Fizik Âlemin Metafizik Temelleri: Esmâ-i Hüsnâ Tecellileri (1)





Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/07/2019
Clap

Bediüzzaman, kâinattan verdiği örnekler, tabiat hakkında yaptığı olumlu değerlendirmeler sebebiyle bazılarınca “bilimcilikle”, kimilerince de “dinin temel kaynaklarında dünya kınandığı halde sen ne diye âşıkane dünyadan bahsediyorsun?” diye eleştirilmiştir; ama...

“Yedi kat gök, dünya ve onların içindekiler Allah’ı tesbih ederler. Hattâ her şey hamd ile O’nu tesbih eder. Ne var ki siz onların tesbihlerini iyi anlayamazsınız.” (İsrâ sûresi, 17/44)

“Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Onlar sana Mele-i alâ’dan gönderilmiş mektuplardır.” (Mektubat, s.327 -Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam, Dördüncü Remiz)

 

Mukaddime

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, kâinattan verdiği örnekler, tabiat hakkında yaptığı olumlu değerlendirmeler sebebiyle bazılarınca “bilimcilikle”, kimilerince de “dinin temel kaynaklarında dünya kınandığı halde sen ne diye âşıkane dünyadan bahsediyorsun?” diye eleştirilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, kendi döneminde bu tür eleştirilerle karşılaştığı gibi bugün de bu kabîl eleştirilerle zaman zaman karşılaşılmaktadır. İsm-i Hakem’in cilvesinin anlatıldığı Otuzuncu Lem’a, Üçüncü Nükte’de Güneş ve Güneş sistemi ile ilgili bahsi dinleyen bir derviş, bu bahsin Risale-i Nur mesleği ile alâkasını anlayamadığı için, “Bu da (kâinattan) ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahsediyor.” demiş. Bediüzzaman’ın yanında aynı bahis tekrar kendisine okununca derviş, ayılmış ve “Bu, bütün bütün başkadır.” diyerek, evvelki itirazından vaz geçmiştir. (Bkz.: Kastamonu Lâhikası, s.198) Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf’ın son kısmında Bediüzzaman Hazretleri’ne, dünyadan âşıkane bahsetmesi ve ilâhî kemâlâtın medarı ve delili olarak sık sık Dünya’yı göstermesinin sebebi sorulmuştur. Bu soruyu beş noktada cevaplandırmayı tasarlayan Bediüzzaman Hazretleri, yalnızca birinci ve İkinci noktaları yazabilmiştir. O, birinci noktada dünyanın üç yüzü olduğunu, birinci yüzünün Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına, İkincinin âhirete ve üçüncünün insanın hevasatına baktığını söyleyerek bu soruya bir açıklık getirir. Aynı sorunun cevabına ayırdığı İkinci Nokta ise Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı’dır. Bu Mevkıf’ı iki mebhas’a ayırmış, İkinci Mebhas’ta şirkin insan hayatını nasıl kararttığı ve sevilecek şeylerin Allah için sevilmesi, ilâhî isimlere karşı duyulan muhabbet ve ilâhî isimlerin fizik âlem dışındaki bazı tecellileri üzerinde durulmuştur. Birinci Mebhas’ta ise dünyanın ilâhî isimlere nasıl baktığı, ilâhî isimlerin fizik âlemin yaratılışında nasıl tecelli ettiği konusu iki örnek esas alınarak tahlil edilmiştir. Bediüzzaman’ın eserlerindeki en önemli istidlal yöntemlerinden birisi olan ilâhî isimlerin kâinattaki tecelli keyfiyetinin anlatıldığı bu bölüm kısalığına rağmen, Risaleler’de kozmosun yaratılışının Esmâ-i Hüsnâ penceresinden tahlil edildiği en önemli metinlerden birisidir. Bu risalenin, Risale-i Nurlar’ın yorumuna küçük bir katkıda bulunmak, Bediüzzaman’ın Dünya ve tabiatı içine alan bütün fizik âleme bakışının doğru anlaşılmasını temine yardımcı olmak maksadıyla bir makale çerçevesinde değerlendirilmesi uygun bulunmuştur.

Bu makalede tahlil edilmesi düşünülen “Üçüncü Mevkıf’ın Birinci Mebhas”ı fizik âlemdeki yaratılışı bir çiçeğin resmedilişi ve güzel bir kadın heykelinin yapılışından hareketle ele aldığı için makalemizin başlığında “fizik âlem” kaydı özellikle zikredilmiştir. Fizik âlem ile kastedilen görülen âlem, yani kozmostur. Yunanca’da evren/kâinat ve düzen anlamlarına gelen bu kelime ile düzenli bir bütün olarak kâinat kastedilmiştir ki, bizim literatürümüzde bu anlamı karşılayan kelime “âlem”dir. Kozmoloji, görülen âlemi kâinatın başı, sonu, zaman ve mekân gibi ilkeler çerçevesinde ele alan bir bilim dalıdır. Kozmolojide fizikî evrenin yapısı, kaynağı ve kâinatta câri küllî kanunlar araştırılır. Bu makalede Bediüzzaman’ın metafizik sisteminde önemli bir yeri olan kozmoloji tasavvuru ele alınacaktır.

Bediüzzaman’ın metafiziğinde varlığın esası, ilâhî isimler ve onların tecellileridir. Varlık âleminin hakikatinin Allah Teâlâ’nın isimlerinin tecellilerine dayandığını Bediüzzaman’dan önce bir çok mutasavvıf da dile getirmiştir. Bediüzzaman bu hakikatten hareketle, varlık âleminin, görülen ve görülemeyen yönleriyle ilâhî isimlerin tecellilerinden ibaret olduğunu ifade etmiştir. Üçüncü Mevkıf’ın Birinci Mebhas’ını ise bütünüyle anılan hakikati ispata ayırmış, bu kısımda makro ve mikro kozmosun yaratılışında ilâhî isimlerin nasıl tecelli ettiğini anlatmıştır. Üçüncü Mevkıf, Bediüzzaman’ın kozmolojisinin anlaşılması için son derece önemli bir risaledir. Kendisi ve ilk talebeleri de bu önemin farkındadırlar. Risaleler’in telifinde sıkça karşılaşılan tevafuklar, ilk kez bu risalenin istinsahında fark edilmiştir. Bazı talebeleri, Üçüncü Mevkıf’ı, “Sair risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir.” diyerek övmüşlerdir. Bediüzzaman bu övgüyü, “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus semâ-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstir.” şeklinde kısmen düzelterek onaylamıştır. (Otuz İkinci Söz’ün fihristi)

Bediüzzaman Hazretleri, bu risalenin hemen başında, “Her şey hamd ile Allah’ı tesbih eder.” (İsrâ sûresi, 17/44) âyetini zikreder ve “Her şeyden Cenâb-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler bulunduğunu” söyleyerek konuya giriş yapar. Varlık âleminin, kâinatın tüm hakikatlerinin ilâhî isimlere dayandığını; her şeyin hakikatinin bir ya da bir çok esmânın tecellisi olduğunu söyler. Hatta yalnızca eşyanın hakikati değil, eşyadaki niteliklerin ve özelliklerin de ilâhî isimlere istinat ettiğini belirtir. Varlık âlemini inceleyen felsefe/hikmet, tıp ve hendese/geometri gibi ilimlerin, ortaya çıkışları ve neticeleri itibarıyla gerçekte ilâhî isimlerin yansımaları olduğunu söyler. Kısaca onun kanaatine göre fen bilimleri, insanların bu sahalarda gerçekleştirdiği tüm başarılar ve başta peygamberler olmak üzere bütün mükemmel insanların hakikatleri ilâhî isimlere dayanmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i tahkik velilerden bazılarının, “Hakikî hakâik-i eşya, esmâ-i ilâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakâikin gölgeleridir.” dediklerini naklederek, ilâhî isimlerin yaratılış ve varlık hakikatindeki yerine ve önemine vurgu yapar. Bu zatların, tek bir canlının dış şeklinde, fizikî yaratılışında yirmi kadar İlâhî ismin cilvesinin göründüğüne dikkat çektiklerini de belirtir. Bediüzzaman, geçmişte dile getirilmiş bir çok hakikati aklî delillerle açıkladığı, bazılarını temsillerle akla yakınlaştırmaya çalıştığı gibi, bu meseleyi de örnekler ve aklî delillerle izah etme yolunu tercih etmiştir. O, “ince, hassas ve büyük” olduğunu söylediği bu hakikati çiçek ve kadın örnekleriyle açıklar. Sonra zikrettiği bu iki örneği, ilâhî isimlerin üç ayrı tecelli boyutundan tahlil eder. Sathî bir bakışla, tekrar gibi görünebilecek bu durumdan usanmamaları gerektiğini okuyucuya baştan hatırlatır. Yaptığı değerlendirmeleri iki-üç ayrı eleğe benzeterek, her birinin konunun değişik yönlerinin anlaşılmasına yardımcı olacağını belirtir.

Aynı örnek üzerinden yaklaşık aynı isimlerin tecellileri, misalden asla veya bir bakıma müşahhastan mücerrede, asıldan misale veya bir bakıma mücerretten müşahhasa, dıştan içe, içten dışa ve ayrıca bir arada bir sıra takip edilerek, farklı açılardan incelenmiştir. Bu üç basamaklı incelemenin birinci basamağında, modellere bakışta dıştan içe, fakat esmânın tecellisi hususunda içten dışa; İkinci basamağında tersi, yani esmânın tecellilerinde dıştan içe, modellere bakışta içten dışa; üçüncü basamağında ise hepsi bir arada ve küllî bir bakış takip edilmiştir. Üstad Bediüzzaman, çiçek ve kadın modelini her bir varlığa ve kâinatın tamamına tatbik ve Esmâ-i Hüsnâ üzerine oturan kozmolojisini takdim etmektedir. Bu tatbik ve takdim veya Esmâ-i İlâhî’nin tecellileri iç içe ve mütedahil daireler gibi yedi sayfa veya safha hâlinde karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu üç basamak, aynı zamanda eserden fiile, fiilden isme, isimden sıfata, sıfattan şe’ne ve nihayetinde Zât-ı Akdes’e ulaştıran, daha sonra kademe kademe yeniden varlık âlemine dönen bir yolculuğun da özeti gibidir. Bu konuyu ilk risalelerinden birinde “Eserde kemâl fiilin kemâline, fiilin kemâli ismin kemâline, ismin kemâli sıfatın kemâline, sıfatın kemâli şe’nin kemâline, şe’nin kemâli Zât’ın kemâline, hadsen, zarureten, bedahaten delâlet eder.” (Mesnevî-i Nuriye, s.15 –On Dördüncü Lem’a-) sözleriyle açıklamıştır. Daha sonra, bu isimlerin tek bir fertte tecelli ettiği gibi, aynı şekilde bütün canlılarda da tecelli ettiğini söyleyerek, esmâ-i ilâhiyenin kâinatın hakikatinin anlaşılmasında küllî ve azametli esaslar olduklarının bir kez daha altını çizer.

 

Neden Çiçek ve Kadın?

Bediüzzaman’ın eşyanın hakikatini çiçek ve kadın modeli üzerinde nasıl göstermeye çalıştığının izahına geçmeden önce, onun neden çiçek ve kadın modelini seçtiği üzerinde birkaç söz söylemek gerekmektedir. Bunu da, kozmolojisini ortaya koyduğu aynı satırlarında görebiliriz.

Bediüzzaman’a göre, kâinatı yaratılışın altında yatan asıl sâik, İlâhî Zât’ın mutlak mânâda kemâl ve cemâle sahip oluşudur. Kusursuz ve mutlak kemâl ve cemâl, sebepsiz ve kendisinden dolayı sevilir; o, aynı anda hem sever, hem sevilir. Dolayısıyla böyle bir kemâl ve cemâl, aynalarda ve aynaların kabiliyetine göre lem’alarını ve cilvelerini görmek ve göstermek diler. Şu hâlde onlar, hem bizatihi güzel ve güzellik, hem de aşktırlar. İşte bu noktada güzellik ve aşk birleşir, aynı olur. Bu güzellik ve aşkın, bilhassa neticeleri ve varlıklarındaki maksatlar itibariyle en fazla yansıdıkları iki varlık, biri meyveye, en büyük faydaya, diğeri evlâda ve şefkat, merhamet, fedakârlık, başkası için yaşama ve iffet gibi en güzel ahlâka sahip olması hasebiyle çiçek ve kadındır. Bediüzzaman bunu, “İşte heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel-leziz meyveler, sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar, o cemâl-i mânevînin –kendi kabiliyetlerine göre– birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları, hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.” sözleriyle ifade eder.

Ayrıca Bediüzzaman, Risaleler’de daha başka vesilelerle de meyve, çekirdek ve çiçeklerden örnekler vermiştir. Bunun iki sebebi olduğunu söyler. “Birincisi onlar kudretin en antika, en nazenin ve en harika mucizeleridir. İkinci sebep ise felsefeciler ve tabiatçılar, çekirdek ve çiçeklerdeki harikulâdelikleri sezemedikleri için, onlarda boğulmuşlar ve tabiat bataklığına düşmüşlerdir.” (Sözler, s.91-Onuncu Söz, Onuncu Hakikat-). Ayrıca en küçük bir mahlûkta bile pek çok Esmâ-i Hüsnâ’nın göründüğünü ispat ederek, büyük ve küllî varlıkların onlara mukayesesini temin etmeyi hedeflemiştir. Nitekim o, “Küçük olsun büyük olsun her mahlûk, mazhar olduğu isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnâ’nın Müsemma-i Zülcelâl’ini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.” (Sözler, s.465 –Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule) diyerek, en küçükten en büyüğe kadar her mahlûkun Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiğini belirtir. İnsanın ilâhî isimlere mazhar en câmi ayna olması (Sözler, s.92 –Onuncu Söz, On Birinci Hakikat-) itibarıyla ruh sahibi varlıklara örnek olarak insanı ve insan nevi içinden de “güzel kadın” örneğini seçmiştir. Çünkü çiçek gibi kadın da hem ilâhî sanatın tecelli ettiği en nazenin varlık, hem de sadece fiziğiyle değerlendirilme ve güzelliğinin kendisine nisbet edilip, Yaratıcı’nın unutulması açısından bir çok insan için kayma noktasıdır.

 

İki Model Üzerinden Eşyanın Hakikatine Yaklaşım ve Bediüzzaman’ın Kozmolojisi

Aynı zamanda mükemmel bir ressam ve heykeltıraş olan bir zat, güzel bir çiçek resmi çiziyor ve bir kadın heykeli yapıyor. Bu zat, yapacağı eserlerin önce genel hatlarını belirler. Bu iş, bir ölçü ve hesapla, geometrik ölçülere riayet edilerek yapılabilir. Ölçü ve hesap ise, ilim ve hikmet iktiza eder; ilim ve hikmeti gösterir. Zira görüyoruz ki, ölçü ve hesap ilim ve hikmet pergeliyle dönmektedir, dolayısıyla, ölçü ve hesabın arkasında ilim ve hikmet mânâları hükmetmektedir. Bu noktada ilim ve hikmet pergeli kendisini gösterir; işte resim ve heykelin ince hatları ilim ve hikmet pergeliyle çizilmeye başlandı. Yaprakların çizildiğini, göz, kulak, burun gibi uzuvların yapıldığını ve bunların hem ne kadar sanatlı olduğunu, hem de ait bulundukları/hedeflenen varlığa, kendilerine biçilen gayeye ne kadar uygun düştüğünü gördüğümüzde anlarız ki, ilim ve hikmet pergelinin arkasında “yapma/sun’ ve inâyet” mânâları bulunmaktadır. Sanat ve inâyet mânâlarında aynı anda güzellik ve estetik de görülüyor. Demek ki ortada, yaptığını güzel yapma iradesi ve süsleme, estetize etme kastı da söz konusudur. Neticede hem çiçek resmi, hem kadın heykeli, güzel ve mütebessim, hem de âdeta hayattar bir şekilde arz-ı endam etmektedir. Söz konusu güzel ve estetik yapma, hem göz alıcı ve parlak kılma mânaları, lütûf ve kereme dayanmaktadır. Lütûf ve keremin hükmetmesiyle çiçeğin baştanbaşa bir lütûf, heykelin de âdeta taş şekline bürünmüş bir kerem olduğu görülmektedir. Kerem ve lütfu “teveddüd/kendini sevdirme ve taarrüf/kendini tanıtma” mânâlarının harekete geçirdiği ve çalıştırdığı açıktır. Sanatkârlar, sanatlarıyla diğer insanlara kendilerini tanıtmak ve sevdirmek, takdir görmek isterler. (Bu, sanatkârlarda bazen bir zaaf olsa da, mutlak kemâl ve cemâlin kendiliğinden gelen, olmazsa olmaz hususiyetidir. Yani, ortada zâtî, kendinden ve mutlak bir kemâl ve cemâl (güzellik) varsa, bunlar mutlaka bilinmek, tanınmak ve sevilmek dileyecektir. Dolayısıyla, yaratılışın temelinde bu cemâlin ve kemâlin kendine, Zât’ın Zâtına olan ve O’na has, münezzeh, mukaddes sevgisi yatmaktadır.) Tanıttırma ve sevdirme ise, merhametten ve nimetlerle perverde etme iradesinden kaynaklanır. (Çünkü, asıl kemâl, başkalarının lezzetiyle lezzet almayı gerektirir. Insan bile olsa, kâmil insan, kendisini değil, başkalarını düşünen, kendini başkalarına adayan insandır. Bu ise, İlâhî Zât’ta mutlak kemâldedir. Yani O Zât, başkalarına karşı kemâline münasip bir merhamet sahibidir ve dolayısıyla onları nimetlendirmek diler; onların nimetlerle perverde olmasından Zât’ına has mukaddes sürur duyar.) İşte, rahmet ve nimet verme iradesi, o heykeli çeşitli nimetleriyle donatacak, çiçeğe de güzel hediyeler takacaktır. Görüyoruz ki, heykel, en yerinde uzuvlarla donatıldı, ayrıca çok güzel ve estetik yapıldı; kucağı nimetlerle dolduruldu. Çiçek ise, bir mücevhere iliştirildi. Buradan anlıyoruz ki, rahmet ve nimet verme iradesini “acımak ve şefkat etmek” mânâsı harekete geçirmektedir. Acımak ve şefkat etmek mânâsının kaynağı da, ressam ve heykeltıraş olan zâtta bulunan ve tezahür etmek isteyen mânevî cemâl ve kemâldir. Cemâlin en şirin bir boyutu olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise sanat aynasıyla görünmek ve iştiyakla arzulayanların gözleriyle kendilerini görmek isterler. İşte heykele konulan ve çiçek resmine takılan sevimli nimetler, güzel meyveler o mânevî cemâlin birer ışıltısını yansıtıyorlar. O ışıltıları, hem cemâl sahibine hem de seyredenlere gösteriyorlar. (Bkz.: Sözler, 683-687 –Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf-)

Buraya kadar yalnızca örnek anlatılmış gibi görünse de, sanatkârın kabiliyetinden kaynaklanan sıfatlarının eserlerine yansıması üzerinde durulmuş, eserdeki mânâlardan hareketle sanatkârın niteliklerinin nasıl tespit edileceği ortaya konmuştur. Müellif, ısrarla şe’n ve sıfat yerine mânâ kelimesini kullanmıştır. Mânâ kelimesini seçmekteki sebep ise, nasıl mânâ görünmez ve dışta bir eserle kendini gösterirse, bunun gibi, sanatkârdaki kabiliyet ve sıfatların da birer mânâ hâlinde görünmez olduğuna, görünen eserin arkasında görünmeyen mânâların, onların gösterdiği sıfatların bulunduğuna dikkat çekme isteği olsa gerektir. Çünkü, sanatkârı görmüyoruz; ama eseri nasıl meydana getirdiğini ve nihayet eseri görüyoruz. Dolayısıyla, esere ve onu ortaya çıkarmadaki fiillere bakarak, bu fiillerin gerisindeki görünmez hakikatlere uzanabiliyoruz. Gerçi muhterem müellif bir başka yerde, “Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letaif, bütün mehasin, bütün kemâlât birer mânâdır, birer mazmundur, birer mânevî kelimedir ki, Sâni-i Zülcelâl’inin lütuf ve merhametinin tecellilerini, ihsan ve cemâlinin cilvelerini bizzarure, açıkça kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.” (Sözler, s.568 -Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksad-) diyerek, her bir eseri bir mânâ olarak da takdim eder. Fakat burada kullandığı mânâ ile bizatihi maddede tecelli eden asıl varlığı değil, onunla daha ziyade mazmun anlamını kasdetmekte, doğrudan onun gösterdiği hakikate dikkat çekmektedir.

Author: Burhan KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 02/07/2019