Kur'ân'ın İntikalinde Sahabe'nin Rolü (1)





Author: Dr. Ergun ÇAPAN - min read. - Post Date: 03/25/2019
Clap

Matbaa, kayıt, ulaşım gibi modern imkânlara rağmen yirminci asırda yaşamış ünlü şahısların eserlerinde bile farklılıklar bulunması, bu işin başlı başına mûcize ve bu mucizenin gerçekleşmesi sahabenin büyük gayretini gösterir.

Beşer tarihi boyunca sahabenin semavî vahye olan ilgisini, bağlılığını başka herhangi bir toplulukta görmek imkânsız gibidir. Sahabe, yaşadığı dönemin şartlarını aşkın bir sistem ve hassasiyet içerisinde Kur’ân’ı, Peygamberimiz’in rehberliğinde hem ezberleyip hem de yazarak muhafaza altına almış ve onu bir harfi bile değişmeden insanlığa intikal ettirmiştir. Bugün dünyanın her tarafında en yaygın kitap olan Kur’ân, bir harf farkı olmaksızın asırlardır okunmaktadır. Matbaa, kayıt, ulaşım gibi modern imkânlara rağmen yirminci asırda yaşamış ünlü şahısların eserlerinde bile farklılıklar bulunması, bu işin başlı başına mûcize olduğunu gösterir. Biz bu çalışmamızda, Kur’ân’ın sahabenin hayatındaki yeri, önemi ve sahabenin, onu sonraki nesillere nâzil olduğu şekliyle intikal ettirmesi üzerinde durmaya çalışacağız.

Kur’ân’ın Sahabenin Hayatındaki Yeri

Sahabe, Kur’ân’ın ve Resûlüllah’ın (aleyhissalâtu vesselâm) mûcizesi olan bir topluluktur. Bu hakikat, dünden bugüne birçok âlim tarafından ifade edilmiştir. Meselâ, İslâm Hukuk Metodolojisi’nin en önemli simalarından biri olan Karafî (v.684), bu husustaki kanaatini şu şekilde ifade eder: “Peygamber Efendimiz’in sahabeden başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sahabe, Allah Resûlü’nün nübüvvetine delil olarak yeterdi. (Karafî, 2001, 4:305)” Asrımızda yaşamış büyük müfessirlerden merhum Seyyid Kutup, tefsirinin değişik yerlerinde, meselâ, A’raf Sûresi 188 ve 203. âyetleri yorumlarken sahabenin eşsizliğini, harikulâdeliğini dile getirir. İ’câzu’l-Kur’ân sahasında zirve isimlerden Mustafa Sadık er-Rafiî de, sahabenin Kur’ân mûcizesinin canlı bir sureti olduğunu vurgular. (Rafiî 1990, s.158-159)

Üstad Bediüzzaman, sahabenin, Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) rahle-i tedrisinde yetişmiş, peygamberlerden sonra firaset, dirayet ve insani değerleri temsilde zirveyi tutmuş, insanlık âleminin en meşhur, en muhterem ve en dindar insanları olduğuna dikkatleri çekmiş (Nursî, Şualar, s.109) ve şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: Bedevî, okuma-yazma seviyesi çok düşük, sosyal hayattan ve yaşadıkları dünyadaki fikir ve düşüncelerden habersiz, semavî kitaptan yoksun ve fetret asrının karanlıklarında bulunan bu insanlar, çok az bir zamanda en medenî, en bilgili ve dünya siyasetinde en önde olan milletlere ve hükümetlere birer üstad, rehber, diplomat ve kılı kırk yaran bir adaletle hükmeden hâkim, doğudan batıya kadar herkesi memnun eden idareciler olmuşlardır. (Nursî, Sözler, s.524)

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sahabenin harikulâdeliğini şöyle ifade eder: “…Kur’ân yeryüzünü şereflendirdiği o ilk dönemde, hem ruhlarda, hem akıllarda, hem de gönüllerde tasavvuru imkânsız öyle bir tesir icra etmiştir ki, O’nun ışıktan atmosferinde, yeniden hayata uyanan nesillerin mükemmeliyeti, O’nun hakkında başka mûcizeye ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir harikadır ve bu insanların, dinleri, diyanetleri, düşünce ufukları, ahlâkları, kulluk esrarına vukufları ve mârifetleri açısından benzerlerini göstermek de mümkün değildir. Doğrusu o çağda, sahabe unvanıyla öyle bir nesil yetişmiştir ki, bu nesil meleklerle eş değerdedir dense mübalâğa edilmiş sayılmaz. (Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, 2000, 50)

Sahabe, Kur’ân ile beraber ve Kur’ân için yaşamış ve hayatını Kur’ân’a adamıştı. Onlar, Kur’ân’ı yaşama ve yaşatma istikametinde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir aktivite sergilemişlerdir. İşkenceye, baskıya, zulme mâruz kalmış ama, inandıkları değerlerden asla taviz vermemişlerdi. Allah’ın gönderdiği mesajı daha iyi yaşayabilmek için mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret etmişlerdi. Bu uğurda hayatlarını seve seve feda etmiş, hatta gönül verdikleri davaya engel olarak karşılarına en yakınları bile çıksa onları bile bertaraf etmekten çekinmemişlerdi. (Bkz.: İbn Hişam, 2:112-113; İbn Kesîr, 3:173-176)

Sahabenin hayatındaki en önemli şey, Kur’ân’ın her âyetini öğrenmek ve onun gereğince yaşamaktı. Onların içinde herhangi bir işle veya bir ticaretle meşgul olanlar, günlerinin bir kısmını ona ayırır, gerisini Allah Resûlü’nün huzurunda geçirirlerdi. Gelen vahyi hemen öğrenmek ve bu hususta hiçbir kimseden geri kalmamak için Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda nöbetleşe bekler ve bir tek kelimeyi kaçırmamaya dikkat ederlerdi. Buhârî’de nakledildiği üzere Hazreti Ömer, bir gün kendisi Allah Resûlü’nün huzuruna gelir, bir gün de ensardan olan komşusunu gönderir; sonra, Peygamber Efendimiz’in yanında iken öğrendikleri dinî meseleleri ve diğer vuku bulan hâdiseleri birbirlerine anlatırlardı. (Buhârî, talak 83) Bunun yanında, ileride bahsedileceği üzere, sahabe içinde bütün vakitlerini Mescid-i Nebevî’de geçirerek ilâhî vahyi ve Allah Resûlü’nün sünnetini ezberlemeye kendilerini vakfeden ashab-ı suffa da vardı.

Onlar, en tehlikeli anlarda bile kendilerini Kur’ân okumaktan alamıyorlardı. Meselâ, bir sefer sırasında Allah Resûlü, ashabı ile birlikte bir vadinin kenarında istirahat etmek üzere konaklamıştı. Ve gönüllü olarak iki sahabî, sıra ile nöbet tutuyordu. Nöbet tutan sahabî namaz kılmaya durmuştu. Düşman onu uzaktan fark ederek ok atmaya başladı. Sahabî, vücuduna isabet eden okları çıkararak namazına devam etti. Sonra yanındaki arkadaşı durumun farkına varınca, “Neden ilk ok isabet ettiğinde bana haber vermedin?” diye sorduğunda, yediği oklarla birlikte yaralı hâlde namaz kılmaya devam eden sahabî, bunun sebebini şöyle izah ediyordu; “Namazda bir sûre okuyordum, onu yarıda keserek namazı bırakmaya kıyamadım.” (Ebû Dâvûd, taharet 79; Hâkim, 1:258) Görüldüğü üzere sahabî, namazda Kur’ân okurken öylesine kendinden geçmişti ki, yaralandığı hâlde dahi o okuduğu sûreyi tamamlamadan namazını bitirmiyordu.

Sahabenin Kur’ân’a olan bağlılığı, onunla bütünleşmesi, dost-düşman onları tanıyan herkes tarafından kabul edilmişti. Meselâ, sahabe karşısında sürekli hezimete uğrayan Rum ve Fars kralları başa çıkamadıkları bu insanları değişik yollara başvurarak tanımaya çalışmışlardı. Gerek sahabe arasına gönderdikleri casuslardan ve gerekse bizzat sahabe ile savaşan askerlerinden aldıkları cevap hep aynıydı. “Onların her biri, gece kendisini ibadete salmış abid ve gündüz de cengâverdir (ruhbanun fi’l-leyl ve fürsanün fi’n-nehar).” Onların arasında otururken yanındaki ile konuşmaya kalksan, okunan Kur’ân ve zikir sesinden ne dediğini anlayamazsın. Çünkü onlar, sürekli Kur’ân okuyup Allah’ı zikrederler. (İbn Asakir, 2:96; İbn Kesîr, 7:16)

 

Kur’ân’ın Nazara Alınması

Sahabenin hayatı hep Kur’ân etrafında örgüleniyor, hayatları vahyin müşahedesi altında yoğrulup şekilleniyordu. Kur’ân’da, ibadet hayatlarından, Allah yolunda verdikleri mücadelelere,, birbirleriyle olan münasebetlerinden, Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl hitap etmeleri gerektiğine, yemek yemelerinden fısıltı hâlinde konuşmalarına, hatta kalplerinden geçenlere kadar pek çok durumları bildiriliyor ve kendileri ile ilgili âyetler nâzil oluyordu. (Bkz.: 8:5; 33:22; 24:63; 49:2-4; 24:61; 33:53; 58:1; 2:284) Hayatları Kur’ân’la çok içli-dışlı idi. Meselâ, Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün Ubeyy İbn Ka’b’ı çağırarak ona: “Allah, sana Kur’ân okumamı emretti.” deyince Ubeyy İbn Ka’b, “Adımı da söyledi mi?” diye sormuş, Efendimiz, “Evet!” cevabını verince ağlamaya başlamıştı. (Buhârî, tefsiru sûre (98) 2)

Kur’ân eksenli hayatı her şeye tercih eden sahabeyi, Kur’ân, sürekli nasıl bir kitapla muhatap olduklarına dikkatlerini çekiyor, onları cezbederek şöyle sesleniyordu: “Eğer dağlar yürütülecek olsaydı, bu Kur’ân ile yürütülürdü, yeryüzü param parça olup ve ölüler konuşturulabilseydi, o da, yine bu Kur’ân ile olurdu!” (Ra’d sûresi, 13/31)

“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağın tepesine indirseydik onun, Allah’a tazimi sebebiyle başını eğip parçaland‎‎ığını görürdün. İşte bunlar bir takım misallerdir ki, düşünüp istifade etmeleri için, Biz onları insanlara anlatıyoruz.” (Haşir sûresi, 59/21)

Kur’ân, bâtılın kendisine bir yol bulup giremeyeceği (41:42), bütün feyiz ve bereketlerin kaynağı (38:29), sahabenin karşılaştıkları problemleri, ihtilâfları çözmede ilk müracaat edecekleri merci idi (42:10; 4:59). Kur’ân, onları en doğru, en isabetli hayata yönlendiriyor (17:9), kendisiyle birlikte şifa ve rahmetin indirildiğinin (17:82) ve onda hiçbir şeyin ihmal edilmediğinin (6:38) altını çiziyor ve onları sürekli kendisini okumaya, anlamaya teşvik ediyordu. (35:29-30)

Kur’ân’a bu şekilde muhatap olan ve dinlerini yaşama, ona sahip çıkma ve onu dünyanın dört bir yanına neşretme yolunda mallarını canlarını feda eden, yurtlarını yuvalarını terk eden sahabenin, müsteşriklerin ve onların bir takım kasıtlı ve tutarsız iddialarını kendi görüşleriymişçesine pazarlamaya kalkanların ileri sürdüğü gibi, Allah’ın Kitabı’nı koruma altına almaktan gaflet etmeleri düşünülebilir mi?

 

Peygamberimiz’in Sahabeyi Kur’ân Okumaya Teşvikleri

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), inen her Kur’ân vahyini, önce erkekler, ardından da kadınlar cemaatine okuyordu. (Hamidullah, 42) Peygamber Efendimiz’den vahyi işiten zatlar da ya hıfz, yahut da kitabet yoluyla dinledikleri vahiyleri tesbit ediyorlardı. Yazı bilenler, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) tebliğ ettiği vahyi yazıyorlar ve yazdıkları metinleri de ezberliyorlardı. Yazı bilmeyen, yahut yazı malzemesini temin etme imkânına sahip olmayanlar ise, Peygamber Efendimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) namaz, sohbet veya başka vesilelerle okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat kendisinden dinleyerek ezberlemeye gayret ediyorlardı. (Hamidullah, 45; Yıldırım, 60) Peygamber Efendimiz, onların Kur’ân’a olan aşk ve şevklerini coşturuyor (Buhârî, et’ıme 30; Müslim, müsafirîn 243), “en hayırlılarının Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenler” olduğunu bildiriyor (Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 21; Ebû Dâvûd, salât 349); Kur’ân ile meşgul olmanın Allah nezdindeki değerine dikkatlerini çekiyor (Müslim, salâtü’l-müsafirîn 251) ve şöyle buyuruyordu: “Aziz ve Celîl olan Allah buyuruyor ki: Kim, Kur’ân-ı Kerim’i okuma meşguliyeti sebebiyle Bana dua edip, bir şey istemekten geri kalırsa, Ben ona, isteyenlere verdiğimden fazlasını veririm.” (Tirmizî, sevâbü’l-Kur’ân: 25)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli ashabını Kur’ân okumaya ve ezberledikleri yerleri unutmamaya teşvik etmiş (Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 23), unutmanın uhrevî mesuliyetine dikkatlerini çekmiş (Ebû Dâvûd, salât 16) ve kendisine, “Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a hangi amel daha sevimlidir?” diye soran birisine de, “Yolculuğu bitirince tekrar yola başlayan.” cevabını vermişti. “Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?” diye ikinci sefer sorulunca da, “Kur’ân’ı başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar.” buyurarak (Tirmizî, kıraat 4; Hâkim, 1:757), sürekli hatim yapmayı tavsiye etmiştir. Ve Kur’ân okuyan mü’minin, tadı ve kokusu çok güzel olan turunç gibi olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, et’ıme 30; Müslim, müsafirîn 243)

Peygamber Efendimiz şerefli sözleriyle Kur’ân okumaya ve okutmaya teşviklerinin yanında kendisi en zor şartlarda bile ashabına Kur’ân öğretiyordu. Ebû Talha’dan nakledilen şu rivâyet gerek Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve gerekse sahabenin, Kur’ân eğitim ve öğretimine ne kadar büyük bir önem verdiğini göstermektedir: “Bir gün Resûlüllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gittiğimde O’nun, açlıktan iki büklüm olan belini dik tutabilmek için karnına bir taş bağlamış bir hâlde ashab-ı suffaya Kur’ân okutuyor gördüm.” (Ebû Nuaym, 1: 342; Kandehlevî, 3:224)

Allah Resûlü, sözlü ve fiilî teşviklerinin yanında Kur’ân’dan uzak kalmanın nasıl bir mahrumiyet olduğunu da nazara vererek şöyle buyuruyordu; “Hâfızasında Kur’ân’dan hiç bir ezber bulunmayan kişi harap olmuş bir ev gibidir.” (Tirmizî, sevâbu’l-Kur’ân 18; İbn Ebî Şeybe, 6/127)

Ayrıca, Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabenin önde gelen kârilerine halka Kur’ân öğretmelerini, halktan da tayin ettiği bu insanlardan öğrenmelerini emretmişti. Bu sayede Medine kâriler ile dolup taşıyordu. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları uzak memleketlere Kur’ân’ı tilâvet ve mânâsıyla öğretmek için gönderiyordu. Meselâ Mus’ab İbn Umeyr ve Abdullah İbn Ümmi Mektum’u hicretten önce Medine’ye göndermişti.

 

Sahabenin Kur’ân Okumaya Düşkünlüğü

Sahabenin hayatında birinci derecede ehemmiyet verdikleri ilgi alanı Kur’ân’dı. Onların nazarında her yeni nâzil olan âyet gökten inen semâvî bir sofra gibiydi. Onlar, nazil olan âyetlerin ilâhî cazibesine kapılarak kendinden geçmiş, bütün himmetini onu öğrenmeye, öğrendiklerini yaşamaya ve insanlara tebliğ etmeye teksif etmişlerdi. Âyetleri ezberlemede, ezberden okumada ve mânâlarını anlamada âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. (Zerkanî, 1:241; Tirmizî, zühd, 37). Hatta Kur’ân’dan ezberlenen metinlerin miktarı sahabe arasında fazilet vesilesi sayılıyordu. (Buhârî, cenaiz 73; Müslim, cenâiz 27) Âdeta kim daha çok ezberleyecek diye aralarında fazilet yarışı yapıyorlardı. Bazen onlardan bir kadının mehrinin, kocasının kendisine öğreteceği Kur’ân’dan bir sûre olması, o kadın için göz aydınlığı, sevinç kaynağı oluyordu. (Buhârî, nikâh: Ebû Dâvûd, nikâh: 30) Gece kalkıp namaz kılmayı ve seher vaktinde Kur’ân tilâvetini rahat döşekte uyamaya tercih ediyorlardı. (Kandehlevî, 3:141-144) Hatta gece karanlığında evlerinin yanından geçenler arı uğultusu gibi bir ses işitirlerdi. (İbn Sa’d, 3:110; İbnü’l-Esîr, 3:284) Onlar, Kur’ân’da hedef gösterilen şu hususiyetin zirvedeki temsilcileri idiler: “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitleri istiğfar ederlerdi.” (Zâriyât sûresi, 51/17-18)

Sahabe içerisinde, kıraatı açıktan okunan namazlarda, özellikle sabah namazında seb’u’t-tıvalın (Bakara sûresinden itibaren ilk yedi sûre) okunması tercih edilirdi. Bununla birlikte, Hazreti Osman (v.35/655) ve Temim ed-Dârî (v.40/660) gibi bir rek’atta Kur’ân’ı hatmedenler de vardı. (Heysemî, 9:57; Zehebî, 1:9)

Bazı sahabîler, kendilerini Kur’ân’ın cazibesine kaptırarak, onu üç günde bir hatmederdi; hatta içlerinde her gece hatmedenler bile vardı. (Taberanî, 6:51; Heysemî, 7:171) Peygamber Efendimiz (alehissalâtü vesselâm), Abdullah İbn Amr İbn el-Âs’ı yanına çağırarak ayda bir hatim etmesini söylemiş, o, daha fazlasına gücünün yeteceğini, yani daha kısa sürede hatim edebileceğini ifade etmiş, Peygamberimiz de haftada bir hatim etmesini tavsiye buyurarak, bundan daha kısa bir sürede hatim etmesini istememiştir. (Buhârî, fezâilü’l-Kur’ân 34; Müslim, sıyam 181-194)

Sahabeden bazıları, Mescid-i Nebevî’nin yanında suffa denilen yerde Allah Resûlü’nün gözetiminde ikamet ediyor, O’nun rehberliğinde Kur’ân’ı hıfzediyor ve mânâlarını mütalâa ediyorlardı. (Kevserî, 4; Baktır, 30-32) Onlar, Kur’ân’da işaret edildiği üzere kendilerini Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya kilitlemiş müstesna insanlardı:

“Sabah-akşam Rabbilerine, O’nun rızasını isteyerek dua edenlerle birlikte candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş, işi-gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf sûresi, 18/28)

Suffa, Kur’ân’ın hıfzedilip, ahkâmının tedris edildiği bir medrese idi. Orada bulunan sahabîler, Peygamber medresesinin kendilerini Allah’ın dinini öğrenmeye vakfeden talebeleri idi. Bunlar, aynı zamanda çok müstağni, hasbiydiler. Kur’ân, onların bu hâline şu şekilde işaret etmiştir: “Yardımlarınız, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar, yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar. Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hâllerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır. Ey Resûlüm, Sen onları simalarından tanırsın. Onlar, yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler. Hem hayır adına her ne verirseniz, mutlaka Allah onu bilir.” (Bakara sûresi, 2/273) Bu âyet, ashab-ı suffa hakkındadır. (Kurtubî, 3:340; Âlûsî, 3:46; Elmalılı, 2:940)

 

Sahabeyi Kur’ân’a Yönelten Daha Başka Faktörler

Yukarıda zikredilenlerin yanında sahabeyi Kur’ân’ı öğrenmeye ve ezberlemeye sevk eden başka âmiller de vardı:

a.Sahabenin ümmî olması. Sahabe ümmî bir topluluktu. Onların başka kültürlerden etkilenmemiş olan duru ve ezbere müsait dimağları, ilâhî mesajın hiç değiştirilmeden korunarak intikal ettirilmesinde çok önemli bir faktördür. Onların içinde okuma-yazma bilen insan çok azdı. Öğrenmede en büyük dayanakları hâfızalarıydı. Hâfızaları da sürekli işletildiğinden, çok güçlüydü. Onlar, zekâlarının kıvraklığı, hâfızalarının kuvveti ve safi tabiatları ile örnek gösteriliyorlardı. Şurası açık bir gerçektir ki, onların kimisi âdeta şiir divanı, kimisi nesep sicili, kimisi de tarih kitabı gibiydi. İslâm, teşrifinden itibaren onların bu kabiliyetlerini vahye yöneltip, inkişaf ettirmiş, böylelikle sahabe, Kur’ân’ın kendilerinden sonra gelecek insanlara intikalinde çok önemli bir misyonu yerine getirmiştir, (Zerkânî, 1:290-296; Kevserî, 6)

Ayrıca, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur: Kurân’ın nâzil olduğu dönemde Arapça, altın çağını yaşıyordu. (Rafiî, 188-208) Kur’ân’ın belâgatı ve i’cazı karşısında sahabe âdeta büyülenmişti. Meselâ Hazreti Ömer, cahiliye şiirine vâkıf bir insandı. Kendi ifadesiyle “Gözümü yumsam hiç duraklamadan, cahiliye şiirinden bin beyit okuyabilirim.” derdi. İşte bu parlak dimağ, Peygamber Efendimiz’i öldürmeye karar vermiş olmasına rağmen, Tâhâ sûresini dinlediğinde onun o büyüleyici ifadeleri karşısında kendinden geçmiş ve Müslüman olmuştur. (İbn Hişam, 2:188) Kur’ân’ın belâgat ve i’cazının cazibesine kendini salan sahabî hayatını hep Kur’ân etrafında örgülemişti.

b.Kur’ân’ın birden inmeyip parça parça nâzil olması, sahabeye daha kolay ezberleme imkânı tanıyordu.

c.Namazda okunması. Namazda belli miktar Kur’ân okumanın gerekli olması, ayrıca ferdî kılınan namazlarda fazla Kur’ân okumanın daha sevaplı ve faziletli olduğunun Peygamberimiz tarafından bildirilmesi. (Buhârî, ezan 62; Ebû Dâvûd, salât 123)

d.Kur’ân’ın hükümleriyle amel etmenin her insan için gerekli olması. O dönemde her sahabî, Allah’ın kendisine gönderdiği mesajda kendisinden neler istediğini öğrenip, öğrendiklerini hayata taşımak istiyordu. Bu da, sahabeyi Kur’ân öğrenmeye sevkeden ve Müslüman olmanın getirdiği tabiî hususiyetlerden biri idi. Ayrıca Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), bazen onlardan birinden kendisine Kur’ân okumasını istiyordu. (Buhârî, fezailü’s-sahabe, 25; tefsir, 4/9; Tirmizî, cenaiz, 14; Müsned, 1: 374, 390, 433.) Bu da, onları Kur’ân’a yönlendiren ayrı bir dinamikti.

 

Sahabenin Kur’ân’ı İntikal Ettirmesi

Sahabe, yukarıda anlatıldığı üzere hayatı hep Kur’ân etrafında örgülenmiş bir Kur’ân harikasıdır. Kur’ân, Allah Tealâ tarafından nasıl vahyolunmuşsa, Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) tarafından nasıl söylenmiş ve belletilmişse sahabe tarafından öylece yazılıp ezberlenerek, insanlığa intikal ettirilmiştir. Şimdi de, sahabenin Kur’ân’ı hem ezberlemesi, hem de yazması üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz:

 

Sahabenin Kur’ân’ı Ezberlemesi

Sahabe, Kur’ân âyetlerini nâzil olduğu şekli ile ezberleyebilmek için sabah-akşam ezberledikleri yerleri Resûlüllah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) okuyor, ayrıca güçleri ve imkânları dahilinde yazmaya, yazdırmaya koşarak, Kur’ân’ın kaydedilmesi ve başkalarına da aktarılması hususunda yoğun çaba gösteriyorlardı. (Kevserî 4; Hamidullah, 43-44)

Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem), ashabının gönüllerinde Kur’ân’ın hıfzedildiğini şu şekilde vurgulamıştır: “أَنَاجِيلُهُمْ فِي صُدُورِهِم: Onların kitapları göğüslerindedir.” (Taberanî, 10:89) Bu hususiyet, kendilerine kitap verilen diğer ümmetlerde yoktur. Onlar, kitaplarının tamamını yazılı metne bakmadan ezberden okuyamazlar ve sadece yazarak kitaplarını korumaya çalışırlar. Hatta Hazreti Musa’nın, (aleyhisselâm) levhalarda أَنَاجِيلُهُمْ فِي صُدُورِهِمْ şeklinde nitelenen bir ümmetin geleceğinin haber verildiğini gördüğünü ve bu ümmetin kendisinin olması için Allah’a dua ettiği ve Cenab-ı Allah’ın da “Onlar, Muhammed’in ümmetidir.” diyerek, bu lûtfa Peygamberimiz’in ümmetinin mazhar olacağını bildirdiği rivâyetler arasındadır (İbn Kesîr, 2:250). Değişik nimetlere mazhariyetin yanında Kur’ân’ın kolay ezberlenmesi de, Allah’ın Müslümanlara bahşettiği başka bir lütüftur. Ve bunda da sahabenin apayrı bir yeri ve önemi vardır.

Sahabe içinde Kur’ân’ı okumada ve başkalarına okutmada şu sahabîler en önde gelmektedir: Hazreti Osman İbn Affan, Hazreti Ali İbn Ebî Talib, Hazreti Übeyy İbn Ka’b, Hazreti Zeyd İbn Sabit, Hazreti Abdullah İbn Mes’ud, Hazreti Ebu’d-Derda, Hazreti Ebû Musa el-Eş’arî. (Zehebî, Mârifet, 1:102-126)

Resûlüllah hayatta iken bir çok sahabî Kur’ân’ı ezberlemişti. (Kevserî, 4; Ebû Şame, 33) Bunlardan bazıları şunlardır: Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Talha, Sa’d, Abdullah İbn Mesud, Salim (Huzeyfe’nin mevlâsı), Ebû Hureyre, Abdullah İbn Saib, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Amr İbn el-As, Abdullah İbn Zübeyr, Ubade İbn Samit, Muaz, Mucemmi’ bint-i Cariye, Fadale bint-i Ubeyd ve Mesleme bint-i Mahled’dir. Ezvâç-ı Tâhirât’tan Hazreti Aişe, Hafsa ve Ümmü Seleme de bunlara dahildir. (Aynî, 16:209; Süyûtî, 1:93; Salih, 66) Ayrıca kaynaklarda “Şehide” isimli bir bayan sahabiyenin de Kur’ân’ı cem’ ettiği/ezberlediği rivâyet edilmektedir. (İbn Hanbel, 6:405; İbn Huzeyme, 3:89; Beyhakî, 3:130) Peygamberimiz’in vefatından sonra ise binlerce sahabî Kur’ân hıfzını itmam etmiştir. (Salih, s.67; Ebû Şehbe, s.240)

Bu zikredilenler, Kur’ân’ı ezberleyip Resûlüllah’a arzetme bahtiyarlığına nail olmuş ve diğer sahabîlere hocalık yapmış bulunan kimselerdir. Yoksa, Asrı Saadet’te Kur’ân’ı ezberleyip, Allah Resûlü’ne arz etme imkânı bulamayan sahabîler ise sayılamayacak kadar çoktur. Yemâme’de 70 hâfız sahabînin şehid olduğu tarihlerde kayıtlıdır.

Sahabe, Allah Resûlü’nün vefatından sonra da Kur’ân’ın insanlığa intikalinde çok büyük hizmetler yapmıştır. Meselâ, Abdullah İbn Mes’ud, Kûfe de binlerce Kur’ân talebesi yetiştirmiştir. (İbn Asakir, 14:43; Zehebî, 1:13) Ebû Musa el-Eş’arî aynı işi Basra da yapmıştır. Ebû Musa el-Eş’arî’nin talebelerinden Ebû Reca el-Utaridî, “Ebû Musa, Basra Camii’nde her gün bize ders verirdi. Onarlı halkalar hâlinde bizleri oturtur Kur’ân okuturdu.” (Ebû Nuaym, 1:256; Kevserî, s.14-15) diyerek, onun bir çok insana belli bir sistem dahilinde Kur’ân öğrettiğini anlatmaktadır. Aynı şekilde Ebû Derda, Şam Camii’nde sabahtan öğleye kadar Kur’ân talim ettirirdi. Talebelerini onar onar halkalara ayırır, her bir halkanın başına birini rehber olarak tayin eder, kendisi de hepsini kontrol ederdi. Talebeleri bir yerde takılsalar gelip ona sorarlardı. (Kevserî, s.14-15)

Görüldüğü üzere sahabe, sistemli bir şekilde değişik yerlerde çok sayıda Kur’ân talebesi yetiştirmiştir. Artık dünyanın birçok yerinde Kur’ân’dan bir âyeti yanlış okuduğunda veya unuttuğunda düzeltecek veya hatırlatacak bir çok insan vardır. Hatta on yaşında Kur’ân’ı hıfzetmiş bir çocuk dahi yapılan yanlışlığı tashih edebilmektedir. (Kevserî, s.3)

Durum böyle iken bazıları, Kur’ân hakkında şüphe uyandırmak için değişik yollara baş vurmaktadırlar. Bunlardan müsteşrik Blachare, Buhârî’de yer alan tekrarların dışında farklı rivâyetlerde adları geçen sahabîleri nazara verip, rivâyetlerin de sadece zâhirine bakarak, ilgili diğer hadisleri hiç dikkate almadan, bu türden hadislerdeki asıl maksat üzerinde hiç durmadan, konuyla ilgili âlimlerin açıklamalarını da görmezlikten gelerek, “Rivâyetlerden, (Resûlüllah zamanında) yalnızca yedi kişinin Kur’ân hâfızı olduğu anlaşılmaktadır.” iddiasında bulunmaktadır (Nakl: Subhi Salih, s.66) Bu meseleyi tahlil için, önce Buhârî’deki rivâyetlere bakalım:

  1. Abdullah İbn Amr İbn el-As’tan gelen sahih bir hadiste Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kur’ân’ı şu dört kişiden öğreniniz.” buyurarak Abdullah İbn Mes’ud, Salim, Muaz ve Ubeyy İbn Ka’b’ın isimlerini saymıştır. (menakıbü’l-ensar 16) Peygamber Efendimiz’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) isimlerini saydığı bu sahabîler, bu sahada en önde gelen hâfızlar değil, hâfız olmakla birlikte, kâri, yani o hadisin şeref-vürud olduğu dönemde Kur’ân’ı en iyi okuyanlardır. Bunların dışında Kur’ân hâfızı yok demek değildir. (Zerkeşî, 1:242; Kurtubî, 1:41-42; Tetik, 47) Herhangi bir uzmanlık dalında tahsil yapmak isteyen insana o sahanın en önde gelen insanlarını göstererek “falanlardan öğren” demek, o sahada daha başkalarının bulunmadığı mânâsına gelmez. Ayrıca, bu rivâyetlerde adları geçen sahabîler, Kur’ân bilgisine diğerlerine nazaran bazı açılardan daha vâkıf; Kur’ân’ı şifahen bizzat Efendimiz’den almış ve onun okunuşunu nâzil olduğu bütün vecih, huruf ve kıraat şekilleriyle biliyor da olabilirler. (Zerkanî, 1:244; Zerkeşî, a.y.; Kurtubî, 1:41-42)
  2. Katade, Enes İbn Malik’e, Allah Resûlü hayatta iken kimlerin Kur’ân’ı ezberlediğini sorduğunda, “Ubeyy İbn Ka’b, Muaz İbn Cebel, Ebû Zeyd ve Zeyd İbn Sabit’ten başka Kur’ân’ı ezberleyen yoktu.” demiştir. (fezâilü’l-Kur’ân 8) Hadisin diğer bir rivâyetinde Übeyy İbn Ka’b’ın yerine Ebu’d-Derda zikredilmiştir. (a.y.)

Katade’den gelen bu rivâyeti, yine Katade’den gelen başka bir rivâyetle ele alındığında ortaya çıkan tablo şudur: Ensar’ın iki kabilesi olan Evs ve Hazreç’ten bazıları, kendilerine mensup faziletli insanların ismini anarak birbirlerine karşı övünüyorlardı. Evslilerin, “Vefatı ile Arş’ın ihtizaza geldiği Sa’d İbn Muaz bizdendir; arıların kendisini koruduğu Asım İbn Sabit bizdendir; cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala İbn Rabih bizdendir; şehadeti iki kişinin şehadetine denk tutulan Huzeyme İbn Sabit bizdendir.” demelerine karşı, Hazreçli olan Enes İbn Malik, Hazrec’e mensup olup da, Kur’ân’ı ezberleyen yukarıdaki dört ismi anar. (Taberanî, 10:40; Ebû Ya’lâ, 5:329; Hâkim, 4:90) Demek oluyor ki, Enes İbn Malik’in söz konusu rivâyeti, esasen Hazreç kabilesine mensup hâfızlar hakkındadır. Fakat yukarıdaki rivâyette bu husus zikredilmemiştir. (İbn Hacer, 8:668) Kaldı ki, Hazreti Enes, sahabenin gençlerindendi; Efendimiz’in evine çocuk yaşta hizmetçi olarak girmişti ve O’nun vefatında henüz 20’sine varmış veya varmamıştı. Bu bakımdan, sahabenin tamamını her bakımdan bilmesi mümkün değildi (Zerkeşî, 1:242; Süyûtî, 1:223). Hazreti Enes’in Kur’ân hâfızları hakkında sadece şu kadar insan ezberlemiştir diyebilmesi için bütün sahabeyi tek tek dolaşarak hepsine bizzat sorması ve böylelikle elde edeceği bir rakamı söylemesi gerekirdi. Oysaki böyle yapmak çok zordur. Hazreti Enes kendisine sorulan bir soru üzerine böyle bir şey demiştir.

Diğer taraftan, H. 4/626 yılında meydana gelen Bi’r-i Maûne faciasında 70 kadar kurrâ sahabînin (Buhârî, cihad 19; Müslim, mesacid 297; Süyûtî, 81), 12/633 yılında vuku bulan Yemame Savaşı’nda da en az bir o kadar hâfız sahabînin şehid düştüğü (Süyûtî, 1:94; Ebû Şame, 38) göz önüne alınırsa, Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde oldukça çok, hatta binlerce denebilecek sayıda hâfızların olduğu anlaşılır (Zerkeşî, 1:242; İbn Hacer, 8:668; Aynî, 16:209). Bazı rivâyetlerde, Yemame (12/633) savaşında şehid düşen sahabîlerin beş yüz (İbn Kesîr, Fezâilü’l-Kur’ân, s.9), yahut yedi yüz (Kurtubî, 1:50; İbn Hacer, 8:669-670) olduğu nakledilmektedir ki, bu da, söz konusu kanaati teyit edici mahiyettedir. Resûlüllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra ise daha çok sahabe Kur’ân’ı hıfzetmiştir. (Zerkanî, 1:242)

Author: Dr. Ergun ÇAPAN - min read. - Post Date: 03/25/2019