Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) Heyetleri Kabulü





Author: Hamdi İŞCAN - min read. - Post Date: 08/30/2019
Clap

“Elçiler yılı”; Nebevî metot ve tarzın bilinmesi, onun hayata hayat kılınması ve bu tür görüşmelerin en güzel ve en verimli şekilde neticelenmesi adına çağımız Müslümanına başka hiç kimsenin sahip olamayacağı eşsiz bir rehberlikte bulunmakta ve bizim için çok zengin bir kaynak sunmaktadır.

Mekke fethiyle Arap Yarımadası’nda Müslümanlara saldırı düzenleyebilecek müşrik Arap kuvvetleri etkisiz hale getirildikten, Tebûk Seferi ile o dönemin süper gücü kabul edilen Bizans İmparatorluğu’na İslâm ordusunun gücü gösterilip oradan gelecek tehlike yakın ve orta vadede bertaraf edildikten, hasılı Arap Yarımadası’nda umumi manada güvenlik ve asayiş temin edildikten sonra, dört bir taraftan heyetler akın akın Medine’ye seferler tertip etmişlerdir. İşte Hicretin dokuzuncu senesine tekabül eden bu durum dolayısıyla, bu seneye “elçiler yılı” (âmü’l-vüfûd) denmiştir. (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/205)

Elbette ki, Medine’ye gelen heyetlerin ziyareti sadece Hicrî 9. yılla sınırlı değildir. İmam Şiblî’nin dikkat çektiği üzere ilk gelen heyetlerden biri olan Müzeyne heyeti henüz Hicrî 5. yılda Medine’ye ziyaret gerçekleştirmişti. Ayrıca Hicrî 8. ve 10. yıllarda da çok sayıda heyet Medine’de kabul edilmişti. (İmam Şiblî, Peygamberimiz’in Risaleti ve Şahsiyeti, s.52) Ancak öyle anlaşılıyor ki, en fazla ziyaret trafiği Hicrî 9. yılda vuku bulduğundan bu seneye “âmü’l-vüfûd” ismi verilmiştir. 

Gelen heyetler içerisinde bedevî Arap kabilelerinin bedeviliğini, huşunet ve sertliğini üzerinde taşıyan fertler; daha önce İnsanlığın İftihar Tablosu ve Müslümanlara eza ve cefada bulunmuş olan azılı iman ve İslâm düşmanları; bulunduğu oymağın reisi olması dolayısıyla gurur ve çalıma kendini kaptırmış kişiler bulunmaktaydı. Ancak Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabilerin o samimî ve sımsıcak müsamaha atmosferi, herkesi konumuna göre değerlendirmek suretiyle ortaya koydukları nezaket ve incelikle dopdolu diplomatik tavır ve davranışlar gelen kişileri bir bir yumuşatmış ve onların İslâm hakkında en güzel kanaatlerle geri dönmelerini sağlamıştır. Öyle ki, siyasî maksat için gelmiş olan elçilerin bile İslâmiyet’i kabul edip öyle geri döndüğü görülmektedir. Meselâ, Kureyş’in gönderdiği elçi Ebû Rafî’ Resûl-i Ekrem’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaşınca kalbi İslâm’a ısınmış ve geri dönmek istememiştir. Fakat Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Ben elçiyi alıkoyamam, sen şimdi git ve eğer Müslüman olmak istiyorsan sonra geri dön!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, cihad 151)

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihal-i dar-ı beka buyurmadan hemen önce yapmış olduğu vasiyet arasında elçilere hizmette kusur edilmemesinin ve onlara iyi davranılmasının da yer almış olması (Buharî, meğâzî 83) sanırım bu mevzuda O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne denli hassas olduğu hakkında bize yeterli bir kanaat verecektir. Ayrıca Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) elçilik heyetlerinin sınırda karşılanıp Medine’ye gelinceye kadar kendilerine refakat edilmesi isteği (İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğabe, 1/168) de Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu husustaki edep, nezaket ve incelik ufkunu göstermesi adına bir hayli dikkat çekicidir. 

İsterseniz şimdi söylenilen bu hususları birkaç örnek üzerinden müşahhas bir şekilde görmeye çalışalım.

 

Benî Sa’d b. Bekir Kabilesi ve Dimame b. Sa’lebe (radıyallâhu anh)

Dimame b. Sa’lebe (radıyallâhu anh) Benî Sa’d b. Bekir kabilesinin elçisi olarak Medine’ye geldiğinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabıyla Mescid-i Nebevi’de birlikteydi. Dimame mescide girdi ve “Hanginiz Abdulmuttalib’in torunu?” diye sordu. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Abdulmuttalib’in torunu benim!” dedi. Dimame tekrar “Muhammed mi?” diye sordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Evet!” deyince Dimame; “Ey Abdulmuttalib’in torunu! Şimdi sana bazı sorular soracağım, sorularımda da sert ve haşin olacağım, incinmeyesin?” dedi. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) gayet yumuşak bir tavır içinde, “Hayır, içimde sana karşı herhangi bir olumsuz duygu olmayacak, istediğini sor.” buyurdu. 

Bunun üzerine Dimame b. Sa’lebe, “Senin Rabbin adına söyle, bütün insanlara Resûlü olarak seni O mu gönderdi?” Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Evet, Allah’a andolsun, beni O gönderdi.” buyurdu. 

Dimame aynı şekilde Allah’ın günde beş kez namazın kılınmasını, zekâtın ödenmesini, yılda bir ay oruç tutulmasını ve Mekke’ye haccedilmesini emredip emretmediğini sordu. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de hepsine aynı şekilde cevap verdi. Sonunda Dimame b. Sa’lebe (radıyallâhu anh), “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlü’dür. Bu emirleri yerine getireceğim, neyi yapmamı yasakladınsa ondan da sakınacağım; ne bunları artıracak, ne de azaltacağım.” dedi. (İbn Hişam, 4/219-220) 

Bu ziyaretten hemen sonra kabilesine dönen Hazreti Dimame’nin kabilesiyle arasında geçen diyaloglar da, “Elçiler Yılı”nın bereketini göstermesi adına bir hayli dikkat çekicidir.

Rivayetlere göre kabilesinin yanına dönen Hazreti Dimame’nin ilk sözü şu oldu: 

“Lât ve Uzzâ ne fena şeylermiş!” Bunun üzerine kavmi ona, 

“Sus ey Dimame! Söylediğin bu sözlerden dolayı alaca, cüzzam veya delilik gibi bir hastalığın başına gelmesinden kork!” diye karşılık verdi. 

Hazreti Dimame ise pürüzsüz ve net bir ses tonuyla, 

“Yazık size! Lât ve Uzzâ denen putlar size ne fayda ve ne de zarar verir. Hâlbuki Allah Teâlâ, içinde bulunduğunuz sapıklıktan sizi kurtarmak için size Peygamber gönderdi ve ona kitap indirdi.” deyip Müslüman olduğunu açıkça ifade etti ve Resûl-i Ekrem’in emir ve yasaklarını onlara getirdiğini söyledi.

Hâdiseyi rivayet eden zat diyor ki, Allah’a kasem olsun o gün akşama kadar Benî Sa’d kabilesinde erkekten ve kadından imana gelmeyen kimse kalmamıştı.” (A.g.e., 220-221) 

 

Benî Temîm Heyeti

İçlerinde Utarid b. Hâcib, Akra b. Hâbis, Zibirkan b. Bedr gibi Benî Temîm kabilesinin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet kabile taassubu içinde Medine’ye gelmişlerdi. Mescid-i Nebevî’ye ulaştıklarında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) hücre-i saadetlerinde bulunuyordu.

Onlar, Mescid’e girer girmez 

“Bizim yanımıza çık, ey Muhammed!” diye yüksek sesle nida etmeye başladılar. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çıkınca da, 

“Sana büyüklüğümüzü göstermeye geldik. Bakalım hangimizin şerefi daha yüksek. Şairlerimize, hatiplerimize izin ver.” dediler. 

İnsanlığın İftihar Tablosu, hatibinize izin veriyorum, ne söyleyecekse söylesin buyurdu. Bunun üzerine Utarid b. Hâcib kalkıp bir konuşma yaptı. Konuşmasını bitirince Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sabit b. Kays’a dönerek, 

“Kalk, bu adamın konuşmasına cevap ver.” buyurdu. Sabit b. Kays da kalkıp çok güzel bir konuşma yaptı. 

Daha sonra Benî Temîm heyetinden Zibirkan b. Bedr bir şiir okudu. Buna da Hassan b. Sabit şiiriyle cevap verdi. 

Hassan b. Sabit şiirini bitirince, heyetten Akra b. Hâbis, “Hatibi bizim hatibimizden, şairi bizim şairimizden daha güçlü, sesleri de bizim sesimizden daha yüce ve yüksek.” diyerek teslimiyetini bildirdi.

En fasîh şairlerini yanında getiren Benî Temîm kabilesi Müslümanlığı kabul ederek Medine’den ayrıldı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de değerli hediyeler vererek onları yolcu etti. (A.g.e., 206-212) 

 

Adiyy b. Hâtim ve Müslüman Oluşu

Adiyy b. Hâtim Yemen’deki Hıristiyan kavmin lideriydi. Babası cömertliğiyle meşhur Hâtem-i Tâî’dir. Kendisinin anlattığına göre, Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk işittiğinde bundan hiç hoşnut olmadı. Çünkü kabilesinin reisi olarak kendisini asalet sahibi bir Hıristiyan olarak görüyordu. Ayrıca kabilesinin katıldığı savaşlarda elde edilen ganimetin dörtte birini kendisi alıyordu. Maddî-mânevî sahip olduğu imkân ve payelerin elinden çıkma ihtimali dolayısıyla İslâm’a karşı düşmanca bir tavır içine girmişti. 

Adiyy b. Hâtim, tevhid dini olan İslâmiyet’in Yemen’deki putperestliğe de son vereceğini ve o bölgeye de hâkim olacağını tahmin ediyordu. Bu sebeple her an bulunduğu beldeden kaçabilecek şekilde at ve develerini hazır hâlde bulunduruyordu. Hazreti Ali komutasındaki İslâm ordusunun Yemen’e yaklaştığını duyunca ailesi ve çoluk-çocuğuyla birlikte Şam’a kaçtı. Ancak kaçış esnasında kızkardeşi Sufane’yi unutmuşlardı. 

Adiyy b. Hâtim’in kabilesinin bir bölümü Müslümanlara karşı çıktı. Ancak çok geçmeden mağlûp oldular. Müslümanlar onları esir aldı. Medine’ye getirilen esirler arasında Adiyy b. Hâtim’in kızkardeşi Sufane de vardı. 

Sufane fırsat bulduğu bir anda, babasının adını şefaatçi yaparak Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım talebinde bulundu. Her işi bin bir hikmetle dolu olan Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabilenin önde gelenlerinin gönlünün kazanılmasıyla bütün bir kabile fertlerinin gönlünün kazanılabileceğini çok iyi bildiğinden, Sufane’nin serbest bırakılmasını emir buyurdu. Ayrıca kardeşinin yanına dönmek istediğinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona giyecek ve binekten başka yol boyunca ihtiyacını karşılayacak erzak verdi. Onu saygı duyulan muhterem birisi olarak yolcu etti. 

Sufane Şam’da kardeşi Adiyy b. Hâtim’in yanına varınca önce kendisini bırakıp gittiğinden dolayı kardeşine ağır sitemlerde bulundu. Daha sonra Resûlullah ile aralarında geçenleri anlattı. “Vallahi ben O’nda hayırdan başka hiçbir şey görmedim. Kardeşim sen de O’nunla git bir görüş!” dedi. Bunun üzerine Adiyy b. Hâtim Medine’ye doğru yola koyuldu. (A.g.e., 225-227) 

Esasında bu başlık altında buraya kadar anlattıklarımız mevzuumuzla doğrudan alakalı değildi. Ancak konu bütünlüğü açısından hâdisenin bütününü aktarmanın daha faydalı olacağını düşündük. Şimdi ise hâdisenin mevzumuzla doğrudan alâkalı kısmını nakletmek istiyoruz. 

Tarihçi İbn Hişam, hâdisenin devamını Adiyy b. Hâtim’in dilinden şöyle aktarıyor: 

Medine’ye geldiğimde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mescidde bulunuyordu. İçeri girip selâm verdim. “Bu adam” kimdir, diye sordu. Adiyy b. Hâtim olduğumu söyledim. Bunun üzerine ayağa kalktı, bana iltifatta bulundu. Daha sonra alıp beni evine götürdü. 

Eve giderken yaşlı, zayıf bir kadın rastladı. Resûlüllah’ı durdurmak istedi, o da durdu. Hazreti Peygamber uzun süre kadının ihtiyaçlarını dinledi. Bu arada ben içimden, ‘Bunu bir hükümdar yapmaz, vallahi bu bir hükümdar değil.” diye geçirdim. Sonra evine vardık. 

Hazreti Peygamber, önüme lifle doldurulmuş bir minder koydu ve oturmamı istedi. Ben, “Siz oturun.” dedim, “Hayır, sen otur!” buyurdu. Ben mindere oturdum o ise yere oturdu. Ben yine içimden, “Vallahi bu bir hükümdar işi değil.” dedim. 

Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha sonra Adiyy b. Hâtim’e İslâm’ı anlatıyor, onun imanına engel olabilecek zihninde oluşan tereddütlere cevap veriyor ve neticede Adiyy b. Hâtim kelime-i şehadet getirerek Müslüman oluyor. (A.g.e., 227) 

 

Görüşmeler Hakkında Umumî Değerlendirme

Medine’ye gelen elçi heyetlerinin hepsine bu yazıda temas etmek, yazının istiap haddini aşacağından biz bu kadarlıkla iktifa etmek istiyoruz. Zira İmam Şiblî’nin tespitlerine göre, her ne kadar ilk dönem siyer müelliflerinden İbn İshak, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelen 15 heyetten bahsetse de, İbn Sa’d, gelen heyetlerin sayısının 60’a ulaştığını söylemekte, Zeyneddin İrakî, İbn Sa’d’ın görüşünü desteklemekte, İbn Kayyim ve Kastallânî ise eleştirel araştırma ve tahlillerden sonra bu heyetlerin 342’ye ulaştığını ifade etmektedirler. (İmam Şiblî, s.51) Dolayısıyla biz şimdi sadece bir fikir vermesi açısından verdiğimiz üç örnekle yetinerek heyetlerin ziyaretiyle alâkalı önemli gördüğümüz bazı hususların tespitine geçmek istiyoruz. 

Bu üç hâdiseyi yan yana getirip mukayeseli bir şekilde anlamaya çalıştığımızda görüyoruz ki; 

İnsan sarrafı Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen kişi veya kişilerin durum ve konumlarına göre kendilerine muamelede bulunmaktadır. Basit, sade bir şekilde soru sorup konuyu öğrenmek isteyene onun ruh aynasına, anlayış seviyesine göre cevap veriyor, açık, net, veciz, sade ve duru bir şekilde söyleyeceklerini söylüyor, hak ve hakikati ifade ediyordu.

Şiir ve hitabetiyle övünen, kabile enaniyeti içinde bulunan kişilere de onların anlayacağı dille cevap veriyor, gönüllerini incitmeden ama onları helâkete sürükleyecek enaniyet ve kibir duygularını da ellerinden alacak şekilde müskit cevaplarla hak ve hakikate tercüman oluyordu. 

Kabilelerin önde gelenlerine, eşrafına saygı ve hürmet dolu bir muamelede bulunuyor, onların mânevî makam ve itibarlarını zedeleyecek bir hareket ve davranışa fırsat vermiyordu. Böylece ilgi ve teveccühe alışmış bu kişilerin enaniyet ve gurur damarlarına basılmamış ve bu sebepten dolayı dinden, imandan uzaklaşmaları engellenmiş oluyordu. 

Daha önce ne tür zulüm ve haksızlıkta bulunursa bulunsun, hangi kötü söz ve iftirayı atmış olursa olsun, gelen kişilere geçmişte yaptıkları hatırlatılmıyor, önceki zulüm ve kötülükleri yüzlerine çarpılmıyor, onları mahcup duruma düşürecek söz ve davranışlardan uzak kalınıyordu. Hatta denilebilir ki, bu mevzuda en küçük bir îmada dahi bulunulmuyor, aksine gelen kişiler iltifat ve ikram görüyordu. 

Eldeki imkânlar ölçüsünde hemen hemen bütün heyetlere hediyeler veriliyor öyle yolcu ediliyordu. 

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen kişi veya kişiler ne kadar kaba-saba, haşin, sert dahi olsa her hâlükârda fevkalâde bir nezaket içerisinde onları karşılıyor, kaba-saba, hoyratça bedevî tavırlarına kızmıyor, öfkelenmiyor, böyle çirkin davranışta bulunanları tardetmiyor, onları muhatap almamazlıkta bulunmuyor; aksine kabalığa nezaketle, huşunete yumuşaklıkla karşılık veriyordu. 

Ayrıca dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus görüşmeler monolog şeklinde cereyan etmiyor; gelen heyetler kendilerini ifade edebilecek bir zemin buluyor, duygu ve düşüncelerini rahatça dile getirebiliyor, akıllarına gelen her türlü soruyu sorabiliyorlardı. Böylece gerçekler dikte yoluyla değil, insanların zihinlerinde herhangi bir soru işareti ve tereddüt kalmaksızın içten bir kabulle gönüllere girmiş ve yerleşmiş oluyordu. 

 

Ve Günümüze Bakan Yönleriyle Elçiler Yılı

Yaratılış hikmeti gereği her dönem için maddî güç ve kuvvetin bir mânâda vazgeçilmezliği bulunsa ve hiç şüphesiz çağımız için de aynı durum söz konusu olsa da, öyle anlaşılıyor ki, günümüzde ilmin ve beyanın gücü daha bir önem kazanmış, onun toplumlar ve devletlerarası muvazenedeki rolü daha belirleyici bir noktaya ulaşmıştır.

Aynı hakikati farklı bir açıdan şöyle de ifade edebiliriz: Esasında, “mahiyeti ve neticesi itibariyle her şey ilme bağlıdır”, ilmin ve beyanın gücü her dönem için en müessir vesilelerden biridir, ancak günümüzde bu güç geçmiş dönemlere nispetle daha bir ehemmiyet kesbetmiş, çok daha geniş sahada hâkimiyet ve müessiriyet tesis etmiş bulunmaktadır. Öyle ki, günümüzde en güçlü devletler dahi yapıp ettiklerinden dolayı kendilerini şöyle veya böyle dünya halkları nezdinde bir meşruiyet zeminine oturtma mecburiyetinde hissetmektedirler. Bundan dolayı rahatlıkla denebilir ki, umum yeryüzünde bugün medenî üslûp ve diplomatik dil asıl mücadele ve kazanma sahası olarak görülmektedir. 

Ayrıca haberleşme ve seyahat vasıtalarının akıllara durgunluk verecek ölçüde geliştiği ve bunun sonucunda dünyanın âdeta bir köy hâline geldiği günümüzde fertler ve milletler arası münasebetler geçmiş asırlara nispetle daha bir iç içe girmiş, farklı kültür ve anlayışın insanları –isteseler de istemeseler de- içtimaî, siyasî, coğrafî, ticarî vs. değişik sebeplerle aynı mekânı paylaşma, birlikte yaşama mecburiyetinde kalmışlardır. 

“Zamanın ruhu” diyebileceğimiz bu tür konjonktürel sâikler, umumî mânâda din ve kültürler arası diyalogu elzem kıldığı gibi, bilhassa son çeyrek asırdan beri, bazı uluslararası güç odakları tarafından İslâm ve Müslümanlar hakkında oluşturulmaya çalışılan sun’i imaj meselesi ve İslâm’ın hakikî çehresini karartma gayretleri de Müslümanların bu mevzuya daha bir ehemmiyet vermesini gerekli kılmaktadır. İslâm’ın -hâşâ- sertlik ve huşunet yanlısı bir terör dini, Müslümanların da bir terörist, bir anarşist olarak gösterilmeye çalışıldığı talihsiz bir dönemde, Müslümanların üzerine düşen en önemli vazife herhâlde her fırsatı değerlendirerek İslâm’ı gerçek orijiniyle anlatma, hâl ve beyan diliyle onun hakikî sesini cümle âleme duyurma olsa gerek. Bu sebeple fesat şebekeleri ne yaparsa yapsın, ıslahçılar olarak mümin, hakikî insaniyet olan İslâm’ı gerçek mânâ ve muhtevasıyla temsil etme ve bu temsil için gerekli olan karşılıklı görüşme ve tanışma zeminini oluşturma vazifeleriyle sorumlu bulunmaktadır. 

Bundan dolayı sonuç olarak diyebiliriz ki, zaten dinin ruhunda olan ama günümüz şartlarının daha bir lüzumlu hâle getirdiği farklı din ve kültür müntesipleriyle karşılıklı ziyaret ve diyalog toplantıları açısından “elçiler yılı”; Nebevî metot ve tarzın bilinmesi, onun hayata hayat kılınması ve bu tür görüşmelerin en güzel ve en verimli şekilde neticelenmesi adına çağımız Müslümanına başka hiç kimsenin sahip olamayacağı eşsiz bir rehberlikte bulunmakta ve bizim için çok zengin bir kaynak sunmaktadır.

Author: Hamdi İŞCAN - min read. - Post Date: 08/30/2019