Kur’ân'ın Tencîminin Eğitici Özelliği





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 07/29/2019
Clap

Kur'an-ı Kerim, hayatın her sahasına şamil bir sistem getirirken, Müslüman cemaatin aktüel ve hayati ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda gelmiştir. Cemaatin, dakik ilâhi program altında, kendi istidadına göre yavaş yavaş gelişmesine nezaret etmiştir.

 

Kur'an-ı Kerim, Tevrat örneğinde olduğu gibi, niçin toptan, bir seferde inzal edilmemiştir de tenzili, 23 sene boyunca, devam etmiştir. Bunun çok yönlerinden dört vechi, genel olarak:

  1. Hz. Peygamber (sav)'e bakan yönü;
  2. Mü'minlere bakan yüzü;
  3. Kur'an'ın i'cazına müteallik bulunması ve,
  4. Muhatablarından mü'min olmayan her kesimle alâkalı olarak incelenebilir.

Bu sebeplerin başında, Efendimiz (sav) gibi en yüce terbiyeye mazhar bir Resulün kalbini, her an itminan ve sekinet'in menbaı haline getirmek, gelmektedir. Yani Efendimiz (sav)'in ilahi murakabe altındaki hayatı her an kontrol edilmekte, zaman, zemin ve hâdiseler karşısında gerekli ikazlar yapılmaktadır. Ta ki en güzel örnek "usve-i hasene" olsun.

Bir diğer sebep olarak da buna bağlı olarak müminlerin kalbine iman ve İslâm'ı, yine Kur'an'ın en önemli prensiplerinden olan "tedrîc" esasına göre yerleştirme gelmektedir. Cenab-ı Hakk'ı, İslâm'ı ve Kur'an'ı temsil edecek insanların "vasat bir ümmet", tam bir "halife" şuuruna sahip olması için böyle bir metodun ne kadar zaruri olduğu da açıktır.

Kur'an'ın kendine ait yönü de i'caz vecihlerinin tam manâsıyla ortaya çıkmasına, iyice aşikâr olmasına vesile olmuştur. 23 sene boyunca Mekke müşriklerinden, Medine yahudi ve münafıklarına, onlardan Necran hristiyanlarına kadar muhatap kitlesi devamlı genişleyerek artmıştır. Ama, bütün bu muhataplardan hiç bir kesim, bu süre içinde Kur'an'ı tenkid edecek -haşa- en küçük bir nokta bulamamışlardır. Böylece Kur'an'ın ilâhî menşei ve i'cazı iyice tebellür etmiştir.

Kur'an-ı Kerim, tenzilinin devamı müddetince, Mekke ahalisine dört ayrı safhada gerçekleşen tahaddî (meydan okuma)'de bulunmuştur. Önce Kur'an'ın bütününe nazire yapılması.. son olarak, isterse müftereyât olsun, en kısa sûresine misil getirilmesi istenmiştir. Kur an, meydan okumasını kesmediği sürece ki, -kesmemiştir- inen her âyet, müşriklerin gururlarını parçalayan, yok eden, mağlubiyet acısını her seferde tazeleyen bir nurânî balyoz olmuştur.

Neticede 23 sene sonunda Arap yarımadası, ilâhî davete uymak mecburiyetinde kalmıştır. Yazıda Kur'an'ın peyderpey inzalinin Efendimiz (sav) ve mü'minlere ait terbiyevî yönü üzerinde durulmaktadır.

Kur'an-ı Kerimin mübarek isimlerinden biri de Tenzil'dir. Aslında onun bir vasfı olan bu kelimenin mânâsı, "ara ara ve sık sık yukarıdan indirilen" demektir. Zira Arapçada tef'il kalıbı, fiilin kesret ve teceddüdüne, yani çok ve devamlı olmasına delalet eder. İlâhî hikmet, Kur'an'ın, "necm necm" gönderilmesini dilemiştir. (Aynı zamanda yıldız manasına gelen bu kelime, burada "vakit vakit, taksitle eda etme" anlamındadır). Buna Tefsîr Usulünde tencîmu'l-Kur'ân denilmektedir. Evet, Cenâb-ı Allah, Kur'ân necmlerinin dünya semasında böylece tulû' edip, beşeriyeti uyarmasını dilemiştir. Resulullah (asm), dünya kurulalı daha fazlası olmamış ve olmayacak çapta, öyle muazzam bir inkılab, öyle büyük bir hizmetle görevli idi ki, o muzuna yüklenen ağır yükü taşımasında bütün insanlığa bedel olabilecek bir yardımcısı, bir dostu olması gerekiyordu. Onun gönderildiği sırada mevcut olan bütün dinler, bütün milletler, bütün fikir ve felsefeler, hatta kendi kavmi ve kabilesi, amcası gibi en yakın akrabası, ona düşman kesilirken, kendisini davâsından vazgeçirmeyecek bir kuvvetle mücehhez olması gerekiyordu. Bu da ilâhi inayet ve te'yidin habercisi olan "Resul-i kerim", "Ruhu'l-emin", "Mutâ'in semme emin", "Zi kuvvetin inde zi'l-arşi mekin" (Arş Sahibi Allah Teâla katında önemli mevkii olan, büyük kuvvet sahibi) olan Hz. Cibril (a.s.) olmuştur.

Çileli, dikenli tebliğ ve davet yolunda o, nice meşakkatler çekti. Buyurduğu gibi, "imtihanların ve belaların en şiddetlisine nebiler maruz kalmıştır, (eşeddü'1-belâ ale'l-enbiyâ), sonra da herkese mertebesine göre". Yoluna dikenler konuldu, türlü türlü hakaretlere hedef edildi, kendisine inanan ve akrabalık sebebiyle himaye edenlerle birlikte üç sene boyunca kuşatılıp aç biilaç bırakıldı, etrafında devamlı surette suikasd komploları dönüp dolaştı. Yirmi üç seneyi dolduran sayısız çileler... İşte bu hallerinde onun en büyük teselli ve kuvvet kaynağı. Cibril (a.s.)'in dost, ünsiyet veren sohbeti; bütün mahlukların Rabbi, her şeyin melekutu yedinde, her şeyin nasiyesi ve dizgini elinde olan hükümdarlar Hükümdarının nurlu âyetleriyle zuhur etmesi oluyordu.

Cibrili görünce, onun "Refik-i a'lâ"dan, en yüce dost ve yardımcıdan getirdiği haberi işitince, kendisini bunaltacak raddeye varmış olan işkenceler, mahrumiyetler, düşmanlıklar dağlar kadar da olsa, onları unutuyor, daha doğrusu onları aşacak bir kudrete mazhar oluyordu. Bu kuvvettir ki, kendisinin üzerinde büyük emeği olan ve babası gibi sevdiği, onun da inanmamasına rağmen kendisine sonuna kadar sahip çıktığı sevgili amcası vasıtasıyla, taviz isteyen şirk cephesi teklifine karşı: "Vallahi, amcacığım, değil teklif ettikleri dünya hükümdarlığı ve zevki gibi şeyler, gökten güneşi indirip bir elime, ayı indirip öbür elime koysalar, Allah'tan bir emir ve işaret gelmedikçe, bu tebliğden beni vazgeçiremezler" dedirtmiştir. Taif'de taşlanarak kovulduğu sırada, olanca genişliği içinde yeryüzünde kendisine arkadaş olacak bir tek insan bulunmadığı bir sırada, kelimenin tam mânâsıyla "dünya kendisine zindan" edildiği anda Cibril zuhur edip: "Ya Nebi, Rabbin sana selâm gönderdi. İstersen şu dağı onların başlarına devireyim" deyince, o: "Yapma, bunlar böyle olsalar da, onların zürriyetlerinden bu hakikata iman eden çıkabilir" deyip, imha edilmelerini istememiştir.

Böylece ilâhi vahy, parça parça tenziller halinde inip, yirmi üç senelik meşakkat, gurbet, hicret, şiddet halleri esnasında, her seferinde ona yeni bir şey öğretmiş, onu irşad ve teselli etmiş, güven ve itminanını tazelemiştir. Diğer taraftan, kendisinin çevresinde halkalanan sahabilerini eğitmiş onların itiyadlarını düzeltip iyileştirmiş, karşılaştıkları problemlerde onları irşad etmiş, onlara moral verip buhranlı dönemlerde ellerinden tutmuştur. Ayrıca, bu sayede, gönderilen hükümler hep birden gelerek tahammül edilmez ağır bir yük zannedilecek şekilde şok tesiri uyandırmamış, hâdiselerin sevk ve zorlamasıyla yavaş yavaş alıştırmak suretiyle gönderilmiştir.

Evet, Kur'an'ı Kerim, yenilenen zemzemleriyle Resulullah (a.s.m.)'ı teselli edip. onun gözünde meşakkatları küçümsetiyordu. Tevhid yolunun daha önceki önderlerini ona hemrah ediyor, o nurani kafilenin içinde olduğunu hatırlatıyor, böylelikle o, büyük bir kuvvet ve ünsiyet buluyordu. Mesela şu âyet, red ve tekzible karşılaşmada diğer peygamberlerden müstesna kalmayacağını belirtmektedir: (Bilindiği üzere musibet yaygın olduğu nisbette hafifleşir). "Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı da yalancı sayılmaya ve ezaya uğratılmaya karşı sabretmişlerdi. Nihayet, onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur. Zaten, o peygamberlerin bir kısmının haberi sana da ulaşmıştır" (En'âm suresi, 34).

Bazan, gelen âyet, insanların imtihanda olduklarını, iman veya inkâr hürriyetini verenin Allah Teâla olduğunu hatırlatarak ona teselli verirdi: "Eğer Rabbin dileseydi. bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat onlar, ihtilafa düşmeye devam ederler; ancak Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesnadır. Zaten Rabbin, onları bunun için (yani rahmet etmek için) yaratmıştır." (Hud suresi, 118-119).

Zaman zaman müşriklerin sinsi plânları oluyordu. İnsanların hidayete gelmelerini isteyen müminler, bazan onlara kanabilirlerdi. Mesela diyorlardı ki: "Sizin söylediğiniz şeyi kabul edebiliriz, fakat etrafınızda avam tabakasından birtakım kimseler var, bizim içtimai mevkiimiz onlarla beraber olmaya müsait değildir, şayet onları uzaklaştırırsanız biz size katılırız." Anıma gelen tenzil, bu sinsi plâna karşı uyarıyordu: "Sabah akşam Rablerine, sırf onun cemaline müştak olarak, niyaz edenleri kovma. Onların hesabından sana herhangi bir mes'uliyet olmadığı gibi, senin hesabından da onlara hiç bir mes'uliyet yoktur ki onları kovarak zalimlerden olasın" (En'âm suresi, 52; keza bkz. Kehf suresi, 28).

Bazen Allah Teala Resulünü teselli etmenin yanısıra aynı zamanda teşrif ediyor, yani onun yüksek mevkiine işaret etmek için, onu yalanlayan kâfirlerin, kendisinin yalancı olmadığını bildiklerini, fakat onların aslında Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini bildiriyordu: Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" (En'am suresi, 33).

Kur'an toptan inip vahy kesilmiş olsaydı, bu durumda, o ve beraberindeki mü'minler insan olarak mahzun, şevki kırık hale gelebilirlerdi. İnsanların Yaratıcısı, onların fıtratlarını en iyi bildiğinden, en münasib olan bir tarzı seçerek dersini, eğitimini ve takviyesini devamlı olarak yenilemiştir.

Kur'an-ı Kerim, hayatın her sahasına şamil bir sistem getirirken, müslüman cemaatin aktüel ve hayati ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda gelmiştir. Cemaatin, dakik ilâhi program altında, kendi istidadına göre yavaş yavaş gelişmesine nezaret etmiştir. Kur'an, bir eğitim sistemi, bir hayat sistemi olsun diye gelmiş, yoksa sırf kulağa hoş gelen bir musiki veya bilgi kaynağı olan bir kültür kitabı olsun diye gelmemiştir. Kelime kelime uygulanmak için, âyetlerinin "günlük emir"ler halinde, ihtiyaç ve iştiyak duyularak, faydasına ve müeyyidesine inanılarak icra edilip yol göstermek için gönderilmiştir. Mesela, içtimai hayatta müslümanlar, birtakım temayüllere sahib olabilirlerdi. Nitekim bir seferinde, ashab-ı kiramdan bazıları zühd ve takvanın en iyi şeklini uygulamak için, evlenmeyi bırakıp kadınlardan uzak yaşamayı, et ve yağ yememeyi, palas giymek, sadece ölmeyecek derecede yemek, yeryüzünde ruhbanlar gibi dolaşmayı münasip görmüşlerdi. Bazen Cenâb-ı Allah, itidal ve istikamet, ayırıcı vasfı olan bu ümmetin, yanlış yola sapmasını önlemek için: "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın, çünkü Allah sınırı aşanları sevmez" (Maide suresi. 87) buyurmuştur. Kıyamete kadar hükmü geçerli bu pırlanta prensipler, pırıl pırıl necmler halinde, bu gibi vesilelerle tulû etmiştir.

Bir başka misâl verelim: Toplumda her zaman birtakım şayialar çıkabilir. Bunlara dayanarak birçok önemli kararlar verilip, mühim icraat yapılabilir. Dolayısıyla çok önemli sonuçlar ortaya çıkabilir. Şayet istisna edilen bilgiler yalan ve yanlış ise büyük zararlar meydana gelebilir. Bundan ötürü, işin aslını araştırmak, büyük bir ihtiyaçtır. Bu vazife, asr-ı saadetteki bir hâdiseye bağlı olarak bildirilmiş, böylece bu ders tam ihtiyaç ânında verildiği gibi, hâdise ile de irtibatlı olması itibariyle unutulmayacak bir tarzda varid olmuştur. Şöyle ki:

Resulullâh (a.s.m) Velid b. Ukbe (r.a)'ı Beni Mustalık'a vâli ve zekât memuru olarak göndermişti. Kendisiyle onlar arasında daha önce bir kin varmış. Yaklaştığı zaman, karşısına gelen süvarileri, kendisiyle savaşacaklar zannetmiş, korkup dönmüş ve Resulullâh'a varıp: "Onlar irtidad ettiler, zekâtı vermediler" demişti. Resulullâh gazaba gelmiş, onlara karşı gazaya çıkmayı kurmuştu. Bu âyet, işte bu sırada inerek müminleri uyarmıştı. (Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili. 6/4457; Tefsir-i İbni Kesir (İmam Ahmed ve Taberani'den naklen). İnen âyetin meâli şöyledir: "Ey i-man edenler, şayet bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu iyice araştırın, Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz" (Hucurat suresi, 6).

Kur'ân-ı Kerim'in, mümin cemaatin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda nâzil olmasının yüzlerce vak'a ile teyid edilecek örnekleri mevcuttur. "Esbab-ı nüzul" kitapları ile Tefsire dair eserler, bunları zikrederler. Hülasa sahabe nesli olan ilk İslâm nesli, kıyamete kadar devam edecek olan İslâm ümmeti binasının temeli durumunda olduğundan, ilâhi hikmet onları eğitmeye özel ihtimam göstermiş, o örnekler vasıtasıyla da onlardan sonraki nesilleri terbiye etmeyi murad etmiştir. Onların ilâhi vahy ile tecâvübleri, bu vahyi nasıl tebellüğ edip ona nasıl mukabele ettiklerini, beşeri hayatlarına nasıl tatbik ettiklerini, kendilerine nasıl mâl ettiklerini göstermenin yolu ise, beşeri hayatın çeşitli tezahürlerinde insanlığa yön verecek ilâhi talimatların, yani Kur'ân âyetlerinin, yavaş yavaş indirilmesidir. Bazılarımızın hatırına şöyle bir sual gelecektir: "Neden bu özellik, sadece sahabe nesline verildi?" Buna şöyle cevap veririz: "Hz. Peygamber muayyen bir zamanda yaşayıp resul yapılmış, Kur'ân belli bir zamanda gönderilmiştir. Onların gelişleri tekerrür edemeyeceğine göre, bu hâdiseyi de böylece kabul etmek gerekir. Her hâdise bir kere olur. Riski ve imtiyazıyla beraber, bu hususiyet sahabe nesline verilmiştir. Ondan sonraki nesillere düşen, İslâmi hayatın uygulanmasında onları örnek almaktır."

Aslında, burada arzettiklerimizden daha çok fayda ve hikmetleri bulunan tencîmu'l-Kur'ân meselesinin, sadece Hz. Peygamber (a.s.m) ve müminleri, hayatın akışı içinde yönlendirme, kıyamete kadar gelecek mümin nesillere ebedi örnekler verme" şeklinde ifade ettiğimiz nev'ine dair bazı açıklamalar sunduğumuz bu makalemizi burada bitirirken, tencîmin bir çok kategoride de incelenen başka hikmet ve faydalarının bulunduğunu da unutmamak gerektiğini belirtmek isteriz.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 07/29/2019