Fizik Âlemin Metafizik Temelleri: Esmâ-i Hüsnâ Tecellileri -2





Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/18/2019
Clap

Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki tasarrufları, bir bakıma sıfat ve isimlerinin tecellileri demektir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de bir mesele anlatıldıktan sonra bir çok yerde âyetler, o husustaki Esmâ-i Hüsnâ’nın fezleke hâlinde zikredilmesiyle hitama ermektedir.

Birinci Elek: Varlıkların Dili

Yukarıda zikredilen örnek fizik âlemin yaratılışına uyarlandığında, küllî-cüz’î bütün varlıklar ya bir çiçek, ya bir cins-i latîf ferdi olarak karşımıza çıkacaktır. Yani “Cennet bir çiçektir; huri taifesi dahi bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir, yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir, ışığındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Nasıl insan küçük bir âlem ise, âlem de güzel ve büyük bir insandır. Hûriler nev’i, ruhaniler cemaati, melek cinsi, cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir, tanzim ve icat edilmiştir. Hem her biri külliyetiyle, hem her bir ferdi tek başına Sani-i Zülcelâl’in isimlerini gösterdikleri gibi, O’nun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine ayrı ayrı birer aynadır. Nihayetsiz cemâl ve kemâline, rahmet ve muhabbetine doğru birer şahittir. Ve o cemâl ve kemâlin, rahmet ve muhabbetin birer âyetidir.” (Sözler, s.687 –Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf-) Buradan hareketle:

(1) Bütün varlıklar, anılan biçimlendirme ve şekillendirmeler neticesinde kendi üzerlerinde “Mukaddir, Munazzım, Musavvir” isimlerinin tecellilerini gösteriyorlar.

(2) Varlıkların genel hatlarının/özelliklerinin belirlenmesindeki maharet, “Alîm ve Hakîm” isimlerini;

(3) ilim ve hikmet cetveliyle yapılan tasvir, “Sâni ve Kerîm” isimlerini göstermekte;

(4) sanatın maharetli eliyle, inâyetin fırçasıyla o suretlere öyle hüsün ve estetik verilmektedir ki, lütüf ve kerem mânâları sanki o varlıklarda şekle bürünmüş, ortaya çıkmış gibi “Latîf ve Kerîm” isimlerini zikretmektedir.

(5) Lütûf ve keremi cilveye sevk eden ise sevdirmek ve tanıttırmak şe’nleridir ki, “Latîf ve Kerîm” isimlerinin arkasında “Vedûd ve Ma’rûf” isimlerini okutturmakta, varlıkların hâl dilinden bu isimler işitilmektedir.

(6) Sâni-i Hakîm, çiçek ve benzeri zinetli varlıkları lezzetli meyvelerle, güzel canlıları sevimli yavrularla süslendirip bakışları zinetten nimete, lütuftan rahmete çevirmekte, o nimetlerin ortaya çıkmasına sebep gibi görünen zahiî perdelerin arkasında “Mün’im ve Rahîm” isimlerinin cilvelerini göstermektedir.

(7) Acıma ve şefkat etme (terahhum ve tahannün) şe’nleri Rahîm ve Kerîm’i cilveye sevk ederek “Hannân ve Rahmân” isimlerini okutmaktadır.

(8) Terahhum ve tahannün mânâlarını cilveye sevk eden ise tezahür etmek isteyen zatî cemâl ve kemâldir ki “Cemîl” ismini ve

(9) Cemil isminde mündemiç bulunan “Vedûd ve Rahîm” isimlerini okutturmaktadır. Zâtî olan Cemâl ve Kemâl, Vedûd ve Rahîm isimlerini doğrudan gösterir. Çünkü cemâl bizzat sevilir; güzellik ve güzellik sahibi, kendi kendini sever. Bu sebeple cemâl, hem güzellik hem de sevgidir. Kemâl da aynen cemâl gibi zâtı itibarıyla sebepsiz olarak sevilir. O, aynı anda hem seven, hem de sevilendir. (2) (Bkz.: Sözler, s.694-687 -Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf-)

 

İkinci Elek: O’ndan Sanatına

Yukarıda gördük ki, varlık âlemi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellileridir. Yaratıcı mutlak kemâl ve cemâl sıfatlarına sahiptir.

(1) Yaratılış, bu cemâl ve kemâl sıfatlarının görünmek ve aynalarda kendini görmek istemesiyle başlamıştır. “Nihayetsiz derece-i kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir kemâl; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezâür etmek ister.”

(2) Cemâl sahibi Hakîm ve kemâl sahibi Kadir olan Yüce Yaratıcı’nın, zâtındaki cemâl ve kemâl, acımak ve şefkat etmek ister (terahhum ve tahannün) ve “Rahman ve Hannan” isimlerini tecelliye sevk eder.

(3) Rahman ve Hannan isimlerinin tecellisiyle ortaya çıkan acıma ve şefkat ise rahmet ve nimeti göstermekle “Rahîm ve Mün’im” isimlerini cilveye sevk eder.

(4) Rahmet ve nimet ise teveddüt ve taarrüf şe’nlerini iktiza ederek “Vedûd ve Ma’rûf” isimlerini tecelliye sevk eder, böylece onları yaratılmış sanatlı varlıkların bir perdesinde gösterir.

(5) Teveddüd ve taarrüf (Kendini sevdirme ve hünerleriyle tanıttırma) ise lütuf ve kerem mânâlarını harekete geçirerek “Latîf ve Kerîm” isimlerini yaratılmış sanatlı varlıkların bazı perdelerinde okutturur.

(6) Lütuf ve kerem şe’nleri, ise ayrıntılara kadar kusursuz yapma, hiçbir ayrıntıyı kaçırmama, ayrıca güzel yapma fiillerini harekete geçirir. “Müzeyyin ve Münevvir” isimlerini varlıkların güzellik ve nuraniyeti diliyle okutturur.

(7) Müzeyyin ve Münevvir isimlerinin delâlet ettiği Zât-ı Akdes’te bulunan tezyin ve tahsin şe’nleri -şe’n, insanlardaki potansiyellere, yani istidatlara benzetilebilir- ise yapma ve ihsanda bulunma (sun’ ve inâyet) mânâlarını iktiza ederek “Sâni ve Muhsin” isimlerini varlıkların güzel simasıyla okutturur.

(8) O sun’ ve inâyet ise bir ilim ve hikmeti gerekli kılar ve “Alîm ve Hakîm” isimlerini o varlığın intizamlı hikmetli âzâsıyla okutturur.

(9) Varlıklarda müşahede edilen ilim ve hikmet tecellileri ise tanzim, tasvir ve şekil verme fiillerini iktiza ederek “Musavvir ve Mukaddir” isimlerini varlıkların genel görünüşü ve şekliyle okutturur ve gösterir. (Sözler, s.685-686 -Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

Bu kısımda müellif, bütün yön ve hususiyetleriyle yaratılışı âdeta safha safha anlatmaktadır. Başlangıçta yaratılışın sebebi olarak “mutlak cemâl ve kemâl” sahibi Zât’ın sanatını görmek ve esmâ tecellileriyle tanınmak, görünmek istediğini söyleyerek, varlıkların yaratılış gayesini zikreder. Sonra cemâl ve kemâlin, merhamet ve şefkati, merhamet ve şefkatin ise bütün varlıkları kollama ve onlara nimet vermeyi gerekli kıldığını, sonuçta varlığın bir perdesinde Cenâb-ı Hakk’ın sevme-sevilme ve tanınma (Vedûd-Ma’rûf) isimlerinin göründüğünü söyler. Lütuf ve kerem, varlıkların güzel olmasını iktiza ettiği için varlıklar zinetli ve nurlu bir şekil alır. Varlıkların güzel ve süslü şekilleri ise onlara ihsanda bulunan sanat sahibi Yaratıcı’nın “san’atkârlığı”nı ve her fiilinde mutlak fayda, gaye güzellik bulunduğunu gösterir. Ihsan ve sanat ise ilim ve hikmeti gerekli kıldığından, varlığın bütün âzâlarıyla hikmetli ve intizamlı yapıldığını ortaya koyar. İlim ve hikmet, intizam, tasvir ve şekil vermeyi gerektirdiğinden sonuçta varlık bütün heyet ve görünüşüyle ortaya çıkmış olur. Burada bir eşya ya da canlının fizikî vücudunun ilâhî isimlerin tecellileriyle yaratılışı, varlık âlemine gelişi tasvir edilmiştir.

Bu kısımda Üstad Bediüzzaman, ilâhî isimlerden birinin diğerini gerekli kılmasını ve âdeta mütedahil daireler gibi iç içe tecellilerini de nazara vermiş olmaktadır. Farklı risalelerde de üzerinde durduğu bu mesele hakkında Bediüzzaman: “Kâinatta tecelli eden her bir isim, bütün isimleri kendi Müsemma’sına isnat eder ve O’nun unvanları olduğunu ispat eder. Çünkü kâinatta tecelli eden isimler, iç içe girmiş daireler gibi ve ışıktaki yedi renk gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor.” der. (Mektubat, s.377 -Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mesele) Bu konuda yine o, bir başka açıdan, “Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, Esmâ-i Hüsnâ’dan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim, o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tâbidirler; belki onun zımnında bulunurlar.” diyerek (Sözler, s.353-354 -Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal-), ilâhî isimlerin birbirleriyle münasebeti ve tecelli dereceleri, ayrıca varlıkların, her bir varlığın kendine has taayyün ve hususiyetlerinin sebebi konusunda açıklamada bulunur.

Bediüzzaman Hazretleri, isimlerin tecellileri ve onlara bakış konusunda başka noktalara da dikkat çeker. Meselâ, “Her bir ismin cilvesinden diğer esmâya intikal edilmezse zarar edileceğini” söyler. Zira O’nun isimleri birbiri içinde görünür, şuûnatı birbirine bakar, unvanları birbirini ihsas eder ve rubûbiyetin terbiye çeşitleri birbirine yardımcı olur. İnsan Cenâb-ı Hakk’ı bir isim, bir unvan, ya da bir rubûbiyetiyle tanısa diğerlerini inkâr etmemesi gerekir. Meselâ, Kâdir ve Hâlık isimlerinin eserini gören bir kişi, “Alîm” ismini görmezse gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. (Sözler, s.354 -Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal-) Vahdet-i vücûd görüşünü benimseyen mutasavvıflar, Cenâb-ı Hakk’ın “Vücûd” sıfatından diğer sıfatlarına intikal edemedikleri ve diğer sıfatlarını ihmal ettikleri için hata yapmışlardır.

 

Üçüncü Elek: Yaratılışta Esmâ-i Hüsnâ Sayfaları

Yukarıdaki ilk İki tahlilde ya da kendi deyişiyle “elek”te, her bir canlıya farklı ilâhî isimlerin tecellilerini ihtiva eden üst üste yirmi gömlek giydirildiği veya her bir varlığın yirmi perdeye sarıldığı, yani her bir varlıkta en az yirmi ilâhî ismin tecelli ettiği gösterilmiştir. Çiçek ve kadının yalnızca zâhirî yaratılışlarında bu kadar çok sayıda isim tecelli ederse, bütün varlık âlemi özellikle de canlı varlıkların ruhanî ve hissî yönlerinde ne kadar çok ilâhî ismin tecelli edeceği anlaşılır. Ayrıca Dünya ve gökyüzü gibi büyük ve küllî mahlûkat da bu örneklere mukayese edilebilir. Çiçek ve kadındaki ilâhî isimlerin tecellilerini, biri açılınca ardında diğeri görülen bir tek kitabın şu yedi sayfası gibi düşünmek mümkündür:

Birinci sayfa, varlıkların genel hatlarını, şeklini, ölçülerini, hey’et-i umumiyesini gösteren sayfadır. Varlıkların bu sayfası incelendiğinde Cenâb-ı Hakk’ın “Musavvir, Mukaddir ve Munazzım” isimlerinin tecelli ettiği açıkça görülmektedir.

İkinci sayfa, varlıklar ayrı ayrı uzuvlarının belirmesi ile kendilerine mahsus basit şekilleriyle ortaya çıkarlar. İşte bu sayfada “Alîm ve Hakîm” gibi bir çok ismin yazılı olduğu müşahede edilir.

Üçüncü sayfada, basit yaratılış safhasını müteakip her uzvun sanatlı ve zinetli bir biçimde yaratıldığı görülmektedir. Bu sayfada “Sâni ve Bâri” gibi bir çok isim işlemektedir. Dördüncü sayfa, yaratılan her varlığa öyle bir güzellik ve süs veriliyor ki, âdeta o varlık cisim hâline bürünmüş lûtuf ve kerem gibidir. Bu sayfada “Latîf ve Kerîm” isimlerinin yazılı olduğu görülmektedir.

Beşinci sayfada, çiçeğe tatlı meyveler, kadınlara da sevimli evlâtlar ve güzel ahlâkların verildiği görülmektedir. Bu sayfadaki tecelliler “Vedûd, Rahîm ve Mün’im” gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı sayfa, nimetlerin verildiği sayfadır. Bu sayfada “Rahman ve Hannan” isimleri okunmaktadır.

Yedinci sayfada, “hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve sâfi bir muhabbete lâyık” şekilde nimetlerde ve her şeyin neticelerinde güzellik ve cemâl pırıltıları görülmektedir. Bu sayfada “Kemâl sahibi Cemil ve cemâl sahibi Kâmil” isimlerinin yazılı olduğu anlaşılmaktadır. (Bkz.: Sözler, s.686 -Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf-)

Burada zikredilen yedi sayfada, âlemin yaratılışında mütecelli Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellileri görülmektedir. Bu açıdan, anılan tecellileri, daha doğrusu her bir isme dayanan tecellilerin hey’et-i umumiyesini, İlâhî küllî kanunlar ya da ilâhî icraatın unvanları gibi değerlendirmek de mümkündür. Nitekim başka bir yerde kâinatta câri ilâhî kanunlar zikredilirken “Kanun-u rubûbiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemâl, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl ve kanun-u ihata-yı ilmî (her şeyi kuşatan ilim kanunu)” (Sözler, s.607 -Otuzuncu Söz, İkinci Maksad-) şeklinde yedi kanundan bahsedilir. Bu kanunların her birinin arkasında âzam mertebede bir isim ve onun tecelli-i âzamının bulunduğu belirtilir. Bu kanunlarla yukarıda zikredilen yedi sayfa arasındaki paralellik hemen dikkat çekmektedir. Ancak burada varlıklara, daha çok yaratılışlarındaki maksatlar ve zerrelerin varlıkları oluşturma adına harekete sevk edilmesi açısından bakıldığı için, öncelikle rubûbiyet zikredilmiş, onların şekilleri nazara alınmadığından, “Mukaddir, Munazzım, Sâni’, Bâri” gibi isimler nazara verilmemiştir.

Yukarıda zikredilen yedi sayfadaki tecelliler, aynı zamanda kâinatın rengi, ışığı, hayatı ve râbıtaları konumundaki yedi hakikati göstermektedir. Bediüzzaman Hazretleri, ism-i âzamın altı nurunun cilvelerini anlattığı bir risalede bu hususu şöyle dile getirir: “Madem kâinat mevcuttur ve inkâr edilmiyor. Elbette kâinatın, renkleri, ziynetleri, ışıkları, ziyaları, san’atları, hayatları, rabıtaları hükmünde olan hikmet, inâyet, rahmet, cemâl, nizam, mizan, ziynet gibi meşhud hakikatler, hiçbir cihetle inkar edilmez.” demektedir. (Lem’alar, s.394 -Otuzuncu Lem’a, Üçüncü Nükte-) Varlıkların fizikî yaratılışında yukarıda zikredilen isimler tecelli ettiği gibi, canlı varlıkların mânevî yönleriyle ilgili de bir çok ismin tecellisi vardır. Meselâ insanda, ruh, kalb, akıl, hayat ve letâif gibi öyle sayfalar vardır ki bunlar “Hayy, Kayyûm ve Muhyî” gibi bir çok kudsî ve nuranî ilâhî ismi okur ve başkalarına da okutturur.

 

Değerlendirme

Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Her şey hamd ile Allah’ı tesbih eder.” (İsrâ sûresi, 17/44) âyetinin bir tefsiri/yorumu mahiyetinde kaleme aldığı “Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf Birinci Mebhas’ta, varlıkların Allah Teâlâ’yı nasıl tesbih ettikleri anlatılmıştır. Yani ona göre, “Her şey hamd ile Allah’ı tesbih eder.” demek, bütün yaratıklar, gerçekte ilâhî isimlerin tecellileridir ve onlar, yaratılışları, şekil ve suretleri, hayatları, gördükleri vazifeler, hayatlarındaki neticeler ve sahip kılındıkları bütün özellikleriyle Cenâb-ı Allah’ı nazara vermekte, kendilerinde tecelli eden isimlerle âdeta sürekli O’nu anmakta, Yaratan, Rızıklandıran, Yaşatan, Hayattan Alan, Yerlerine Yenilerini Getiren olarak ancak O’nun bulunduğunu, başka hiçbir varlığın olmadığını, dolayısıyla O’nun her türlü noksanlıktan, ihtiyaçtan ve ortakları bulunmaktan mutlak münezzehiyetini dile getirmektedirler.

Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki tasarrufatı, bir bakıma sıfat ve isimlerinin tecellileri demektir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de bir mesele anlatıldıktan sonra bir çok yerde âyetler, o husustaki Esmâ-i Hüsnâ’nın fezleke hâlinde zikredilmesiyle hitama ermektedir. Böylece, “O, Azîz ve Hakîm’dir.”; “O, Gafûr ve Rahîm’dir.” ve benzeri fezlekelerle, âyetlerde geçen hükümlerin ve Cenâb-ı Hakk’ın fiillerinin ardında, O’nun zikredilen isimlerinin tecellileri bulunduğu hatırlatılmış olmaktadır. Bediüzzaman, bu hususu da “Yirmi Beşinci Söz”’de ayrıca tahlil etmiş, örneklerle açıklamıştır. (Bkz.: Sözler, s.449-467 -İkinci Şule, İkinci Nur)

Cenâb-ı Hakk’ın isimleri, yalnızca varlıkta tecelli edenlerden ibaret değildir. “Varlığın esası sayılan esmâ-i ilâhiyenin yanında bir de Zât-ı Ulûhiyet’i tenzihe delâlet eden isimler vardır ki, bunlar, Hazret-i Zât’ın icraâtına karşı birer hicap mahiyetindedirler. Sofîlerin: ‘Zât-ı Ulûhiyet’i müşahedeye mâni yetmiş veya yedi yüz perde vardır; eğer bu izzet ve azamet perdeleri bir an açılıverse, envâr-ı Zât’ın tecellisiyle her şey silinir gider; ortada ne arz kalır ne semâ, ne isim ne de O’ndan başka bir müsemmâ.’ sözleri min vechin bu hakikati ifade eder Aslında bütün varlık O’nun ziya-ı vücudundan, bütün şuûn-u harekât O’nun esmâ-i sübhâniyesinden, umum keyfiyât ve hususiyetler de O’nun ilim, irade ve kudret gibi sıfât-ı sübhâniyesindendir. Herkesin anlayacağı bir dille ifade edecek olursak; bütün varlık ve hâdiseler, arkalarındaki sıfât-ı ilâhiye ve Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerinden ibarettir. Her ârif-i billâh, seviye ve donanımına göre Esmâ-i Hüsnâ’nın çehresinde Müsemmâ-i Akdes’i okur; sıfât-ı sübhâniye vesâyetinde O’nu Zât’ına uygun tanımaya çalışır.” (M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3/252-253 -Sübühât-ı Vech-)

Bediüzzaman Hazretleri, geçmiş dönemlerde yaşayan veliler gibi zİkir, tefekkür ve dua maksadıyla Esmâ-i Hüsnâ’ya müracaat etmiştir. Meselâ bir yerde “Şeyh Geylânî’nin Esmâ-i Hüsnâ manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki Esmâ-i Hüsnâ ile bir münâcât yazayım.” diyerek vezinli bir Esmâ-i Hüsnâ duası yazmıştır. (Bkz.: Sözler, s.223-240 -On Yedinci Söz, İkinci Makam-) O, Esmâ-i Hüsnâ ile yapılan dua ve zikirlere çok önem vermektedir. Bunun yanında Risaleler’in bir çok yerinde Esmâ-i Hüsnâ ile kâinatın anlamını ve hayatın gayesini açıklayan değerlendirmeler yapar. (Özellikle bkz.: Yirmi Dördüncü Mektup) His ve zevkin öne çıktığını söylediği bir risalede, “Bekâ, Bâkî-i Zülcelâl’e mahsustur ve madem Bâkî’nin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkî’nin aynaları Bâkî’nin rengini, hükmünü alır ve bir nev’i bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, O Bâkî’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmâsına yapışmaktır.” (Lem’alar, s.17 -Üçüncü Lem’a-) diyerek, hayatın gayesini esmâ penceresinden yorumlar.

Hayatın anlamını ve kâinatın var oluşunu açıklamak maksadıyla Muhyiddin İbn Arabî ve onun geleneğini izleyen sofilerce Esmâ-i Hüsnâ’ya müracaat edildiği bilinmektedir. Ancak Esmâ-i Hüsnâ’nın tevhid delili hâline getirilmesi Bediüzzaman Hazretleri’ne mahsustur. Onun bu yönünü fark etmeyen bazı kişiler, giriş kısmında da temas ettiğimiz gibi Bediüzzaman’ı ve onun kâinata, Dünya’ya, tabiata ve fen bilimlerine bakışını yanlış değerlendirmişlerdir. “Hakem” isminin cilvesini anlattığı bahsi yanlış anlayan dervişe, “Demek, (bu bahis) kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinatları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde ehadiyet nurunu gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor. En uzak tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer Güneş’e kaçsa, ona der, ‘O bir soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil ayıl!’ (Bkz.: Kastamonu Lâhikası, s.198) diyerek, kâinata nasıl bakılması gerektiğini gösterir. Bediüzzaman, dünya/âlem hakkındaki değerlendirmelerinde de, Dünya’yı mânâ-yı ismî cihetiyle değil mânâ-yı harfî, yani Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini gösteren bir âyet, ayna ve işaret olduğu için sevdiğini ve Dünya’dan bu maksatla bahsettiğini vurgular. Hatta onun kâinattan tafsilâtlı olarak bahsetmesi de, yine Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ispat ve O’nu hatırdan çıkarmama gayesiyle yapılmış tefekkürî seyahatlerdir.

Hazreti Üstad, Esmâ-i Hüsnâ’nın tevhid delili olarak formüle edilmesinden habersiz bazı ulemanın itirazlarıyla da karşılaşmıştır. Onuncu Söz’de zikredilen on İki hakikatin Esmâ-i İlâhiye’ye istinat ettiklerini, bu sebeple ancak mü’minler için bağlayıcı olacağını münkirlere karşı delil teşkil etmeyeceğini iddia eden bir Müftü Efendi’nin itirazını şöyle cevaplar: “Her bir hakikat üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü’l-Vücûd’un vücudunu, hem esmâ ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat ediyor. En muannid münkirden, ta en halis bir mü’mine kadar herkes, her hakikatten hissesini alabilir. Çünkü, hakikatlerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var. Muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyleyse bir fâili var. İntizam ve mizanla o fâil iş gördüğü için, Hakîm ve Âdil olmak lâzım gelir. Madem Hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zâyi etmez. Öyleyse bir büyük toplanma yeri ve bir mahkeme-i kübra olacak.” (Barla Lâhikası s. 305)

O, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerini anlatırken önce Cenâb-ı Hakk’ın vücudunu, sonra şe’n, sıfat ve isimlerini, daha sonra o isim ve sıfatların baktığı diğer hakikatleri ispat etmektedir. Bunlar bazen haşir, nübüvvet gibi iman hakikatleri, bazen kâinattaki nizam, mizan gibi hakikatler, bazen de rubûbiyet ve kerem gibi kanunlar olabilmektedir. Böylece o, geçmişte daha çok hissî, zevkî ve mânevî tecrübe alanı olan Esmâ-i Hüsnâ’yı “hüccet/delil” hâline getirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, Şah-ı Geylânî ve İmam Rabbânî ve benzeri büyük sufiler gibi zikir, dua ve tefekkürde Esmâ-i Hüsnâ’nın ehemmiyetini Kur’ân’ın dersiyle kavrayarak, Cevşen gibi duaları evradı arasında merkezî bir konuma yerleştirmiştir. Ayrıca müdakkik mutasavvıflar gibi hayatın ve var oluşun gayesini Esmâ-i Hüsnâ’dan hareketle yorumlamıştır. Bütün bunların yanında mikro ve makro kozmosun yaratılışını Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellilerine dayanarak sistemli bir şekilde açıklamış; Cenâb-ı Hakk’ın birliği, haşir ve nübüvvet gibi iman hakikatlerini esmânın cilvelerinden hareketle delillendirmiştir. Münâcât Risalesi’nde, kâinatın diliyle yaptığı duada, tekrar cümlesi olarak zikrettiği şu ifade, onun Zat-ı Akdes’e bakışını ve kozmoloji tasavvurunun veciz bir şekilde dile getirir:

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla Sana hamd ve şükrederim.” (Şuâlar, s.42 -Üçüncü Şuâ-)

Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/18/2019