ÇİLE, (Çağlayan Dergisi, Kasım 2019)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/02/2019
Clap

Asgarîsi kırk gün olması itibarıyla, kelimeyi Farsça aslına ircâ ederek “çile” dedikleri gibi, bazen de o kelimenin Arapça karşılığıyla “erbaîn” de demişlerdir. Kırk demek olan erbaîn, tam kırk gün demek değildir; bu süre bazen gün, bazen hafta, bazen ay, bazen de senelerce sürebilir..

Çilenin mana ve mahiyeti

Zevk u sefadan bütün bütün el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde katlanılan sıkıntı, eziyet mânâlarına gelen çile; hak yolcusunun, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi adına, asgarî kırk gün[1] olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşamasına denir ki, bu süre zarfında derviş, yeme-içme, uyuma-konuşma.. gibi hususlarda zaruret sınırları içinde kalarak, vaktinin büyük bir bölümünde ibadet, zikir, fikir, murakabe ve muhâsebe ile meşgul olur[2] ve âdeta ölmeden evvel ölmüş gibi davranarak, sürekli ölüm temrinleriyle nefsânîliği açısından fenâ bulur[3] ve ruhunun bütün menfezleriyle Hakk’a açık[4] bir hakikat eri donanımıyla yeniden hayata[5] “bismillah” der ve Rabbine yürür.

 

Çile ve aktif vuslat beklentisi içinde hakk”a kurbet

Daha çok dervişlerin, tekye ve zâviyelerinin tenha bir köşesinde veya evlerinin âsûde bir hücresinde çekmeğe çalıştıkları çile; riyâzet mülâhazasının hatırlattığı hususları çağrıştıran, hatta bazı yanları itibarıyla onun fonksiyonlarını edaya vesîle olan bir Hakk’a kurbet hamlesi veya aktif bir vuslat beklentisidir. Asgarîsi kırk gün olması itibarıyla, kelimeyi Farsça aslına ircâ ederek “çile” dedikleri gibi, bazen de o kelimenin Arapça karşılığıyla “erbaîn” de demişlerdir. Kırk demek olan erbaîn, tam kırk gün demek değildir; bu süre bazen gün, bazen hafta, bazen ay, bazen de senelerce sürebilir.. bazen derviş, bütün bütün cismaniyetten sıyrılıp çıkmak ve nefs-i hayvânîsini[6] aşabilmek için ömür boyu bile çile çıkarabilir; çile ile oturur-kalkar.. kapılarını sürekli ızdıraba açık tutar.. dahası, Hak yolunda katlanılan şeyleri sevgilinin armağanı olarak kabul eder.. dertler, sıkıntılar, kederler ağırlaştıkça o, hayatı daha bir sever.. yaşadığını duyuyor olma neşvesi içinde musibetleri hoşâmedî ile karşılar ve Allah için başa gelen her şeyi aziz bir misafir gibi selâmlar; hatta bazı gönül erleri, onu belâ şeklinde insana ihsan edilmiş bir nimet kabul ederek, “hel min mezîd” (Kaf sûresi 50/30) deyip, artırılmasını bile istedikleri olmuştur.[7] Fuzûlî, Mecnûn’u konuşturma sadedinde bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade eder:

“Az eyleme inâyetini ehl-i derdden,

Yani ki, çok belâlara kıl müptelâ beni.”

Mevlânâ, ızdırap ve çileleri, her sabah kapımızı çalan bir misafire benzetir ve bu aziz misafirin i’zaz edilmesi gerektiğini vurgular:

هَر دَمِى فِكرى چو مهمَانِ عَزِيز، آيَـد اندَر سِينَه هَر رُوز نِيز

رَسُـولِ غَم اگـر آيَـد بَر تُو، كَنَارَش گير هَمچون آشنَايِى

“Her an aziz bir misafir gibi gönlüne bir tasa, bir keder gelir çatar... Eğer sana bir gam elçisi gelirse, onu bir dost gibi karşıla, kucakla; zaten o da sana yabancı değil; yani, arada bir âşinalık var.”

Mevlânâ’nın bu düşüncelerini İbrahim Hakkı, çağının ifade urbasını giydirerek, şöyle seslendirir:

“Gelir çûn kalbine hüzün, elem, gam;

Çek onu sen, sana bil âşina hoş.

Nüzûl eyler kalbe havâtır Hak’dan,

Kabul et cümleyi, de: Merhaba hoş!

Müsafirdir gam, et izzet ona kim,

Gide senden Hudâ’ya her belâ hoş..

..................................

Cefâdan kaçma, nâmerd olma Hakkı,

Cefâdan merd-i Hak bulmuş safâ hoş.”

Eşrefoğlu Rûmî ise, zehirin şeker-şerbet kabul edilmesini salıklar ve:

“Eşrefoğlu Rûmî, yari sevenlerin budur kârı,

Ol dost için ağuları şeker gibi yutmak gerek.” der.

 

Çilenin esası, usûl ve âdabı

Bu yolda, belâ ve musîbetlerle içli-dışlı olmak, hiç olmazsa celâli-cemali bir bilmek, safâyı-cefâyı aynı görmek önemli bir esas kabul edilmekle beraber, halvethâne veya çilehâne hücrelerinde geçirilen “erbaîn”lerin kendine göre bazı usûl ve âdâbı vardır:

Dervişler dünyasında ana çizgileriyle çile; kırk gün veya birkaç tane kırk gün, meâlîye müştak hak yolcusunun duygu ve düşüncelerinin bulanmayacağı, kalb ufkunun kirlenmeyeceği müsait bir yerde, tamamen uhrevîliğe kilitlenerek, öteler ve öteler ötesi mülâhazalarıyla saflaşıp derinleşmesinin, kalb ve ruhun hayat seviyesine yükselerek ruhânîlerle aynı atmosferi paylaşmanın en kestirme yoludur ve bütün semâvî olan-olmayan ya da semâvî olduğu bilinmeyen din şeklindeki organizasyonlarda, ruha kendi gücünü kazandırma veya ruhun gücünü ortaya çıkarma mülâhazalarıyla başvurulagelen bir yöntemdir. Hem mistisizmi hem yogizmi hem de parapsikolojiyi alâkadar eden böyle bir konunun yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri olmasa gerek.

 

Çilenin temel kaynaklardaki mesnedleri

Sofîler, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ’nın, Rabbiyle mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını,[8] “erbaîn” de diyebileceğimiz “çile”ye bir me’haz ve mesnet kabul ettikleri gibi, İsrailoğulları’nın bir yerde zaaf gösterip, savaştan geri durmalarına karşılık, hem bir ceza hem de daha sonraki mücadeleleri adına bir hazırlık olması açısından, kırk yıllık “Tîh” hayatlarını[9] da önemli bir kaynak kabul ederler. Hristiyanlık’ta da Paskalya öncesi kırk günlük bir perhiz dönemi vardır ki, işte bu, onlarda da farklı bir “erbaîn”in var olduğunu gösterir. Her din ve sistem taraftarı, erbaîn’i farklı yorumlayıp farklı yaşasa da, semâvî dinler ve gayri semâvî organizasyonların hemen hepsinde çilenin var olduğu söylenebilir.[10] Hatta tam kırk gün olmasa da, Kitap ve Sünnet’le müeyyed bulunan itikâfı da böyle bir tecrid[11] ve tecerrüd hamlesi içinde zikretmek mümkündür.

Ayrıca, bu konuda hem İslâm dünyasında hem Yahudilik ve Hristiyanlık âleminde, hem de Müslümanlar arasındaki farklı mezhep ve düşünce sistemlerinde ister çile unvanıyla, ister erbaîn nâmıyla, hem nefislerin tezkiyesi hem de ruhların terbiyesi adına, belli bir süre için bir tecrid ve tecerrüdden, bir halvet ve inzivadan hep bahsedilegelmiştir. Bizim dünyamızda böyle bir tasfiye ve tezkiye şimdiye kadar hep çilehâne veya halvethânelerde gerçekleştirilmiştir; başkalarınınki de, kendilerine mahsus mâbedlerin bir köşesinde...

 

Çile ve Erbainin zahiri ve iç mana açısından yapılış keyfiyeti

Derviş, bağlı bulunduğu mürşidin rehberliğinde bu çilehâne veya halvethâneye girer.. orada tam bir inziva hayatı yaşar.. az yer, az uyur, az konuşur.. günlerini tamamen ibadetle geçirir.. her gününü, her gecesini farklı bir muhâsebe ile değerlendirir, farklı bir murakabe ile derinleştirir.. sürekli zikirle kalbine hayat üfler, fikirle enfüs-âfâk arası seyahatten seyahate koşar.. kalbî ve ruhî hayata sıkı tutunarak bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır ve her zaman gönlünün bir yanından kendine aralanan kapının arkasını, halvette halveti, uzlette de vahdeti görmeğe, duymaya çalışır.. bu yolda en küçük şafak emarelerini bile, kalbinin yamaçlarında gerçek birer tülû gibi müşahede etme, rasat etme noktalarını araştırır.. imkânlarının sınırlılığını, iradesinin yetmezliğini acz u fakr iniltileriyle dile getirir; getirir ve Hakk’ın sonsuz kudretiyle ümidini şahlandırır.. nâçâr kaldığı yerde kendisine sürpriz bir şekilde bir kapı aralanacağı recâsıyla, sık sık:

“Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden”

(M. Lütfi)

der ve en miskin bir dilenci gibi hâlini, o her şeye nigehbân Rabbine arz eder. Mârifeti, muhabbeti arttıkça, o da Rabbiyle münasebetlerini daha bir derinleştirerek, sadece O’nu görüp, O’nu duyup, O’nu düşünmeğe himmetini hasreder.. ve en zarûrî ihtiyaçlarını dahi asgarîye indirerek, âdeta ruhânîler gibi, bütün bütün cismaniyetin üstüne çıkarak, evvelâ ahvâl ve evsafında, sonra da zâtında semâvîlere mahrem-i râz olur ve kurb-i sultanda üns esintileri teneffüs etmeğe başlar.

* * *

Çilenin fert ve istidatlara göre farklılığı

Çile hep aynı olsa da, dervişler onu, biraz istidatları biraz da mukavemetlerine göre farklı farklı çıkarırlar.[12] Kimileri, dünyevîlikten tamamen sıyrılarak, gece-gündüz demeden, yemez-içmez-uyumaz; bunlara ciddî ihtiyaç hissedince de, “def-i belâ” kabîlinden hepsini geçiştirir ve sürekli zikir, fikir ve ibadetle dopdolu yaşar.. kimileri, bedenî ve cismanî ihtiyaçlarını ölmeme çizgisinde götürür ve ötesini israf sayar.. kimileri, hayatın her saniye, salise ve âşiresini duyma gayreti gösterir ve zamanın en küçük bir parçasının bile kurbet yolunun dışında geçip gitmesine fırsat vermez.[13] Saatler gelip geçer, haftalar birbirini takip eder, elemler ve ızdıraplar içinde mahrumiyetler uzar gider de, çileyi artık bir yaşam biçimi olarak duymaya başlamış derviş, “erbaîn”lerin bitmesini kat’iyen istemez. Gerçi Sofiye usûlüne göre, kırk gün tamam olunca rüya ya da daha başka müşahedelere binaen dervişin halvet durumu gözden geçirilir; iç dünyasının atlasına kalbî, ruhî hayat seviyesini aksettiren birinin, belli merasimlerle “erbaîn”leri sona erdirilir ve çileye bir nokta konur ama, tezkiye ve arınmanın tamamlanmamış olması mülâhazasıyla da, yeni erbaîn fasılları her zaman söz konusu olabilir.

 

Usul ve Meşreb farklılığına rağmen çilenin hedef ve maksadı hep aynı; İnsan-ı kamil

Çile ile alâkalı Mevlevîlerin upuzun merasimleri olduğu gibi, Farsların, Azerîlerin, hatta bir kısım Bektaşîlerin de kendilerine göre bir hayli renkli merasim ve şölenlerinin olduğunu kitaplar yazıyor. Derviş, hangi yol ve hangi sisteme mensup olursa olsun, çileden maksad; nefsin tezkiyesi, ruhun tasfiyesi, ve onun kendi iç dünyasını keşfedip tanıması; tanıyıp nefis veya ruh mertebeleri itibarıyla her gün yeni yeni seyahatlerle daha farklı buudlara açılması ve kalbî hayat öne çıkarılarak bu rampadan sırra, hafîye, ahfâya yürünmesi, mürid-mürşid arası münasebetlerin teessüsü, emre itaatteki inceliklerin anlaşılması; ruha tevâzu, mahviyet ve hacalet ahlâkı kazandırılarak,

 كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunun gönüllere yerleştirilmesi.. gibi esaslardır. Çile ortamında, ister mürşid tarafından, ister sâlikin kendi iç mülâhazalarından almak istediği ruh ve mânâ işte budur. Bütün bunlarla ulaşılmak istenen hedef de insan-ı kâmil olmaktır.

 

Çile; daha kısa, daha güvenli ve daha geniş bir yol

Ancak, böyle uzun merasimlere girmeden, iç dünyamızla bütünleşmiş acz u fakr, şevk ü şükür mülâhazasıyla, vilâyet-i kübrâ varisi bir rehberin gözetiminde; meşru dairedeki zevk ve lezzetlerden istifade ederek; ama şüpheli şeylerden de kaçınarak fevkalâde bir takvâ, fevkalâde bir zühd ve fevkalâde bir ihlâsla da aynı neticelere ulaşmak mümkündür.[14] Elverir ki, haramlara girilmesin, şüpheli şeylere karşı hassas davranılsın ve helâl olan nesnelerde de ihtiyaç ölçüsüne bağlı kalınsın.

 

Çilenin sahabicesi

Aslında, davâ-yı Nübüvvet’in varisleri için çile, halvethâne ve çilehânelerdeki uzlet-ibadet.. halvet-evrâd ü ezkâr.. terk-i râhat–ihtiyar-ı azap.. mâsivâdan kat-ı alâka–mânevî füyûzât hisleri.. gibi, biraz da meşakkatli temrinât yerine, halk içinde Hakla beraber olma.. İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarla çevrede ibadet iştiyakı uyarma.. açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme.. şahsî füyûzât arzu ve isteklerine karşılık, herkeste inanma duygularını geliştirmekten ibarettir ki[15], bu, aynı zamanda Sahabî mesleğidir.

Bu mânâda çile, şahsî hayatımızın tekâmülü kadar, hatta onun da ötesinde ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ülü’l-azmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır. Evet çile, hakikat erinin her gün birkaç kere ölüp ölüp dirilmesi, her zaman hayatı ve memâtı iç içe yaşaması, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sinesinde hissetmesi, maddî-mânevî her muzdaribin ızdırabını ruhunda duyması, “ızdırabı çekmeyen bilmez” bencilce mülâhazasına karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına iki büklüm olup kıvranması demektir.

 

İmanın ve İslam’ın Çilesi ve en büyük çilekeşler

İnkâr ve ilhad fırtınaları karşısında dişini sıkıp aktif bekleyişe geçmek en büyük çile.. cahiller arasında yaşamaya katlanıp, onları aydınlatmaya çalışmak muzaaf bir çile.. insanî ve İslâmî değerleri tanımayıp, dini, imanı hafife alan nâdanlarla uğraşmak mürekkep bir çile.. bütün bu çile vesilelerinin birden yaşandığı ve

“Dostun bî-vefâ, feleğin bî-rahm, devrânın bî-sükûn

Derdin çok, dermanın yok, düşmanın kavi, talihin de zebûn”

olduğu bir atmosferde sürekli Hakk’ı soluklayıp durmak, hayatı zehir gibi yudumlayarak yaşamak mük’ab bir çile ve hak yolcusunu amûdî (dikey) olarak semâvîleştirecek bir hamledir.

Bu mânâdaki çile kahramanlarının merkezini enbiya-yı izâm tutar; sağ ve sol cenahlarda ise evliyâ asfiyâ yerlerini alır.

[16] أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اْلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ bunu ifade eder ve musibetlerin şiddetiyle, çilekeşlerin salâbeti arasında tam bir münasebetin bulunduğunu hatırlatır.

 

 Çilekeşin azlığı ve YALNIZLIĞI

Çilenin çile olması, biraz da onu çekenlerin azlığına bağlıdır. Herkesin, her zaman maruz kaldığı, biraz da ayağa düşmüş ızdırap ve sıkıntılara çile denmez. Ona çile demek çileye saygısızlıktır. Çile, yalnız duyulur, yalnız yaşanır; ve o, ancak çilekeşlerin azlığı ölçüsünde kendini tam hissettirir. Kuyuya atılmakla çilesi başlayan Hz. Yusuf aleyhisselâm, hâlinden, yolundan ve dilinden anlamayan firavunlar ülkesinde onun muzaafını yaşamıştı; yaşamış, derken peygamberlik çerçevesi ve mukarrebîn ölçüsünde, müstakbel pâyesi adına birkaç defa tepeden tırnağa arınmıştı. Âdem Nebî (s.a.s.) ağlayarak çile atmaya çalışmış; Nuh Peygamber, kıyamet ölçüsündeki hâdiseleri göğüsleyerek.. Hazreti Halil, farklı buudlarda hep bir ateş çemberi içinde dolaşarak.. Hazreti Kelîm, gücün, kuvvetin tuğyanına karşı savaşarak.. Hazreti Rûhullah, darağaçlarının ölüm edalı gölgeleri altında insanları Allah’a çağırarak.. ve Hazreti Rûhu Seyyidi’l-Enâm, bunların bütününe denk musibetler ağında ağlayarak, inleyerek ve başkalarını kurtarma adına ocaklar gibi yanarak, fakat gam izhar etmeyerek hep çilenin mük’abıyla içli dışlı olmuştu.

 

En büyük çile; Fikir çilesi

Dünden bugüne daha yüzlerce çilekeş, çektiklerini düşünmeyecek kadar teslimiyet içinde, belki de sermest olduklarından, en korkunç musibet ve ızdıraplarla yaka-paça olurken dahi, sadece yaşatmanın zevkini duymuş, belâları “eyvallah”la selâmlamış ve yollarına devam etmişlerdi. Çile ve ızdırabın en büyüğü fikir çilesi ve ızdırabıdır.[17] Düşünme, düşündürme ve koskoca kâinatlar ağırlığındaki muammaların altına girerek, varlık bilmecesinin sırrını çözmeğe çalışmak, en sarp uçurumlardan daha derin ve daha sarp meseleler karşısında pes etmeden sürekli uğraşmak ve düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak; sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin hazmedebilecekleri ölçüde hulâsalandırarak, onlara da duyurup tattırmak, duyurup tattırmak ve bıkmadan, usanmadan bunu tekrar edip durmak.. evet işte, gözleri nebîler ufkunda, melekler kadar içten ve derin bu ızdırap süvarileri, zehirde panzehiri bulmuş, ateşte “berd ü selâm”a ermiş öyle bahtiyarlardır ki, onların ne erbaînlerinin sonu gelir ne de sonu gelen çileye onlar razı olur. Aslında onları bu çile cennetlerinden uzaklaştırmaya kalkışsanız da, uzaklaştıramazsınız; şayet uzaklaştırırsanız, ateşlerini söndürmüş ve onları da öldürmüş olursunuz.

Evet, işte hakikî dervişin ruhunu besleyen en temiz kaynak bu ölçüdeki çiledir.. ve o, hak erini sonsuza ulaştırmada en güçlü vesiledir.

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ،[18]

رَبَّنَا أَفْرِغ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ،[19]

وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ قُدْوَةِ الْغُرِّ الْمُحَجَّلِينَ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّابِرِينَ الصَّادِقِينَ.

 

 

[1] ÇİLE: Arapça “kırk” demek olan “erbaîn” ya da onun Farsçası “çile” tasavvuf ıstılahına girmiş kelimelerdir. Her iki kelime de, zevk u sefadan el çekerek, beden ve cismaniyeti aşma istikametinde, asgarî kırk gün olmak üzere, çetin bir perhiz ve disiplin içinde yaşama manâsına gelmektedir. Sofîler, Hazreti Mûsâ’nın, Cenâb-ı Hak’la mülâkat hazırlığı adına kırk günlük tasfiye faslını, İsrailoğulları’nın kırk yıllık “Tîh” hayatlarını ve hatta tam kırk gün olmasa bile, Peygamber Efendimiz’in Hira mağarasında geçirdiği günlerini “çile” ya da “erbaîn” dediğimiz bu uzlet ve halvet dönemine me’haz ve mesned kabul ederler.

Nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesi için disiplinli bir hayatı ihtiyar eden insan, bir mürşidin rehberliğinde tam bir inziva hayatı tecrübe etmek üzere bir çilehâne veya halvethâneye girer, orada az yer, az uyur, az konuşur… Zamanını tamamen ibadetle geçirir… Sürekli zikirle kalbine hayat üfler, gönlüne ötelerden bir pencere açılmasını ümit eder ve bütün benliğinde Rabbini duymaya çalışır. Bu halini kırk gün boyunca sürdürür. Şayet, bir erbaînde istediğini ve aradığını bulamazsa, ikinci bir erbaîn çıkarır; onda da olmazsa, ümidini üçüncü bir kırk güne bağlar. Çırağını böyle bir terbiyeye tabî tutan bir mürşit, ne yaptığını çok iyi bilir; talebesinin iç dünyasını iyi okur. Onun tavırlarına bakar; bazen firasetle, bazen fetanetle ve bazen de kerametle onu okur. Aslında okunmayacak gibi de değildir; zira, insan öyle bir kitaptır ki, hal, tavır ve davranışları okumasını bilenler karşısında kendini mutlaka ele verir. Bu açıdan da, mürşit, talebesinin bir ya da birkaç erbaîne daha ihtiyacı olduğunu söyleyebilir. Şu kadar var ki, bir insan bir eşikte kırk gün boyunca beklemiş, kapının açılması için gözünü o yana dikmiş ve vefa göstermişse, o vefası asla cevapsız kalmaz; mutlaka vefasına karşılık vefa bulur. O kapı ilk çalmada açılmamışsa bile ikinci ya da üçüncü defa çalındığında mutlaka aralanır. (İkindi Yağmurları; Gönülden Dile Hikmet Pınarı)

[2] ÇİLE VAKTİNDE ZAMANI DEĞERLENDİRME: Evet, tasavvuf büyüklerinin kıllet-i kelâm, kıllet-i taâm ve kıllet-i menâm şeklinde formüle ettikleri hususlar halvetin riyâzet yanını oluştururken, onun diğer yanını da “uzlet ani’l-enâm” teşkil etmektedir. Hak yolcusu, ölçülü yeme-içme, zaruret miktarı uyuma ve çok az konuşma kastıyla insanlardan uzak, tenha bir mekana kapanır. Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hatta cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur. Halvetin temeli zikrullahtır; halvethâneye kapanan kul kendisini her türlü geçici heveslerden ve dünya nimetlerinden kurtararak Hakk’a yönelmeli ve sürekli zikirle nefes alıp vermelidir. (Ölümsüzlük İksiri; Halk içinde Hak’la Beraber)

[3] ÖLÜM TEMRİNİ VE RİYAZET-İ NEFS: Bazılarına göre riyâzet, nefsin horlanıp hakir görülmesi şeklinde de yorumlanmıştır ki, bunu fenalıktan başka bir şey düşünmeyen “nefs-i emmâre”ye veya hodgâmlık cihetiyle insanın kendi kendini sıfırlayıp enâniyetten tecerrüdüne ya da şahsî arzuları itibarıyla “Ölmeden evvel ölünüz!” teklifine bir cevap sayılabilecek mahiyetteki bedenî istekleriyle ölme mânâsına hamletmek mümkündür. Bu itibarla da buna, “terbiye-i nefs” değil de “riyâzet-i nefs” demek daha uygun olur ki; tıpkı toprak gibi nefsin de didik didik edilip sürülmesi, bağrına iyi ve güzel şeylerin nüvelerinin saçılması, üzerine, varlığın esas unsurları sayılan su, hava ve ateşin salınması suretiyle yoğrulması, yumuşatılması ve güllere, çiçeklere kâselik yapabilecek kıvama getirilmesi demektir ki:

خَاك شُو خَاك تَا بَروُيد گُل                  كه بَجُز خَاك نِيست كهِ مَظهَر گُل

“Toprak ol toprak ki, gül bitsin; zira topraktan başkası gülün mazharı değildir..” sözleri de zannediyorum bu terbiye ve tekâmülü, bu mahviyet ve tevâzuu anlatmaktadır. (Kalbin Zümrüt Tepleri, 2; Riyazet)

***

ÖLÜM TEMRİNİ VE RABITAİ MEVT: Birisi: Rabıta-i mevttir. Yâni: Dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar

İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çileler ile, riyazetlerle nefs-i emmarenin öldürülmesine çalışmışlar. Sizler ey yarı vücudunun sıhhatını kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki; daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevalini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zata, nefs-i emmare elbette hevesat-ı rezile ile ve nefsanî müştehiyat ile onu aldatamaz, çabuk o nefsin belâsından kurtulur. (Yirmi Beşinci Lema, Yirmi İkinci deva s. 206)

[4] HAKK’A AÇIK: Soru: Halk arasında “Asfiyâ” diye meşhur olanlar var, bunlar kimlerdir ve temsil ettikleri makamlar nasıldır?

Cevap: Bunlar bir yönüyle, Hakk’a açık olması bakımından Enbiyanın makamını temsil ederler. Asfiyâ, Enbiyâ ile Evliyâ arasında bir makam işgal eder. Bunlar perdesiz, hailsiz Hakk’a nazır ve ilâhî tecellilere aşinadırlar. Eskiden kalelerde her ayın doğuş noktasını görebilmek için bir menfez tespit edip gedik açarlardı. İşte Asfiyâ da, Hakk’a karşı böyle bir rasat kabiliyet ve imkânıyla serfirazdır. Sizin en pes dediğiniz şeylerde bile onlar Hakk’ın tecellilerini görürler. Bunlarda ilk mevhibe, cebrîdir de, ama sonra inkişafla, iradeleriyle de Halık’a açılırlar. Hakka açık olunca, mülk âlemini seyrettikleri gibi, melekut âlimini de her zaman temâşâ edebilirler. Bu müşahede ve seziş firasetten farklı bir şeydir. Zira, ferasete bazen tecrübe ile ulaşılabilir.(Fasıldan Fasıla 1; Ruhî Hayat)

[5] HAYAT: Dirilik ve canlılık sözcükleri ile ifade edebileceğimiz hayat; cehâlet, dalâlet ve küfürle ölmüş bulunan kalbî hayatın, iman, mârifet ve muhabbetle dirilmesi demektir ki,

أَوَ مَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بهِ فِي النَّاسِ

“Ölü iken iman ile diriltip nûra erdirdiğimiz ve halk içinde o ışıkla yürüyen.” meâlindeki âyet buna işaret etse gerek.

Erbab-ı hakikatça hayat, beden ve cismâniyet zulmetlerinden kurtularak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmek demektir. Bu mazhariyetin, külliyet kesbetmiş bir fert olması itibarıyla, Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a bakan yanını وَكَذلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا “İşte, böylece sana emrimizden (kalblere diriliş vadeden Kur’an’ı vahyettik) âyeti; bütün dirilmeye namzet insanlara bakan yönünü de

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ امَنُوا اسْتَجيبُوا للهِ وَلِلرَّسُولِ إِذا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْييكُمْ

“Ey iman edenler, Peygamber sizi, din ve dünyanız itibarıyla dirileceğiniz şeylere dâvet ettiğinde, Allah ve Rasûlü’nün bu çağrısına icâbet ediniz!” fermân-ı Sübhânîsi ile te’lif etmek mümkündür... (Kalbin Zümrüt Tepeleri 2, Hayat)

[6] NEFS-İ HAYVANİ: Eğer nefs-i nâtıka sadece hayvanî ve cismanî arzularını yaşıyorsa, buna “nefs-i emmâre” veya “nefs-i hayvanî”, din u takvâ yolunda yürümekle beraber, sık sık düşüp-kalkıyor ve her defasında kendini sorgulayarak Rabbine yöneliyorsa, buna da “nefs-i levvâme”, fenalıklara karşı bütün bütün tavır alıp yüzü hep Rabb’ine müteveccih bulunuyor ve safveti ölçüsünde ilâhî mevhibelere de mazhariyet kazanıyorsa ona “nefs-i mülheme”, ihlâs-ı etem ve ubudiyet-i kâmile içinde Rabb’i ile münasebet ve muamelesi açısından vicdanı tam oturaklaşmış ise böylesi bir nefse “nefs-i mutmainne”, kendi murâdâtından vazgeçip Hakk’ın muradının itirazsız mümessili hâline gelmiş ise artık bu da bir “nefs-i râziye” ve Hak hoşnutluğunu en büyük bir gaye hâline getirmiş ve her zaman o istikamette davranıyor, o hedefi gözetliyor رَضِيتُ وَارْضَ عَنِّي “Ben razı oldum Sen de razı ol!” mülâhazalarıyla dolup boşalıyorsa bu da bir “nefs-i marziyye”dir. Bunun ötesinde, istidadı elveren ve ilâhî sıfatlarla ittisafa açık peygamberâne azim sahibi bir nefse de “nefs-i kâmile” veya “nefs-i sâfiye” denegelmiştir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 2, Seyr u Süluk)

[7] ÇİLENİN SEMERATI: Çile, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan ne de ruhla bütünleşmeden bahsedilemez.

Çile, hakikat erinin, her köşe başında sarmaş-dolaş olacağı acı; fakat vefalı yoldaşıdır. Upuzun yollar onunla yeknesaklıktan kurtulur. Hayat, onunla aydınlığa kavuşur ve kişi ancak onunla yaşamanın zevk ve şuuruna erer. Çilesiz hayat monoton, o olmadan yürünen yollar renksiz ve bıktırıcı ve bu yolların garib yolcuları da yaşamadan bezmiş talihsizlerdir.

Ruh, çile ile kemâle erer. Gönül, çile ile inkişâf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür. (Buhranlar Anaforunda İnsan, Çile)

[8]          Bkz: Bakara sûresi 2/51; A’râf sûresi 7/142

[9]          Bkz: Mâide sûresi 5/26.

[10] ÇİLENİN DEĞİŞMEZLİĞİ: Halvette esas olan, rûhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, O’nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi, ilham esintilerine mazhariyeti, hattâ “bî kem u keyf” Hak’la söyleşmesi -ki, erbâbı ona “necvâ” der- gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lutfedilen birer mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de sû-i edeptir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabil şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş, istidrac olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak:

“Allah’ım, sen o vâridâtı arzu edenlere ver;

Bana sadece dîdârına giden yolları göster.”

demiş ve sürekli O’na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.

Erbâbınca hep böyle değerlendirilegelen halvet, bazı mutasavvifînce, çerçevesi biraz daha daraltılıp sûrî inzivalara bağlanarak, çilehanelerde “kıllet-i kelâm”, “kıllet-i taâm”, “kıllet-i menâm” ve “uzlet ani’l-enâm” şeklinde yorumlanmıştır ki; biz bunu, “Çile” ya da “Erbaîn” başlıklarıyla sunmaya çalıştığımız konulara bağlayabiliriz. Meseleye bu zâviyeden yaklaşan mutasavvifûn; teferruatta bir kısım farklılıklar arz etse de, hemen her dinde ve her ruhânî sistemde halvetin var olduğundan bahisler açmış ve onun evrenselliğini vurgulamışlardır. Onlar, Hz. Musa (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü ves-selâm)’nın Eyke’deki on senelik ikametini, Tur’daki kırk günlük mîkâtını, İsrailoğulları’nın Tih’deki kırk senelik maceralarını, Hz. Meryem’in وَاوَيْنَاهُمَا إلَى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ “Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.” âyetiyle anlatılan uzletini, nihayet Hz. Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) “tehannüs” unvanıyla Hira’daki ibadete bağlı yalnızlığını hep halvet şeklinde yorumlamış ve O’nun ruh tasfiyesi ve nefis tezkiyesi adına mutlak bir esas olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu hâdiselerin açıkça halvete me’haz teşkil etmediği söylense de, halvette, bir “beyt-i Hüdâ” olan kalbin ağyar düşüncesinden arındırılması ve onun hususî bir kısım temrinlerle lebrîz edilerek, ilâhî tecellîleri intizara müsait hale getirilmesi de bir gerçektir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 3, HALVET CELVET)

[11] TECRİD VE TECERRÜD: Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el-etek çekmek mânâlarına gelen tecrid; enfüsî olarak cismanî ve bedenî arzulardan bütün bütün sıyrılmak, afâkî olarak da kalben, Allah’tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sadece O’na yönelme; yönelip zahirini mal ve menaldan, bâtınını da O’ndan başkasına gönül verme dağınıklığından, O’na gönül verirken de karşılık bekleme gibi garazlardan-ivazlardan pâk tutmaktır ki işte bu mülâhazaların kahramanına da “ehl-i tecrid” denir.

Ehl-i hakikat tecridi, Tâhâ sûre-i celilesindeki فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ “Şimdi çıkar nalınlarını.” meâlindeki âyetle işârî olarak irtibatlandırıp, “beyt-i Hüdâ” dedikleri gönüllerini dünyevî ve uhrevî mülâhazalardan temizleyerek Hazreti Sultan’ın nüzûlüne –bu da bir müteşabih– müsait hâle getirme şeklinde anlamışlar. Bir kadem daha ötede diğer bir zümre ise onu, sâlikin, kalbî görüş, kalbî duyuş ve kalbî sezişleriyle bütün bütün Hazreti ‘Nûru’l-Envar’a yönelip ve duygu dünyasında O’ndan başka her şeyi –tabiî istidadı ölçüsünde– ifnâ ederek sadece ve sadece O’nunla kalma hâlinden ibaret görmüşlerdir. Diğer bir açıdan tecrid, enfüsî olarak nefis, beden ve cismaniyete; afakî olarak da dünya ve içindekilere karşı tavır alma şeklinde yorumlanmıştır ki, bu dört şeyden tecerrüdle tecride ermeyen hak yolcusu, hakikî halvete ve halvetteki zevk-i ruhaniye de ulaşamaz.(Kalbin Zümrüt Tepeleri 2; TECRİD)

[12] ÇİLENİN FERTLERE GÖRE ÇEŞİTLİLİĞİ: Evet; başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere birçok nebî ve velînin uzlet ve halvetlerinden söz edilebilir. Ne var ki, sistem aynıyla alınmadığı, alınamadığı gibi, alındığı kadarıyla da orijini tam korunamadığından, değişik kalıplara ifrağ edilerek, az dahi olsa başkalaştırılmıştır. Hz. İbrahim’in “uzlet”i (Bkz. Meryem sûresi, 19/48); Hz. Musâ’nın “erbaîn”leri (Bkz. Bakara sûresi, 2/51; Mâide sûresi, 5/26; A’râf sûresi, 7/142), Hz. Mesih’in “riyâzât”ı (Bkz. İbn Mâce, eşribe 25; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/340, 7/244; Beyhakî, Şuabü’l-îmân 7/372), Sultan-ı Enbiyâ’nın “halvet”leri (Bkz. Buhârî, bed’ü’l-vahy 3; Müslim, iman 252) ve daha niceleri.. değişik şartlarda, değişik ortamlarda ve değişik karakterler üzerinde farklı tatbikatlarla farklılaşmış, mâhiyetleri kısmen değişmiş ve başkalaşmıştır. Zaten başka türlü de olamazdı; zirâ halvet, şahısların ruh yapıları, mizaçları, mezakları, karakterleri ve ruhanîliğe istidatlarıyla çok alâkalıdır. Bu itibarla, kime nasıl ve ne kadar halvet teklif edileceğini ancak kâmil mürşidler bilir.(Kalbin Zümrüt Tepeleri 1, Halvet Uzlet)

[13]ZAMANI DEĞERLENDİRME: İbnü’l-vakt olma, sâlikin, yaşadığı ânın gereklerini çok iyi düşünerek, faaliyetlerini Allah nezdinde en evlâ ve en faydalı sayılan işlerden başlamak suretiyle, en küçük bir zaman parçasına pek çok iş sıkıştırarak, Hakk’ın bahşettiği imkânları, ilâhî mevhibeler adına yedi veren, yetmiş veren, yediyüz veren.. tohumlar gibi değerlendirmeye çalışmasıdır ki; bu bir manâda ilâhî vâridat ve işaretlerin geldiği kaynağa yönelme ve istikametle aktif beklemeye geçerek Hakk’a tahsis-i nazar edip, iradesini Hazreti Murad’ın iradesine bağlamak suretiyle vaktin ve hâlin bulunmadığı noktaları kollama demektir. Hazreti Mevlânâ, mebdei “vakit”, müntehası da “lâmekân ve lâzaman aralığı olan” böyle zevkî ve hâlî bir mertebeye ki –biz buna vücûb ve imkân arası mülâhazasını işaret eden “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” makamının izdüşümü de diyebiliriz– şöyle işaret buyururlar:

صُوفِي ابْنُ الْوَقتْ بَاشَدْ دَرْ مِثَالْ لِيك صَافِي فَارِغَست از وَقت وَحَال

“Sofî ibnü’l-vakt örneğidir; sâfiye gelince o vakitten de hâlden de hâlidir.” Enbiya-i izâm, asfiyâ-i fihâm, evliyâ-i kirâmın, irsal, tavzif ve tekrim dönemleri, makro plânda birer kapı aralama ve ilâhî vâridlerle dünyaları şereflendirme, nûrlandırma vakitleridir. Bu kudsîlerin neşrettikleri envârın istilâ ve ihatasının genişliği ölçüsünde vakit, vakitler sultanı ve bu kutlu zaman parçasının gece gündüz çerçevesindeki dilimleri de eyyâmullah (Allah günleri) sayılmasına karşılık, onların temsil ettikleri aydınlık düşüncenin daralması, büzüşmesi, hatta yeryüzünde büyük ölçüde mahrumiyetlerin yaşanmasına da, zamanın hazana uğraması, vaktin kararması diyebiliriz. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 2,Vakt)

[14]ACZ, FAKR, ŞEVK, ŞÜKÜR VE TEFEKKÜR: Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr; herkesi ve her nesneyi O’ndan ötürü kucaklama şeklinde yorumlayacağımız şefkat; her gün yepyeni bir heyecanla afak ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür; ayrıca bu çerçevede sürdürülen hizmette hiç sönmeyen bir aşk u iştiyak, sonra da bu mazhariyetlerin şuurunda olarak, bütün bunlara, söz, tavır ve davranışlarla mukabelede bulunma mânâsına gelen kesintisiz şükür böyle bir alternatif yöntemin temel esaslarıdırlar.

Bediüzzaman Hazretleri’ne göre bu yol, daha kestirme, daha selâmetli ve daha emindir; acz; aşkın yanında, hatta önünde mahbubiyet ufkuna uzanan öyle ışıktan bir helezondur ki, acizliğin kavranılması ölçüsünde insan bu yöntemle her yoldan daha sür’atli matlubuna ulaşabilir. Fakr; şuurdaki derinliği ölçüsünde, en disiplinli cehd u gayretlerin bile önünde öyle tükenmez bir sermayedir ki, hak yolcusu onunla bir hamlede rahmâniyetin vesayetine sığınır ve Kudreti Sonsuz’un her şeye yeten gücüne ulaşır ve dayanır. Şefkat; aşktan daha derin, daha içten öyle bir duygudur ki; rahîmiyetin tezahürü böyle bir duyguyu taşıyan hiçbir yolcu şimdiye kadar yolda kalmamıştır. Tefekkür; afak ve enfüsün tetkik u temâşâsıyla her şeyi hikmete bağlayan aydınlık ruhların yolu.. şevk; her zaman nokta-i istinad ve nokta-i istimdadının şuurunda olan, dolayısıyla da hiçbir zaman ümitsizlik ve inkisara düşmeyenlerin hâli.. şükür de; iç içe hiçlere terettüp eden bunca nimete karşı şuurlu mukabelenin ayrı bir unvanıdır.

Mevzû, temel esprisi itibarıyla: “Ben acizim, Sen Muktedir; ben fakirim, Sen Gani; ben muhtac u muztarrım Sen Rahîm; ben bir mütehayyir ve müteharriyim, Sen ise her yerde aranan, her şeyden sorulan Biricik Hedef ve Gayesin.” esasları üzerine cereyan ettiğinden, herhangi bir aciz u fakir, muhtaç u mütehayyirin kendi nefsini müzekkâ görmesi ve ona bir paye vermesi ya da daha bugünden unutulma damgasını yiyeceğini bile bile Allah’a karşı belli ölçüde de olsa, nisyân yaşaması; sa’y u gayretine terettüb eden başarıları kendinden bilmesi, fenalıkları kadere mâletmeye çalışması ve kendini, bir çeşit müstakil bir mevcut telakki etmesi kat’iyen söz konusu değildir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri 2, Seyr u Sülûkta Bir Başka Çizgi)

[15] ÇİLENİN SAHABİCESİNE TALİB OLMA: Bütün varlığı, sabah-akşam ruhunda hallac edip iplik iplik savuran, sonra da onu çeşitli kaneviçelerden geçirerek rengârenk gergefler hâline getirip teşhir eden bu muzdarip, fakat duru gönüller, durmadan arılar gibi dört bir yana seferler tertib edecek, rastladıkları çiçeklerin yapraklarına tahtlar kuracak ve onlara bal olma düşüncesini fısıldayacaklardır. Yerinde emekleyecek, yerinde kanatlanıp pervaz edecek; yüreğinde hep sancı, şakaklarında zonklama; uyuyamadığı haftalar, dinlenemediği aylar ve istirahat etme fırsatını bulamadığı yıllar, peşi peşine uçup gidecek de o bunların farkına bile varamayacaktır. Mevlânâ anlayışıyla hep bir pergel gibi kalacak: Bir yanıyla halkın içinde, diğer yanıyla da Hak’la beraber... Her lahza, O’nun, önümüze serdiği eserleriyle coşacak, tekrar tekrar gerilip huzuruna varacak... Sonra da tadıp doyduğu o akıl almaz ruhanî zevkleriyle, halkın içine dönerek derin bir vazife şuuruyla kanatlanacaktır.

Günde birkaç defa düşünce mekiğini, yerle-gök arasında gezdiren ve her seferinde gönül atlasına yeni renk ve yeni buudlar kazandıran bu Kudsiler ordusu sayesinde bizler, dimağlarımızda mihrab bağlamış küflü düşüncelerden sıyrılmaya muvaffak olur ve yosun tutmuş gönüllerimizi arındırarak insanlığımızı hatırlarız. Pencere ve kapıları sonsuza karşı dâima açık ve dâima onunla harman olan, kuşları dinleyip ağaçlarla inleyen; yıldızları okuyup denizlerle dertleşen; esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan aldıkları ayrı ayrı mesajlarla gönüllerinde Hak’la konuşan; “yol bu!” deyip süvarisini bulmuş bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşan bu Hakk katının kutluları, halk içinde gam yükünü çeken birer hamal, onların ızdıraplarını sînelerinde yaşayan birer müşfik hekim; elemde lezzete, ızdırapta mutluluğa ermiş birer teslimiyet eridirler. (Buhranlar Anaforunda İnsan, Fikir Çilesi)

[16]         Tirmîzî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23; Dârimî, rikâk 67.

[17] ÇİLENİN BÜYÜĞÜ,FİKİR ÇİLESİ: Soru: Efendim, çileyi anlatırken fikir çilesini zirveye koyuyor ve en büyük çilenin o olduğunu ifade ediyorsunuz. Fikir çilesini nasıl anlamalıyız?

Evet, davâ-yı nübüvvetin vârisleri için çile, halk içinde Hak’la beraber olma; İslâmî duygu, düşünce ve tavırlarıyla çevresinde ibadet iştiyakı uyarma; açıktan açığa dini en iyi şekilde temsil ederek, başkalarında da dinî hisleri harekete geçirme ve herkeste inanma duygularını geliştirme gayretinde bulunmaktır. Böyle bir yol, aynı zamanda sahabi mesleğidir.

Bize göre çile, ömrümüzü başkalarının elem ve lezzetlerine bağlayıp, tamamen onlar için yaşamanın adı ve ulülazmâne diğergâmlığın da başka bir unvanıdır ki, biz ancak bu şekilde Cenâb-ı Hakk’ın rızasına erebileceğimizi düşünürüz. Evet, çile, hakikat erinin, alâkadar olduğu daire içinde nereye ateş düşerse düşsün, yangını kendi sînesinde hissetmesi; maddî-mânevî her mustaribin ıstırabını rûhunda duyması; “Istırabı çekmeyen bilmez” şeklindeki bencilce mülâhazaya karşılık, uzak ve yakın çevrede yaşanan elem ve acıların hepsini kendi yaşıyormuşçasına hissetmesi demektir.

Mürekkebi ve muk’abıyla değişik çilelerden bahsedilebilir. Fakat çile ve ıstırabın en büyüğü fikir çilesi ve ıstırabıdır. Fikir çilesi; düşünmek, düşündürmek ve varlık bilmecesinin sırrını çözmeye çalışmak, en zor meseleler karşısında dahi pes etmeden sürekli uğraşmak demektir. Fikir çilesinin en engin yönünü ise düşünceyi vahyin semeresiyle buluşturmaya çalışmak, sonra da bu büyük terkibi, aç ve susuz gönüllerin hazmedebilecekleri şekilde onlara da duyurup tattırmak ve bıkıp usanmadan bunu tekrar edip durmaktır.

Evet, fikir çilesinin yiğitleri, ıstırap süvarileri, sürekli vahyin semeresiyle insan aklının ürünlerini buluşturma gayretindedirler. (Kırık testi; Kalbî ve Ruhî Hayat)

Bugün hemen herkes, geleceğin mamûreleri için formüller arayıp durmaktadır. Biz, mızrabımızı bir kere daha ızdıraplı gönüller hesabına vuracak ve “fikir çilesi!” deyip inleyeceğiz... Izdırapsız gönüllerde, zonklamayan şakaklarda, rahata alışmış ruhlarda yapılacak tenbihin tesiri ne olursa olsun, bizler insanımızın gerçek manada mutluluğa ermesini, fikir çilesiyle pişmiş şerha şerha sînelerin aydınlık düşüncelerine teslim olmada görmekteyiz. (Buhranlar Anaforunda İnsan, Fikir Çilesi)

[18]         Mümtahine sûresi 60/4.

[19]         Bakara sûresi 2/250.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 11/02/2019