Hak, Hudûdullah ve Sünnetullah Kavramları Çerçevesinde Vahyin Tarihselliği İddiasının Eleştirisi -1





Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 10/28/2019
Clap

Kur’ân'ı anlamada ve tefsir geleneğinde zaman ve mekân unsurları ihmal edilmemiştir.

Kur’ân-ı Kerim'i en iyi anlatan yine kendisidir. Bu sebeple Kur’ân üzerine konuşurken öncelikle o konuda Kur’ân'ın ne söylediğine bakılmalıdır. Bu makalede Vahyin tarihselliği iddiası "Hak", "Hudûdullah" ve "Sünnetullah" kavramları çerçevesinde ele alınacaktır. Konuyla ilgili diğer Kur’ân kavramlarına işaret edilmiş, tafsilâtı daha hacimli çalışmalara havale edilmiştir.

Tarihsellik/tarihîyye/historicism, bilgi, değer yargıları ve normların özü itibarıyla tekrar edilemez tarihsel bir durumda ortaya çıktığını; tarih içinde sürekli değişerek daha mükemmele doğru bir seyir izlediğini savunan görüşleri anlatmak için kullanılan ortak bir terimdir. Metottan ziyade bir eğilimi ifade ettiği için tanımı konusunda da ittifak yoktur. Tarihselcilere göre hiçbir öğreti bütün zamanlara hitap edemeyeceği için, her birey, tarihî hâdiseleri kendi tecrübesi ışığında ve kendi geleceği açısından yeniden yorumlamalıdır.

Tarihsellik, konumuz açısından bizi şu iki temel özelliği itibarıyla ilgilendirmektedir. Bilginin değişkenliği ve değerlerin izafiliği. Buna göre tarihin belirli bir döneminde telif edilen veya dile getirilen bilgilerin, hukukî ve ahlâkî müeyyidelerin o dönemin ürünü olması ya da özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tek doğru ve mutlak hakikatten bahsedilemez. Fen ve tabiata dair gözlem ve deneye dayalı bilginin sürekli mükemmelleşmesi gibi insana dair ahlâk, estetik ve hukuk hakkındaki bilgilerimiz de sürekli bir tekâmül çizgisi takip etmektedir. Bu teoriyi benimseyenler, vahyin tarihsel bir dil kullandığını, tarihin belirli bir dönemindeki insanın konumu esas alınarak indirildiğini; öte yandan vahye muhatap olan insanların da tarihsellikten kurtulamayacağı tezlerinden hareketle, belli bir zaman ve mekân diliminde indirldiği için vahyin tarihsel bir durumu dile getirdiğini, dolayısıyla tarihsel olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddia sahipleri söz konusu tarihsellik problemini aşmak için, Kur’ân'ın genel ilke ve hedeflerinden (makâsıd) hareketle her devir aydınlarının kendi dönemlerindeki problemlere çözümler sunması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bir kısım tarihselciler ise biraz daha ileri giderek Kur’ân metninin tarihselliğinin Müslüman aydının eleştirel aklı/akılcılığı ile aşılabileceğini iddia etmişlerdir.

Kur’ân'ı anlamada ve tefsir geleneğinde zaman ve mekân unsurları ihmal edilmemiştir. Hatta tarihî arka planın bilinmesi, nüzûl sebeplerinin tespit edilmesi muhatapların ruh hâllerinin tanınması, devrin sosyal ve kültürel özelliklerinin kavranması, bunun yanında Arap dilinin gramer ve söyleyiş özelliklerine vukûfiyet, Kur’ân'ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez bazı esaslar olarak kabul edilmiştir. Ancak bütün bunları felsefi anlamda tarihsellik kavramının içinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira tarihsellik kavramı öncelikle bir tamamlanmamışlık durumunu ihtiva etmekte, değişim ve süreç fikrini öngörmekte, sürekli ilerleme ve yeniden yorumlama faaliyetini ifade etmektedir. Bunun yanında tarih üzerinde tasarruf eden bir Yaratıcı fikrine, bütün zaman ve mekânı kuşatan Vahiy hakikatine sıcak bakmamaktadır.

Felsefi anlamda tarihsellik fikrini bir yana bırakır, tarihselliği geçmişi anlamaya dair bir metot olarak tasavvur edersek, bu metodun da uygulanabileceği alanlar ve yararlı bazı sonuçları olması tabiidir. Her meselenin kendi mahiyetine uygun metotla ele alınması gerektiğini ifade eden Rene Guenon, "Tarihî metodun haklı olarak uygulandığı yerler elbette vardır; bizim karşı çıktığımız yanılgı, bu metodun her şeye uygulanabilir olduğunun sanılması ve fiilen verebileceğinden başka şeylerin de bu metottan elde edilmek istenmesidir." diyerek, tarihî bilginin derinlemesine araştırılarak (tebahhur) ortaya çıkarılmasını hedefleyen metodun bazı yararlı sonuçları olduğunu kabul etmektedir. Ancak mutlak hakikatin bilgisine bu araştırmalar ile varılamayacağı açıktır. Vahyin en temel mesajı itikadî ilkeler, fıkhî normlar ve ahlâki değerlerdir. Fıkıh ve ahlâk, normatif/kural koyucu yapısı itibarıyla, yaptırım gücü kaynağının kudsîliğine ve eskiliğine/kadim bağlı alanlardır. İtikad alanı ise mahiyeti itibarıyla müteâl; tarih ve beşerî idrak üstüdür. Bu alanla ilgili gerçekler ise vahiyle açığa kavuşturulur.

Doğu halklarının tarih telâkkisi yoktur, şeklindeki oryantalist önyargıya dayanılarak Kur’ân'ın anlaşılmasında müfessirlerin, tarihî perspektifi ihmal ettikleri iddiası katiyen gerçeği yansıtmamaktadır. İslâm bilginleri ilk dönemlerden itibaren, Saâdet Asrı’nda konuşulan dili ve Arapçayı kullanım özelliklerini belirlemeye büyük önem vermişlerdir. Bunun yanında, daha sonraları bir takım mahzurları ortaya çıksa da, Benî-İsrail ile ilgili haberleri öğrenmişler, Tevrat ile mukayese etmek suretiyle geçmiş milletlerin tarihinden Kur’ân'ı anlamada yararlanmışlardır. Kur’ân, tarihi belirli bir dönemle sınırlamamış, insanlığın başlangıcından kâinatın sonuna kadar zamanın bütün anları üzerine beyanlarda bulunmuştur. Kur’ân'ın zamana verdiği bu önem sebebiyledir ki ilk evrensel tarihler, Müslüman tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. Kur’ân'da iki yerde geçen "dehr" kavramı (Câsiye sûresi, 45/24) ilk yaratılıştan itibaren zamanın tamamını ifade eden bir kelimedir. Nitekim "dehr" kelimesinin geçtiği bir diğer âyette "Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı." (İnsan sûresi, 76/1) buyrularak ilk yaratılış anı, insanların dikkatine sunulmuştur. Ayrıca "Yemin ederim zamana!" (Asr sûresi, 103/1) âyetiyle zamana yemin edilmek suretiyle, zamanın önemi vurgulanmıştır.

Tarihî bilgilerin Kur’ân tefsirinde, bilhassa sosyal ve beşerî durumları izah eden âyetlerin anlaşılmasında yararlı bazı sonuçları olması kaçınılmazdır. Bu açıdan Kur’ân'da anlatılan olayların tarihî sebeplerinin bilinmesinin, bunların tarih felsefesi çerçevesinde değerlendirilmesinin faydası açıktır. Zira Kur’ân'ın indirildiği dönemi bütün yönleriyle bilmeden Kur’ân'ı anlamak mümkün değildir. Bunun yanında Kur’ân'ı kendi derinlikleri ölçüsünde anlayabilmek için Kur’ân'da anlatılan olayların cereyan ettiği devirle, kendi devrimiz arasında münasebetler kurulmasının da bazı sosyal olayları anlamada faydalı sonuçları olacağı açıktır. Bu sebeple Kur’ân, her bir kelimesi bize ve kendi devrimize bakıyor gibi mütalâa edilmelidir. Ancak Kur’ân'ın indirildiği devir ile kendi zamanımız arasında irtibatlar kurulurken hiç şüphesiz asıl kaynak ve mehazın Saâdet Asrı olduğu unutulmamalı, Kur’ân'ın muhkem nasları asıl anlamlarından uzaklaştırılmadan yorumlanmalıdır. Kur’ân tefsirinde kendi dönemimizdeki ideolojiler, moda fikir akımları ve şüpheli maslahatlar esas yapılarak, âyetlerin asıl anlamlarının üzeri örtülmeye çalışılmamalıdır.

Kur’ân-ı Kerim, zaman zaman İlâhî tenezzülât kabîlinden, o dönemde yaşayan insanlarının hayatlarından örnekler vermiş, onların örf ve âdetlerine atıflar yapmıştır. Ancak verdiği bilgiler ve ilettiği hakikatlerde tarihe/zamana bağımlı beyanlarda bulunmamıştır. Aksine sürekli, doğru ve gerçeği/hakkı bildirdiğini, değişmez kurallar vaz' ettiğini vurgulamıştır. Kur’ân'ın bu maksatla yaptığı açıklamalar incelendiği zaman, sıkça "hak" kavramı üzerinde durduğu görülmektedir. Bu ifadeyle dikkatlerimizi kaynağındaki güvenilirliğe çekmekte ve Kur’ân hükümlerinin mutlak doğru ve âdil olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında Allah'ın hükümlerinin "O'nun sınırları/hudûdu" olduğu belirtilerek, bu hudûtlara riayet edilmesi gerektiğini muhataplara hatırlatmak maksadıyla "Hudûdullah" kavramını kullanmaktadır. Böylece dinî hükümlerin değeri hakkında bilgi verilmiş olmaktadır. Son olarak kâinatta, tarihte, sosyal ve ferdî hayattaki nizamı ifade etmek için "Sünnetullah" tabirini kullanmakta; değişim ve zamana bağlı izafilik fikrini reddetmektedir. Anılan bu üç kavramdan Kur’ân'da en sık zikredilen şüphesiz "hak" kelimesidir.

Hak

Tarihselciliğin benimsenmesi durumunda mutlak doğru, değişmez hakikatten bahsetmek mümkün değildir. Hâlbuki Kur’ân, "Hak" kavramı üzerinde ısrarla durur, Kur’ân'ın hak ile indirildiğini (Bakara sûresi, 2/176) bildirerek, "Hak, Rabbinin tarafından gelir bunda hiçbir tereddüdün olmasın" (Âl-i İmrân sûresi, 3/60) buyurur. Aynı zamanda Allah Teâlâ'nın isimlerinden birisi olan "Hak" kelimesinin, gerçeklik, doğruluk, kesin bilgi, vâkıaya uygun söz, adalet ve liyakat gibi anlamları bulunmaktadır. Hak’kın karşısında ise zan, reyb/şüphe, bâtıl ve dalâlet terimleri kullanılmıştır. Bir çok âyet-i kerimede ısrarla hak teriminin üzerinde durulması, Kur’ân'ın verdiği bilgilerin, mutlak hakikati ifade ettiğini, Kur’ân'ın vaz' ettiği hükümlerin mutlak doğru ve adalete uygun olduğunu bildirmek içindir. Tarihselliğin en önemli zaaflarından birisi izafilik/görecelik problemini aşamamasıdır. Kelâm bilginleri, "Eşyanın hakikati sabittir." ilkesini ortaya koyarak, daha baştan ifrat şeklini geçmişte sofistlerde bulan izafilik düşüncesini ve onun temel dayanağı olan, hakikatin hiçbir zaman tam ve mükemmel bir şekilde bilinemeyeceği, tezini reddetmişlerdir.

Hak kelimesi, Kur’ân'da izafetle "dînü'l-hak" (Saf sûresi, 61/9) ve "hakka'l-yakîn" (Vâkı'a sûresi, 56/95) şeklinde zikredilmiştir. Bu ifadeler hak teriminin temel anlamının "gerçeğe uygunluk" olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ'nın (Hac sûresi, 22/62) ve Kur’ân'ın "hak" (Yûnus sûresi, 10/94) olarak nitelendirilmesi de vahyin hak kavramına, dolayısıyla adalet ve doğruluğa ne denli önem verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hak terimi ile Kitab/Kur’ân ve hüküm arasında yakın ilgi bulunduğu görülmektedir. Kitab'ın hak ile indirildiği hükmün hak olduğu vurgusu Kur’ân'da sık tekrarlanan hususlardır. Nitekim bir âyette, "İnsanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik." (Nisâ sûresi, 4/105) buyrulmuştur. Görüldüğü üzere, hükümlerin uygulanması onların hak olmasına bağlıdır. Onların bu özelliği devam ettiği sürece geçerlilikleri de devam edecektir. Kur’ân hükümlerinden birisinin geçerliliğini yitirdiğini iddia etmek, o hükmün "hak" olduğunu kabul etmemek anlamına gelmektedir.

Kur’ân-ı Kerim'de ısrarla, "Kur’ân'ın nüzûlünün hak ile olduğu" vurgulanmıştır: "İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah'a teslimiyet gösterecek Müslümanlara bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’ân'ı Rabbin tarafından hak olarak getiren, Ruhu'l-kudüstür." (Nahl sûresi, 16/102) Bir başka âyette ise, "Biz Kur’ân'ı hak olarak indirdik. O da hakkın ve gerçeğin ta kendisi olarak indi." (İsrâ sûresi, 17/105) buyrularak, vahyin hak ile indirildiği gibi neticesi itibarıyla da yalnızca "hakkı" ihtiva ettiği ifade edilmiştir. Bu âyetin ilk cümlesinde, bir kısım tarihselcilerin ileri sürdüğü "vahyin o anki tarihsel durumu esas aldığı" iddiasının, ikinci cümlede ise gelecekte Kur’ân'ın bir kısım hükümlerinin yetersiz kalması gibi bir durumun söz konusu olamadığı ifade edilmiştir. Kısaca ifade edersek bu âyetlerde Kur’ân'ın ne vahyin nüzûl sürecinde ne de sonrasında mutlak "hakk"ın dışında bir şey ihtiva etmediği bildirilmiştir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, ısrarla hak olarak indirilen vahiyde şüphe edilmemesini emretmekte, "Celâlim hakkı için sana Rabbin tarafından hak gelmiştir, bundan en ufak bir tereddüdün olmasın." (Yûnus sûresi, 10/94) buyurarak, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "şüphe edenlerden olamayacağı" bildirilerek, hakkın karşısında şüphenin bulunduğu beyan edilmektedir.

Hak ile bu kelimeden türeyen hakikat terimi arasında yakın ilgi bulunmasına rağmen, aralarında önemli bir fark bulunmaktadır. Hakikat, bir şeyin ne olduğunu bildiren bilgidir. Hak, ise bir şeyin ne olduğunun hikmetle açıklanmasıdır. Bu sebeple "hakk"ın hatalı ve yanlış olması mümkün değildir. Hakikat hakkında herkes konuşabilir, "hak" ise ancak Hakîm tarafından beyan edilir. Nitekim bir âyet-i kerimede "Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm ancak Allah'ındır. O hak/doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır." (En'âm sûresi, 6/57) buyrularak, hak kavramının dinî hükümleri de ifade ettiği, bu hükümlerin en temel niteliğinin "adalet, doğruluk ve gerçeklik" olduğu vurgulanarak vahye dayalı hükümlerin evrenselliği dile getirilmiştir.

Tarihselcilerin özellikle üzerinde durduğu hususlardan birisi Kur’ân'da bildirilen ceza hukukuna dair hükümlerdir. İslâmî literatürde bu hükümlere "had" denilmektedir. Had kelimesi Kur’ân-ı Kerim'de hem "hudûd" şeklinde hem de "Hudûdullah" olarak toplam on dört yerde geçmektedir.

Hudûdullah

Had, sözlükte engel, engelleme, bir şeyin kenarı ve iki şey arasını ayıran sınır anlamlarındadır. İki şey arasını biri diğerine karışmaması için ayırmak ve bir şeyin en uç noktasını ifade etmek için, sınır anlamında hudûd terimi kullanılmıştır. (İbn Farîs, Cevherî, Asım Efendi) Cezalara had denilmesi ise haddin suçluyu tekrar suç işlemekten alıkoyması, engellemesi ya da haddin cezanın son sınırı olması sebebiyledir. Had kelimesi ayrıca tanım anlamında da kullanılmıştır. Tanım/had, bir şeyi en kısa yoldan açıkladığı ve onun diğer nesnelerden ayrılmasını sağladığı için, ihtiva ettiği bu engelleme anlamından dolayı "had" diye adlandırılmıştır. (Ebû Hilâl el-Askerî)

Kur’ân-ı Kerim'de on iki yerde geçen "Hudûdullah" terimi ise, Allah Teâlâ'nın haram ve helal olduğunu bildirdiği hükümlerdir. Ünlü dil bilgini Ezherî'ye göre "hudûdullah" iki kısımdır. Birinci kısım, Allah Teâlâ'nın yeme, içme, evlenme ve benzeri meselelerde helâl ya da haram olduğunu beyan ettiği hususlardır. Bunlar Allah Teâlâ'nın tecavüz edilmesini yasakladığı son sınırlar olmaları hasebiyle "hudûdullah" diye adlandırılmıştır. İkinci grup hadler ise cezalardır. Yasaklanan hükmü engelledikleri, haram ile helâl arasını ayırdıkları ve yaklaşılmaması gereken sınırları belirledikleri için cezalara "had" denilmiştir. (İbn Manzûr) Had terimi Kur’ân'da birinci kısımda bildirilen emir ve yasaklar anlamında zikredilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de evlilik hukuku ile ilgili düzenlemelerin anlatıldığı âyetin sonunda, "İşte bunlar Allah'ın tayin ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız. Her kim Allah'ın hudutlarını aşarsa işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." (Bakara sûresi, 2/229) buyrularak Kur’ân'ın emir ve yasaklarına uymanın önemine dikkat çekilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'deki bir diğer âyette ise, "Allah'ın hudutlarına yaklaşmayın!" (Bakara sûresi, 2/187) buyrulmuştur. Bu âyeti büyük müfessir Hamdi Yazır, "Ahkâm-ı mezkûre Allah'ın vaz' ettiği huduttur; binaenaleyh tecavüz şöyle dursun bunlara yaklaşmayın bile!" şeklinde yorumlamış; anılan âyete ve "Allah'ın korusu olan haram kıldığı şeylere yaklaşılmamasını" (Buhârî, îmân 39) emreden hadise ve benzeri diğer naslara dayanarak fıkıh âlimlerinin "sedd-i zeraî" ile ilgili kaideleri istinbat ettiklerini söylemiştir.

Hudûdullah'ın üçüncü bir anlamı ise dindir. Kur’ân-ı Kerim, "hudûdullah" olarak nitelenen kuralların kabulünü iman ile ilişkilendirmektedir: "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır (hudûdullah). Kim Allah'a ve resûlüne itaat ederse Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı budur. Kim de Allah'a ve resûlüne isyan eder ve Allah'ın sınırlarını aşarsa, Allah onu da ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Hem onu zelil ve perişan eden bir azap vardır." (Nisâ sûresi, 4/13, 14) Bu âyetler, hudûdullah'ın dinî hükümleri ifade etmesinin yanı sıra "din" terimine yakın bir anlamının olduğunu da ortaya koymaktadır. (Kotan, s.330)

Hudûdullah teriminin "din" terimine yakın bir anlam taşıması onun had cezalarını ifade etmek için kullanılamayacağı anlamına gelmez. Kur’ân'da bildirilen had cezaları, Allah'ın hükümlerinin en kesin olanlarıdır. Bu sebeple olsa gerektir ki Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ceza anlamında "had" kavramını kullanmayı tercih etmiş; konuyla ilgili hadisler, hadis kitaplarının "Kitâbu'l-Hudûd" bölümlerinde tasnif edilmiştir. Bunun yanı sıra bazı hadislerde, şer'î hükümler anlamında, Hudûdullah tabiri de zikredilmiştir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Sizden bazı kimselere ne oluyor da Allah'ın hudûduyla oyun oynar gibi hanımına ‘seni boşadım, vazgeçtim (rücû' ettim), yine boşadım’ diye konuşuyor!" (İbn Mâce, talâk 1) buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste talâk, Allah'ın hudûdu olarak nitelendirilmiştir. Hudûdullah teriminin, din mânâsında ve İlâhî hükümler anlamında zikredildiği hadisler de vardır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde "Allah'ın hudûduna riayet eden ve etmeyenin misali, gemideki bir grup insanın kura ile gemiye yerleşmesinin misali gibidir. Kurada bu yolcuların bir kısmına geminin güvertesi diğer bir kısmına ise ambarı çıkmıştı. Ambarda bulunan yolcular su içmek istediklerinde üstteki yolculardan alırlardı. Sonra biz, kendi katımızdaki kısımdan bir delik açsak da üsttekilere rahatsızlık verip durmasak derler. Üsttekiler onları kendi hâline bıraksa farkına varmadan topluca mahvolurlar. Onların ellerindekileri (kesici âletleri) alsalar hep birlikte kurtulurlar." (Buhârî, şerike 6)

Kur’ân'da zikredilen hüküm anlamındaki terimlerden bir diğeri ise "Sünnetullah"tır. Bu terim "Hudûdullah"a nazaran biraz daha genel mânâda kullanılmış olmakla birlikte, özellikle ilk dönem Müslüman bilginler tarafından "hüküm" anlamında tefsir edilmiştir.

Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 10/28/2019