. Yüce Allah’ın ululuğunu düşünmek, O’nun mehâfet ve mehâbetiyle oturup-kalkmak, annesinin itabından endişe duyup da, yine onun şefkatli kucağına sığınan yavrunun duyduğu mânevî hazzın kat katını insanın vicdanına ifaza eder. Evet, O’nun hakkında hüsnüzan edip, rahmetinin enginliğini mülâhazaya almak, öylesine ruhânî bir sürûrdur ki, eğer tecessüm etse, bir mânevî Cennet şeklini alır. O’nun eserlerinin çehresinde isimlerine ulaşmak, isimlerinin tecellî iklimlerinde dolaşıp sıfatlarını soluklamak, onların taalluk noktalarını mülâhazaya alarak zevkin hayret buutlu olanlarını duymak, tarifi, tavsîfi imkânsız öylesine engin ve rengîn bir hazdır ki, böyle bir mazhariyeti ancak bu ölçüde bir miracı gerçekleştiren şehsuvarlar duyabilirler. (“Hayat”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)

13 Yüksek düşünceleri, yüce gâyeleri, büyük ve evrensel projeleri ancak, her zaman yüksek uçabilen, uzun soluklu; yürüdüğü yolda hız kesmeden yürüyen, durduğu yerde kararlı duran, uhrevî zevklerle gerilmiş karasevdalılargerçekleştirebilir. (“Günümüzün Kara Sevdalıları”, Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

14 RUH VE KALB MÜCAHEDE VE MÜCADELE İLE KIVAM BULUR:

MUKADDES AZAP

İnsanoğlu bu dünyada, kendini bulma, özüne erme uğrunda, tehlikeleri çok, geçidi yok; önünde sarp dağların, derin derelerin bulunduğu upuzun bir yolda, seyahata mecbur edilmiş garip bir yolcudur. O, bilmediği bu uzun yolda, karşısına çıkan güçlüklerle pençeleşerek, sıkıntıları göğüsleyerek, derbentleri aşarak, varıp kendisine gösterilen hedefe ulaşmak zorundadır. Zira böyle bir yolculuk, herkese ancak bir kere nasib olmakta ve her ferdin ölümsüzlüğe ermesi de bu biricik seferle temin edilebilmektedir.

Hakk’ın en şanlı kulları, “bir an belâ-yı dertten cüdâ” kalmadılar. Milletlerinin önüne düşüp onları aydınlığa çıkaranlar da... Günümüze kadar ter ü tâze fikirleri ve orijinal tesbitleriyle insanlığın ölümsüz rehberlerinden biri sayılan Ebû Hanîfe, saygısızca hırpalandı, zindanlara atıldı ve inim inim bir hayat yaşadı. Ahmet bin Hanbel, âdi bir insan gibi tartaklandı ve bayağılardan bayağı işkencelere maruz bırakıldı. Hem de yıllarca!.. Serahsî, koca kâmûsunu (el-Mebsût) habsedildiği kuyu dibinde te’lîf edip meydana getirdi. Ve daha çileli niceleri... Bu olgun rûhlar, âdeta preslerde sıkılıyor gibi işkencelere uğratıldıkça, başları gökler ötesi âlemlere yükseliyor ve aydınlanan gönülleriyle, milletlerin dirilişi yolunda, ebedî birer ışık kaynağı haline geliyorlardı. Campanella, zindanda; Cervantes esarette; Dostoyevski, kürek mahkûmu iken kendilerini keşfedebilmiş ve milletlerinin gönüllerinde ölümsüzlüğe ulaşmışlardı...

İnsanlığa hizmet düşüncesini taşıyan herkes, vazifesinin Kudsi, seferin uzun, yolların da yokuş olduğunu ve bu yolda, çeşitli şirretliklerle karşılaşacağını, her köşe başında ölümle burun buruna geleceğini, bir canî, bir serseri gibi hakarete uğratılacağını; hattâ çok defa insanca yaşama haklarından mahrûm bırakılacağını bilip, bu Kudsiler yoluna öyle baş koymalıdır. Yoksa, bir kısım çilesiz ham ruhların, çok ehemmiyetsiz sıkıntı ve mahrumiyetlerden ötürü, yol ve yön değiştirme ihtimâlleri vardır.

Âh miskin ruh! Yağmur yağsın, yalnız gök gürlemesin; etraf, zümrüt gibi yemyeşil olsun ama hiçbir tohum çürümesin, hiçbir dâne zâyi olmasın; analar çocuklar doğursun fakat ızdırap ve sancı çekmesin... Yani, feleğin geniş dairedeki çarkı ve hikmetli nizamı senin hendesene göre hareket etsin, istiyorsun!! Hayır, hayır! Sen bu dünyaya sırf keyif sürmek, heva ve hevesine göre yaşamak için gelmedin. İnsânî kabiliyetlerinin inkişâf ettirilmesi, mâhiyetindeki yüceliklerin tomurcuklaşıp ortaya çıkması, içinin aydınlanıp Hakk’ı aksettiren bir ayna haline gelmesi için, tekrar tekrar potalara konup ateşe arzedilecek, defalarca iğneli fıçılardan geçirilecek, defalarca ırgalanacaksın!

Yol bu, töre bu, gerisi aldanma ve heves!

Gevşeklik göstermeyiniz; tasalanmayınız,

İnanıyorsanız mutlakâ üstünsünüz!”

İşte yüreklere derman, diriltici nefes! (Buhranlar Anaforunda İnsan)

15 VİCDAN MEKANİZMASI VE EKİPMANLARI:

İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan lâtîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridatıyla zihin ve ihsas televvünlü his halîtasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Farklı metafizik derinlikleri haiz olan bu sistemde her zaman bilkuvve (potansiyel olarak), iradenin sesini-soluğunu, “latîfe-i rabbâniye”nin sezi ve müşahedelerini, zihnin şuur menbalı bilgi ve müktesebâtını, hissin ihtisas dalga boylu sübjektif mevhibelerini ve ihsas televvünlü mârifet çağlayanlarını duyup sezmek mümkündür.

Şimdi isterseniz bu önemli konuyu da yine Bediüzzaman’ın veciz bir mütalâasıyla hulâsa edip noktalayalım: İyiyi kötüden ayırt edip iyilikten lezzet ve inşirah duyan, kötülüklerden de muzdarip ve mükedder olan vicdan dediğimiz fıtrat-ı zîşuurun, lâtife-i rabbaniye, irade, zihin ve his gibi dört ana unsuru vardır ki, bunlar aynı zamanda ruhun da hâsseleri sayılırlar. Değişik vazife ve fonksiyonlarının yanında bunlardan her birerlerinin bir de gâyetü’l-gâyâtı vardır: İradenin ibadetullah, zihnin mârifetullah, hissin muhabbetullah, lâtife-i rabbaniyenin de müşahedetullahtır.. ve takva denilen ibadet-i kâmile de işte bu dört hususu tazammun etmektedir ki, Şer’-i Şerif bunları hem tenmiye, hem tehzib hem de gâyetü’l-gâyâta sevketmektedir. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)

16 VİCDAN DARLIĞININ SEBEBLERİ VE ÇARESİ:

kötü ahlak, insanda darlık hâsıl eder. Vicdan, cehalet, kibir, gurur, bencillik, kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. Mesela; bir insanda çekememezlik ve kıskançlık da diyebileceğimiz “haset” marazı mevcutsa, o kimse, kendisinden başkasının başarısını, zenginliğini, güzelliğini, ilmini, mutluluğunu... çekemez; kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya mevhîbelerin başkasında bulunması karşısında rahatsızlık duyar. Hakk’ın takdirine rıza göstereceğine, kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini ister; hadiseler arzu ettiği gibi gitmeyince de kaderi tenkit eder ve sürekli hezeyan yaşar.

Soru: “Vicdan Genişliği” ne demektir; bir insanın vicdanının geniş ya da dar olmasının tezahürleri nelerdir?

Vicdan genişliği” iman, ilim, marifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlık hisleriyle mamur bir gönlün, engin bir himmetle bütün insanlığı kucaklaması, kalb kapılarını herkese açması, hep affedici, bağışlayıcı, mürüvvetkâr olması ve özellikle de bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedî mutluluğunu istemesi şeklinde tarif edebileceğimiz bir ruh yüceliğidir. Diğer bir ifadeyle, “vicdan genişliği” veya “vicdanın inkişafı”, bir insanın, kendi acz u fakr ve ihtiyaçlarının farkında olarak ve bunları karşılayacak bir güç ve kuvvete dayanma lüzumunu duyarak iman, teslim ve tevekkül ile Zât-ı Ulûhiyet’e sığınmasının yanı sıra, her türlü bencilce tavırdan sıyrılarak isminin özündeki ünsiyete yönelip mahiyetindeki içtimaî ruha uygun hareket etmesidir.

Vicdanın İnkişafı

İman, ilim, marifet ve muhabbet şualarıyla aydınlanmış ve inkişaf etmiş bir vicdan, Yaratan’dan ötürü herkese karşı alâka duyar; karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür, desenler temâşâ eder, sesler dinler.. ve bütün varlığın ünsiyet solukladığını hisseder gibi olur; böylece her şeye ve herkese hep sımsıcak mukabelede bulunur. Öyle ki, sadr u sinesi cihanları istiâb edecek kadar genişler; benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekanla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir. Böyle bir gönül, insanî duygularının gelişmesi, genişlemesi nispetinde her zaman ferdiyetini aşar, âdeta küllîleşir; bütün inananları kucaklar, herkese el uzatır ve topyekün insanlığı en içten duygularla selamlar. (Diriliş Çağrısı)

17 SULÜK, SEYR-İ SULUK NEDİR?: Sülûk; vuslata istidat kazanmak, vuslat temâdisinin önemli bir vesilesi sayılan sürekli yolculuk mülâhazasıyla yaşamak, fena huylara karşı her zaman ciddî bir tavır içinde bulunmak, yaşaya yaşaya ahlâk-ı haseneyi tabiatının bir derinliği hâline getirmek, Hakk’ın kenzen bilindiği kalb evini, O’nun teveccühlerini konuk etmek için ağyar duygu ve endişelerinden temizlemek ve iç âleminde her an, azizlerden aziz bir misafiri ağırlamaya hazır bulunmak demektir ki, İbrahim Hakkı bu mülâhazaları şöyle seslendirir:Dil beyt-i Hudâ’dır ânı pâk eyle sivâdan, Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” Başta da işaret edildiği gibi “sülûk” tabiri, böyle tek başına kullanıldığı gibi, “seyr u sülûk” şeklinde de kullanılagelmiştir. Bazen buna bir de “ruhânî” kelimesi ilave edilerek “seyr u sülûk-i ruhânî” denmiştir ki, bunların hemen hepsiyle anlatılmak istenen şey, Hakk’a vasıl olmak için, O’ndan gayrı her şeyden –tabiî bu şeylerden kendi nefislerine ve bizim heveslerimize bakan yönleri itibarıyla– yüz çevirerek sadece ve sadece O’na yönelmek; O’na tahsis-i nazar etmek; yolunu sarpa uğratmayacak Kur’ân ve Sünnet mümessili zahidlerin vesâyetinde bulunmak; vesvese, şüphe, tereddüt ve hayret hâllerinde onların irşadlarına başvurmak; acz, fakr ve ihtiyaçlarının şuurunda olarak her hâlinde O’na muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak; gönlünü, aşk u şevkle; hissini, ilâhî tecellîlerin müşahedesiyle; irade ve bütün lâtifelerini istiğfarla –yani şer meyelanlarının köklerini kurutmak ve dua ile hayır temayüllerinin sürgünlerini güçlendirmekle– şahlandırmak, beslemek ve takviye etmek... gibi hususlardır. (“Seyr-u Sülûk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2) Seyr u sülûk-i ruhanîde; letâif-i aşere (on lâtife) veya yedi nefis mertebesine bağlı olarak kalbî ve ruhî hayat derecesini elde etme, erbabınca müteâref bir yöntemdir ve çile disiplini dahil bugüne kadar insan-ı kâmil olmanın biricik yolu kabul edilegelmiştir. Ancak, hem seyr-i ruhânî hem de onun içinde önemli bir yer işgal eden çile vasıtasıyla kazanılmış mertebe, derece, mevhibe ve vâridata ulaşmanın başka alternatiflerinin bulunduğu da bir gerçek. Bilhassa bu alternatifler arasında, bir mânâda, peygamberlik hakikatinin tecellîsi ve sahabî mesleğinin inkişaf ettirilmesi yolu da diyebileceğimiz farklı yöntemler de vardır. (“Seyr-u Sülûkte Bir Başka Çizgi”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)  

KONUYLA İLGİLİ AYETLER

  1. Uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz. Gerçekten Allah iyilik edenlerle beraberdir.” (Ankebut Sûresi (29), 69)

  2. Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et!” (Hicr Sûresi (15), 99)

  3. Rabbinin adını an, bütün varlığınla yalnız O’na yönel!” (Müzzemmil Sûresi (73), 8)

  4. Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını (mutlaka) görür.” (Zelzele Sûresi (99), 7)

  5. Hayır olarak kendiniz için önceden ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve mükâfatı daha büyük olarak bulursunuz.” (Müzzemmil Sûresi (73), 20)

  6. Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu bilir.” (Bakara Sûresi (2), 273)

KONUYLA İLGİLİ HADİSLER

عن أبي هريرة رضي اللَّه عنه قال قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم: «إِنَّ اللَّه تعالى قال: منْ عادى لي وليًّاً. فقدْ آذنتهُ بالْحرْب. وما تقرَّبَ إِلَيَ عبْدِي بِشْيءٍ أَحبَّ إِلَيَ مِمَّا افْتَرَضْت عليْهِ: وما يَزالُ عبدي يتقرَّبُ إِلى بالنَّوافِل حَتَّى أُحِبَّه، فَإِذا أَحبَبْتُه كُنْتُ سمعهُ الَّذي يسْمعُ به، وبَصره الذي يُبصِرُ بِهِ، ويدَهُ التي يَبْطِش بِهَا، ورِجلَهُ التي يمْشِي بها، وَإِنْ سأَلنِي أَعْطيْتَه، ولَئِنِ اسْتَعَاذَنِي لأُعِيذَّنه» رواه البخاري.

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Allah Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur.’ dedi:

Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harb ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikak 38)

***

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in Rabbinden rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Kul(um) bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım. ” (Buhârî, Tevhîd 50. Ayrıca bk. Müslim, Zikir 2, 3, 20-22, Tevbe 1; Tirmizî, Daavât 131; İbni Mâce, Edeb 58)

***

İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit. ” (Buhârî, Rikak 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 1; İbni Mâce, Zühd 15)

Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, gece ayakları şişinceye kadar namazı kılardı. Hz. Âişe (r.anhâ) diyor ki, kendisine:

Niçin böyle yapıyorsun (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsun) ey Allah’ın Resûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır, dedim.

– “Şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîru sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd 6, Rikak 20; Müslim, Münâfikîn 79-80)

Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Ramazan ayının son on günü gelince, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem geceleri ibadetle ihyâ eder, ailesini uyandırır, kulluğa soyunup paçaları sıvardı.” (Buhârî, Leyletü’l-kadr 5; Müslim, İ’tikâf 7)

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Kuvvetli mü’min, (Allah katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’tan yardım dile ve asla acz gösterme. Başına bir şey gelirse, ‘şöyle yapsaydım, böyle olurdu’ diye hayıflanıp durma. ‘Allah’ın takdiri bu, O, ne dilerse yapar’ de. Zira ‘eğer şöyle yapsaydım’ sözü şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader 34. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 10.)

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır. ” (Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 22; Tirmizî, Cennet 21; Nesâî, Eymân 3)

Ebû Abdullah Huzeyfe İbnü’l-Yemân radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Bir gece Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında namaz kıldım. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden herhalde yüz âyet okuyunca rükû eder, dedim. O yüz âyetten sonra da okumaya devam etti. Ben yine içimden bu sûre ile namazı bitirecek, dedim. O yine devam etti. Bu sûreyi bitirip rükû eder dedim, etmedi. Nisâ sûresi’ne başladı; onu da okudu. Sonra Âl-i İmrân sûresi’ne başladı; onu da okudu. Ağır ağır okuyor, tesbih âyetleri gelince tesbih ediyor, dilek âyeti gelince dilekte bulunuyor, istiâze âyeti geçince Allah’a sığınıyordu. Sonra rükûa gitti. “Sübhâne rabbiye’l-azîm (büyük rabbimi tenzîh ederim)” demeye başladı. Rükûu da aşağı-yukarı ayakta durduğu kadar uzun oldu. Sonra “semiallâhu limen hamideh, rabbenâ leke’l-hamd (Allah, kendisine hamd edeni duyar, hamd yalnız sanadır ey rabbimiz)” dedi ve kalktı. Hemen hemen rükûna yakın uzunca bir süre ayakta durdu. Sonra secdeye vardı ve “sübhâne rabbiye’l-a’lâ (yüce rabbimi tenzih ederim)” dedi. Secdesini de aşağı-yukarı kıyâmı kadar uzattı. ” (Müslim, Müsâfirîn 203)

İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir gece Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in arkasında namaz kıldım. Ayakta o kadar uzun durdu ki, en sonunda, içimden hoş olmayan bir şey yapmayı bile geçirdim.

Ne yapmayı düşündün? dediler.

Peygamber’i ayakta bırakıp oturmayı düşündüm, dedi. (Buhârî, Teheccüd 9; Müslim, Müsâfirîn 204)

Enes radıyallahu anh’den, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır. ” (Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 46; Nesâî, Cenâiz 52)

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Cennet size, ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir. ”(Buhârî, Rikak 29.)

Resûlullah’ın hizmetkârı ve Ehl-i suffe’den olan Ebû Firâs Rebîa İbni Ka’b el-Eslemî radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gecelerdim. Abdest suyunu ve öteki ihtiyaçlarını ona getirirdim. Buna karşılık bir keresinde bana:

– “Dile (benden ne dilersen)” buyurdu. Ben:

Cennette seninle beraber olmayı isterim, dedim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Başka bir şey istemez misin?” buyurdu. Ben:

Benim dileğim bundan ibarettir, dedim. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:

– “Öyleyse çok namaz kılıp secde ederek, kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu. (Müslim, Salât 226. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 22; Nesâî, Tatbîk 79)

Ebû Abdullah (veya Ebû Abdurrahman) Sevbân radıyallahu anh’den -ki kendisi Resûlullah’ın azadlı kölesidir- rivayet edildiğine göre o “Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim” demiştir:

Çok secde etmeye bak! Zira senin Allah için yaptığın her secde karşılığında Allah seni bir derece yükseltir ve bir hatânı siler. ” (Müslim, Salât 225. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 22; Tirmizî, Salât 169; Nesâî, Tatbîk 80, 89)

Ebû Safvân Abdullah İbni Büsr el-Eslemî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

İnsanların en kârlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır. ” (Tirmizî, Zühd 21, 22)

***

Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Amcam Enes İbni Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı’na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:

– “Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette Allah Teâlâ görecektir” dedi.

Sonra Uhud Savaşı’nda Müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. Müşrikleri kastederek de “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu sana arzederim” deyip ilerledi. Sa’d İbni Muâz ile karşılaştı ve:

Ey Sa’d! istediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d (olayı anlatırken) “Ben onun yaptığını yapamadım, ya Resûlallah” dedi.

Enes radıyallahu anh devamla şöyle dedi:

Amcamı şehit edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı.

Enes dedi ki, biz şu âyetin amcam ve amcam gibiler hakkında inmiş olduğunu düşünmekteyiz:

Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir” [Ahzâb sûresi (33), 23]. (Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148)

Ebû Mes’ûd Ukbe İbni Amr el-Ensârî el-Bedrî radıyallahu anh şöyle dedi:

Sadaka âyeti inince, biz sırtımızla yük taşıyarak, (hammallık yaparak) sadaka vermeye başladık. Derken bir adam geldi çokca sadaka verdi. Münâfıklar, “Gösteriş yapıyor” dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma getirdi. Yine münâfıklar, “Allah’ın, bunun bir ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur” dediler. Bunun üzerine, “Sadakalar hususunda gönülden veren mü’minleri çekiştiren ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay edenler yok mu, Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azab vardır” [Tevbe sûresi (9), 79] âyeti indi. (Buhârî, Zekât 10; Müslim, Zekât 72)

Saîd İbni Abdülazîz’in Rebîa İbni Yezîd’den; Rebîa’nın Ebû İdrîs el-Havlânî’den, onun Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde radıyallahu anh’den; Ebû Zer’in Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den; onun da Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretlerinden rivayet ettiğine göre Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

Kullarım! Ben zulmetmeyi kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyiniz.

Kullarım! Benim hidâyet ettiklerim dışında hepiniz sapıtmışsınız. O halde benden hidâyet dileyin ki sizi doğruya ileteyim.

Kullarım! Benim doyurduklarım hariç, hepiniz açsınız. Benden yiyecek isteyin ki sizi doyurayım.

Kullarım! Benim giydirdiklerim hariç, hepiniz çıplaksınız. Benden giyecek isteyin ki sizi giydireyim.

Kullarım! Siz gece-gündüz günah işlemektesiniz, bütün günahları afveden de yalnızca benim. Benden af dileyin ki sizi bağışlayayım.

Kullarım! Bana zarar vermek elinizden gelmez ki, zarar verebilesiniz. Bana fayda vermeye gücünüz yetmez ki, fayda veresiniz.

Kullarım! Evveliniz ahiriniz, insanınız cinleriniz, en müttaki bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümde herhangi bir şey arttırmaz.

Kullarım! Evveliniz âhiriniz, insanınız cinleriniz, en günahkâr bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümden en küçük bir şey eksiltmez.

Kullarım! Evveliniz âhiriniz, insanınız cinleriniz bir yerde toplanıp benden istekte bulunacak olsalar, ben de her birine istediğini versem, bu benim mülkümden ancak, iğne denize daldırılıp çıkarıldığında denizden ne kadar eksiltebilirse işte o kadar azaltır. (Yani hiç bir şey eksiltmez. )

Kullarım! İşte sizin amelleriniz. Onları sizin için saklar, sonra onları size iâde ederim. Artık kim bir hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa öz nefsinden başka kimseyi ayıplamasın. ”

Saîd İbni Abdülaziz dedi ki, Ebû İdris el-Havlânî bu hadisi rivâyet ettiği zaman dizleri üzerine çöküverdi. (Müslim, Birr 55)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 01/02/2020