Allah ile İnsan Arasındaki Karşılıklı Sevgi





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 03/05/2020
Clap

Kur'ân'a göre insan Rabbini mecazen değil, hakikaten sevebilir. Bu sevgi, Allah'ın fiillerinin, isimlerinin, sıfatlarının, zatının kemâline olan marifetten kaynaklanan halis, nezih, taşkınlıktan uzak, kulluğun ve Ulûhiyyetin sınırlarını tanıyan, Allah'ın iradesini gerçekleştiren, O'na itaati artıran bir sevgidir.

 

Kur'ân'da Allah'ın kulunu, kulun Rabbini sevmesi var mıdır? Kur'ân'ı az çok tanıyan herkesin, bu soruya vereceği cevap müsbet olmalıdır. Çünkü Kur'ân, bunun doğrudan doğruya ve dolayısıyla olan delilleriyle doludur. En çarpıcı delil, Allah Teala'nın Vedûd ismidir. (Büruc, 14) Allah muhabbetini fiilleriyle ifade etmekle yetinmemiş, onu sübut ve istimrar belirten bir isim, bir vasıf olarak Kendisine vermiştir. Başka hiçbir delil olmasaydı bu vasıf yeterdi. Kaldı ki başka deliller de çoktur.

 

A- EHL-İ SÜNNETE GÖRE

"Allah, İbrahim'i halil edinmiştir" (Nisa, 125). Halil hulletten gelir; hullet ise muhabbetin ileri derecesidir. "Sevdiğinden başkasına, kalbinde ve ruhunda hiçbir yer kalmayacak tarzda, sevenin gönlüne nüfuz eden sevgidir."1 Onun çok sevdiği oğlunu boğazlamak şeklinde tabi tutulduğu imtihan da, bu halillik mertebesine liyakatini ortaya koymak hikmetinden ileri gelmiş olmalıdır.

"Allah'ın Vechini (yüz) aramak, istemek", "Onun Vechi için yapmak" gibi hususlara dair ayetler oldukça fazladır (6, 52; 76, 8; 92, 20; 2, 272; 13. 22; 30, 38 vb.). Bu ayetler Allah'a yakın olan hayırlı insanların esas gayeleri olarak "Vechini murad etmelerini" ortaya koyar. Bunları harekete geçiren, O'na olan sevgileridir. Birçok âyet "Allah'a kavuşmak (likaullah)"dan bahseder.2 Bu tabirin geçtiği âyetlerin çoğunun, "hesap vermek için Allah'ın huzuruna çıkmak" muhtevasında olduğu söylenebilir. Fakat bir kısmında O'na kavuşmayı bir gaye olarak sezdiren muhtevalar da vardır. (En'am, 154; Kehf, 110; Yunus. 7 gibi).

Şu âyet ise, konumuz bakımından son derece önemlidir: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah'tan başka bir takım nidler3 edinir, onları, Allah'ı sever gibi sever; iman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha ileri derecededir" (Bakara, 165). Bu âyet açıkça gösteriyor ki, Ulûhiyyetin en mühim hususiyetlerinden biri, muhabbettir, sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân ve İslam ıstılahında insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. Abd kelimesinin bu anlamı cahiliye devri Araplarında da mevcut idi.4 Risalet en üstün mertebe olduğu halde, Resûl (aleyhisselam) kulluğu ile öğünürdü. Mezkûr âyet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi, Allah'ı severcesine seven, O'nun emir ve nehiylerine uymak gibi bu sevginin gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka nidler, nazirler edinmiş demektir. Bu muhabette niddir. Yoksa hâlikıyyet ve rububiyetle nid değildir.5 Batıl tanrılara, abidlerinin gerçek bir sevgi taşıdıklarını şu âyetler de bildirir: Bakara, 95; Ankebût, 25. İman edenlerin Allah'a karşı sevgilerini belirten fıkra ise geniş tefsire yol açmış ve açmalıdır. Bizim için şimdilik şu kadarı kâfidir: Mü'min, Allah'ı, halis, katışıksız, sabit ve ileri bir derecede sevmelidir.

Bir âyette "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (Al-i İmran, 31). Demek ki, Allah'a iman nezdinde O'nu sevmek, asıl fıtratı teşkil eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi için uyarmaları gereken yola, insanlar böylece irşâd olunuyorlar. Öte yandan bu âyette "sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki, Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak, sevmeyen bağışlamaz. Bunun Kur'ân'da örnekleri çoktur. Sadece "Gafûr Vedûd" (Büruc, 14) ve "Rahîm, Vedûd" (Hud, 90) terkiplerini hatırlatmakla yetinelim.

Kur'ân, kimi hasletleri imanın gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun ederler. Bunlardan biri "Rızâ"dır. Kul, Rabbinden râzı olacaktır. Rızâ şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas, Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul Tanrısından bütün fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rabb, müdebbir, emir ve nehyedici, Vekil, Veli vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden, O'nu sevmesni tazammun edecektir.

Kur'ân, mü'minden Allah'a hamdetmesini ister, "Hamd, zemmin zıddı olup, muhabbete makrun olarak, mahmûdun mehasinini terennüm etmektir". Kur'ân'ın bir kısım âyetleri ise "mefhum-i muhalifleriyle, Allah sevgisini gerektirirler. Allah ve Resulüne karşı çıkanlara, babaları ve evlatları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler (Mücadele, 22). Tevbe, 24 âyeti de böyledir. Buralarda, insanın tabiî olarak en çok seveceği varlıklar (baba, çocuk, refika, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızası başka yerde bulunuyorsa, Allah'a sadakatin baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen, Allah'a olan sevgidir, O'nun rızasıdır. Bu âyetler kulun, Allah'a sevgi besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da gösterirler.

Allah ile mü'minler arasındaki karşılıklı muhabbeti dile getiren hadis-i şerifler ise oldukça fazladır. Bütün bu nasları değerlendiren Selef-i sâlih, Allah Teala'nın sevileceği, buna müstehak olduğu konusunda müttefiktirler, hatta O'ndan fazla muhabbete lâyık hiçbir şey olmadığını bildirirler. Allah'tan başkasının ancak O'nun muhabbetine tâbi olarak sevilebileceğini kabul ederler.6 Kul Rabbini sevdiği gibi, O da kulunu sever: (...) Allah onları, onlar da Allah'ı severler (...)" (Maide, 54. krş, Âl-i İmran, 31). Allah iyilik edenleri sever (Bakara, 195), Tevbe edenleri sever (Bakara, 222), temizlenenleri (Bakara, 222), müttakileri (Âl-i İmran, 76), sabredenleri (âl-i İmran, 146), mütevekkilleri (Âl-i İmran, 159), âdilleri (Maide, 42), sever vb. Buna mukabil haddi aşanları sevmez (Bakara, 195), kâfirleri (Âl-i İmran, 32), zâlimleri (Âl-i İmran, 57), müsrifleri (A'raf, 31), hâinleri (Enfal, 58), kibirlenenleri (Nahl, 23), bozguncuları (Kasas, 77), sevmez vb. Kur'ân bu neviden âyetlerle doludur.

 

B-DİĞER FIRKALARA GÖRE

Allah ile kul arasındaki karşılıklı sevginin olamayacağını, bid'at fırkaları ileri sürmüştür (Ca'd. b. Dirhem, Cehm b. Safvan, Mu'tezile vb.)7 Dinin ve fıtratın gereği olan sevgi, kalıplaşmış aklın sansüründen geçirilmeye başlanınca, ortaya birtakım mülahazalar çıktı. Bu istikamette düşünenler dediler ki: 'Sevgi, seven ile sevilen arasında cins benzerliğini gerektirir, (Allah ile insan arasında böyle bir şey olmayacağına göre), muhabbet Allah Teâla'ya taalluk etmez."3. "Muhabbet, ancak mahbuba münasib olmakla olur." Kadim ile hadis, hâlık ile mahluk, vacib ile mümkün arasında münasebet yoktur."9 Sevgiyi; "Nefsin, arzu ettiği şeye meyletmesi" diye görünce, bu anlamı Allah'ı tenzihe uygun bulmadılar. Kelimenin hakîkî mânâsıyla "muhabbet"in, Allah ile kul arasında düşünülemeyeceğine karar verdiler. Ancak, nasları tekzib edemeyince te'vil yönüne gittiler. Kulların O'na muhabbetlerine delâlet eden nasları "Allah'a itaat ve ibadet"; muhabbeti, "mükâfata ulaşmak için daha fazla amel işlemek" olarak, yani meşhur tabiriyle "lâzımı" ile te'vil ettiler. Allah'ın insanlara sevgisi ise, "onlara ihsan etmesi, sevab vermesi, yahut medh u sena etmesidir". "Muhabbetin irade olduğunu, iradenin ise, ancak sonradan zaman içinde var edilen makdûra taalluk edeceğini, Kadim hakkında ise murad edilmek muhâl olduğunu düşününce insanların, meleklerin, enbiyanın Allah'ı sevebileceklerini inkâr ettiler ve dediler ki: "Onların sevgilerinin Allah'a yaklaşmak, O'nu tazim etmek, ve O'na kulluk etmek iradesinden başka anlamı yoktur". Böylece hem Ulûhiyetin, hem ubûdiyetin hususiyetini, inkâr ettiler; kendilerince de bunu tam tevhîd ve tenzîh saydılar.10

 

C- KELÂMCILARA GÖRE

"Mütekellimlerin ekserisine göre, irade muhabbet irade nevindedir ki, hakikatte sadece mânâ ve fâidelere taalluk eder. Allah Teala'nın zatına ve sıfatına taalluk etmesi imkânsızdır. Bundan ötürü muhabbet burada: Kulun ibadetini sırf Allah Teâla'ya münhasır kılmak iradesi demektir. (...) Yani onlara göre (Âl-i İmran, 31) âyetin11 tefsiri, "Eğer Allah'a itaat etmeyi yahut O'nun mükâfatını seviyorsanız buyuracağım ve yasaklayacağım konularda bana uyun" olmalıdır. Böyle denilmiş ise de, Ehl-i Sünnet mezhebinden ariflerin yolu böyle değildir. Onlar derler ki: "Muhabbet, hakikî mânâsıyla, Allah Teala'nın zatına taalluk eder. Kâmil için layık olan O'nu Zâtı için sevmesidir; O'nun mükâfatına muhabbet, noksan bir derecedir"12.

 

İTİRAZLAR ve CEVAPLARI

Sevgi, beş duyunun idrâkine münhasır değildir ki "Allah duyularla idrâk edilmez, hayalde temessül ettirilmez" şeklinde itiraz edilebilsin. Sevginin yeri kalbdir. Kalb ise, idrâk konusunda gözden daha ileridir. Muhabbetin, "İdrâkinde lezzet olan şeye gönlün ağması"ndan başka anlamı yoktur. Âlûsî, muhabbeti inkâr eden mütekellimlere Kelâm diliyle şöyle cevap verir: "Muhabbet, seven ile sevilen arasında cins benzerliğini gerektirir, dolayısıyla Allah Teala'ya taalluk etmez" demek, boş bir sözdür. Çünkü sevgi arazlara taalluk eder, halbuki araz ile cevher arasında cinsiyet yoktur"13.

Kulun Allah'a sevgisini, "mükâfat" sevgisine bağlamak, o mükâfatı kendi zatı için sevilen asıl gaye, Allah'ı ise vasıta sevgisiyle sevilen bir duruma düşürmek oluyordu. Halbuki Kur'ân'a göre insan bizzat Allah'ı sevmelidir. Meselâ şu âyette bu durum açıkça görünür: "Eğer Allah'ı ve Resulünü ve ahiret yurdunu murad ediyorsanız (...)" (Ahzab, 29). Allah Kendisini murad etmeyi, ahiret mutluluğunu murad etmekten başka birşey olarak göstermiştir. Hz. Peygamber "imanın tadını bulmayı -birinci derecede- Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır.14. Eğer gaye ücret olsaydı, şimdiki hayatta ücret gerçekleşmiş olmadığına göre, imanın tadı bulunmamış olurdu. Sırf ücret için işleyen kimse, çalışması sırasında yorgunluk ve zahmet duyar. Oysa mü'min, ibadetinde sevgi ve şevk hisseder. Gerçi bu şevkte, fayda ümidinin rolü de vardır. Fakat Rabbinin, kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu düşündükçe, O'nun Zâtına olan sevgisi de artar. Kendi akıllarıyla muhabbeti inkâr eden mütekellimler bile, ibadetleri sırasında fıtratlarına baksalardı, bu sevginin kendilerinde de bulunduğunu göreceklerdi. Zira kemal zatında sevilir. Allah, eksiksiz Kâmil olduğu için, kul da O'nu Zatı için sevebilir. İbn Teymiyye der ki: "Kadîm niçin muhabbetle mevsuf olmasın? Muhabbet eksiklik değil, kemal sıfatıdır. Hatta, iradenin aslı sayılır. Her irade, bir sevgiyi gerektirir. Çünkü bir şey, mahbub olduğu için, yahut mahbuba vesile olduğu için murad olunur. Eğer muhabbetin mâdum olduğu farzolunursa, irade mümteni olur. (...)"15.

Muhabbete götüren lezzetler çeşitli olur. Duyularla idrâk olunan şeylerden ileri gelen lezzetler: Güzel bir yemekten, güzel sûret ve manzaralara bakmaktan doğan lezzetler gibi. Akılla idrâk olunan zevkler: İlim lezzeti, lider olma lezzeti gibi. Sevginin derecesi kendisine götüren saiklere göre değişik olur. Bir insanın, bir köy muhtarı olmaktan duyduğu zevk ile, muteber bir ülkenin başkanı olmasından duyacağı zevk bir değildir. İlim zevki de bilinen şeylerin değişmesiyle değişir. Bilinen bütün şeyler, Kendisinin bazı isimlerinin birer tecellisinden ibaret olan Allah'ı tanımaya çalışmaktan üstün bir zevk elbette düşünülemez. Böyle bir tanıma gayreti, O'nun varlığını bilmekten daha başkadır. Böylece mârifet ile muhabbet, münasebete girer. Tanımaktan ileri gelen sevgi, daha müstekarr olur. Bu elde edildikçe, O'na itaat, gölge gibi peşinden gelir.

"İnsan, Allah'ı bütün varlığı ile sevmelidir. Bütün varlığına, O'nun merkezî parçası olan aklı da dahildir. Öyleyse, O'nu aklıyla da sevmek gerekir. Herkes kabul eder ki, akıl bir duygu değildir, aksine duygudan çok başka bir şeydir. Buradan anlaşılıyor ki, mukaddes kitabların Tanrı-insan münasebetlerini belirtmek için kullandıkları "sevgi", sırf duygusal bir anlamı haiz olmaktan cazibe, arzusuna dalalet etmekten daha başka bir derinliğe sahiptir. Diğer taraftan, eğer sevgi, kavuşmaları gayesiyle bir varlığın öbürüne karşı olan eğilimi ise, açıktır ki, insanla Allah arasındaki visali gerçekleştirecek ne mükemmel araç "mârifef'tir; zira o, esasen insanda olan ilâhî tarafa, yani akla yönelmektedir. Şu halde Allahı sevmenin en üstün tarzı, insanlığın en büyük imkânı olan bu yoldur"16.

Allah'ı tanımaktan (marifetullah) gelen itaat içindeki ölçülü bir muhabbet, her mü'min için mümkün hatta vakidir ve imanın gereklerindendir. İnsanlar bu yolda yakînlerinin durumuna göre farklar arzederler. "Hal böyle olunca, kulun Allah'a sevgisini, lisandaki hakiki manasıyla tefsir etmek vacip olur. Allah'a itaat ise, sevginin sonucudur, fakat ondan başka birşeydir"17. Kıyamet hakkında soran bir adama Resulullah onun için ne hazırladığı suâliyle karşılık vermiş, adam: "Namaz, oruç, sadaka olarak pek bir şey hazırlamadım. Ancak Allah'ı ve Resulünü severim" demişti. O da cevabında: "Kişi, sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştu.18 Bu da gösteriyor ki, itaat ile muhabbet -birbirini gerektirmelerine rağmen- ayrı şeylerdir.

Allah'ın kula olan muhabbetini Kur'ân'ın isbat ettiğini görmüştük. Bu sabit olmakla birlikte, kavranması güç olan şeylerdendir. "Allah'ın kullarına olan muhabbeti ise, keyfiyeti bizce meçhul, Allah Teala'nın Kendisine ait bir sıfatıdır. Fikir ona erişemez"19. Gazzalî, kulun Allah'a olan muhabbetini, hakiki mânâda kabul eder. Fakat, Allah'ın kuluna olan muhabbetinin, bu anlamda olmadığını söyler. İfade güçlüğü sebebiyle, Allah'a ait sıfatların beşeri tabirlerle bildirilmiş olduğu üzerinde durur. Aynı ismi taşımanın mahiyette bir benzerliği asla gerektirmediğini, örneklerle açıklar. "Bu uzaklık; ilim, irade, kudret vb. gibi öbür isimlerde, daha da âşikârdır. Bunların hiç birinde Halik, yaratılmışlara benzemez. Lisan vâzıı bu isimleri, ilkin mahlukları göz önüne alarak koymuştur; zira halk, akıllara ve anlayışlara, Halık'den daha önce sebkat eder. Bundan ötürü o lafızlarının Halik hakkında kullanılmaları istiâre ve nakil" yoluyla olmuştur20.

Şimdiye kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak; Kur'ân'a göre insan Rabbini mecazen değil, hakikaten sevebilir. Bu sevgi, Allah'ın fiillerinin, isimlerinin, sıfatlarının, zatının kemâline olan marifetten kaynaklanan halis, nezih, taşkınlıktan uzak, kulluğun ve Ulûhiyyetin sınırlarını tanıyan, Allah'ın iradesini gerçekleştiren, O'na itaati artıran bir sevgidir. Bu muhabbete, Allah'ın dünya hayatında kendisine ve öteki yaratıklara olan lütuf ve ihsanının, keza âhiret hayatında beklediği ebedî mutluluğun rolü olsa da, Rabbini bunlardan ayrı olarak Zatı için de sever. Zira kemal, Zatı için sevilir. Öbür yandan Allah da kulunu sever, bu O'nun bir vasfıdır. Ancak O'nun muhabbeti, kulların bildiği sevgiye benzemez. Uluhiyetin şanına yaraşan, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir hususiyetidir. Kur'ân nazarında, insanın Allah'ı sevmesi, sırf metafizik bir tefekkürden ileri gelmez. Tabiî teolojinin sonuçlarına bağlı değildir. Sadece "eşyanın güzelliklerinden, ilk sebebin de güzel olacağı" neticesine varan türden bir sevgi değildir21. Böyle olsa, mü'min ona "Sen" diye hitap edemezdi, dua edemezdi. Kıymetli devesini uçsuz bucaksız çölde kaybedip, telaşla aradıktan sonra, nihayet bulabilen insanın, onu bulduğunda duyduğu sevinçten daha fazlasını, Allah kulunun Kendisine dönmesinde bulmazdı22. Devesini bulmaktan umudunu kestikten sonra uyandığında, onu yanıbaşında görüvermesi üzerine sevincinden yanlışlıkla "Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de Senin rabbinim" demesinden dolayı, ferah bulmazdı23. Mü'min, O'nun Vechine bakmayı, bütün Cennet güzelliklerine üstün tutmazdı24. "İyi davrananlara, en iyi (bir karşılık), bir de ziyâdesi vardır" (Yunus, 26) âyetindeki "ziyâde" hakkında Hz. Peygamber "Rahman'ın Vechine bakmak" demiştir25. Şu halde sevgi, O'nun lütuf ve ihsanından, efendi ile kölesi arasındaki münasebetten, daha başka bir öz taşımaktadır26. Bu sevgi, metafizik ve genel mânâda anlaşılan, her türlü existensielle vasıftan ve şahsî bir irtibat tarzından yoksun bir Vacib-mümkin, Kadîm-hadis münasebeti belirtmekten uzaktır27. Dünyada, Allah'ın Kendisini vahiy ile izharı, Cennette "ru'yet-i cemaliyle müşerref etmesiyle gerçekleşen (krş. Kıyame, 22-23) bir münasebettir.

 

D- HRİSTİYANLARA GÖRE

Kur'ân, bu yakınlığı bildirirken Eski Ahid’in Tanrının "seçilmiş milletle olan münasebetini bildirişinde yaptığı gibi, bir "zevciyyet" ilişkisi"28 benzetmesine gitmemiştir. Bu sevgi ve şefkati, mânevî anlamda da olsa, "ilâhî bir babalık"29 imajına başvurmak suretiyle de göstermemiştir. Bu kabil tasvirler, yanlış tefsirlere yol açabilirler. Kur'ân'ın bildirdiği Allah'ın Rahman, Rahîm gibi birçok ismi, bilhassa Rabb vasfının ihtiva ettiği şefkat ve sevgi30, bu yakınlığı daha mükemmel ve daha nezih bir biçimde gerçekleştirmektedir. Her şeye rağmen, bazı durumlarda babanın oğulla veya oğulun baba ile kavgası, davası, çekişmesi olabilir. Rabb ile kul arasında böyle bir şey düşünülemez. Kezâ bazı Hristiyanların iddiâ ettikleri gibi Tanrı'nın "insanı, Kendi mahremiyetine sokması için, oğlunun varlığından Kendisiyle bir ittihada (communion) çağırması"31 gibi bir tuhaflıktan da Kur'ân berîdir. "Tanrı insana dönüştü, ta ki insan da tanrılaşan"32 lâubaliliğine hiç yer yoktur. Kur'ân, insan hakkında "sıbgat' Allah" (Bakara, 138) tanır. Bu ilahî boya veya insana "ruhundan üflemesi" (Sad, 72), insanın hususiyetine ve değerine işaret için kâfidir. Ve bunun herhangi bir mücanesetle ilgisi yoktur. "Kur'ân'da ilahî hayata iştirak" ideali yoktur. Ama Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaya çalışmak, zımnen vardır. (Nisa, 149; Nur, 22 v.b). Sahih bir kudsî hadis, belirttiği anlamda bir "fenafillah" gayesi gösterir. (...) Bir kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden Bana daha sevimli bir amel ve ibadetle yaklaşamamıştır. Kulum Bana nafile ibadetle de durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık Ben o kulumun işiteceği kulağı, göreceği gözü, şiddetli kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Benden bir şey dilerse onu verir; Bana sığınırsa, muhakkak onu himaye ederim."33

Bunlar, insanın ruhanî bir hayat tecrübesini geliştirmesi, ilahî muhabbeti tatması için yeterli unsurlardır.

Hristiyanlık bu kabîl taşkınlıkları gösteriyorsa da, onların kutsal kitapları bu telakkilerden uzaktır. Biz onların "Kur'ân’ı Hristiyanca okumalarına" razı olmadığımız için "İncilleri de Müslümanca okumayacağız." İncillerdeki "sevgi" anlayışını, ünlü çağdaş Hristiyan teoloğu Bultmann'ın tedkikinden özetleyeceğiz 34.

Sevgi (Hz) İsa'nın sözlerinde, nadiren gözükür. Gerçekten, sevme emri Dağ Va'zında (Matta, 5,43-48) ve düşmanları sevmek konusunda geçer. Gerçi bunlar, önemli pasajlardır. Ancak bu azınlıktan açıkça ortaya çıkıyor ki, ne (Hz) İsa, ne de onun cemaati "sevgi emrinden" öze bir ahlâk programı yapmayı düşünmüş değillerdi. Aksine, sevgi emri Tanrı'nın iradesini yerine getirme cümlesindendir35. Sevgi, Hristiyanlığın getirdiği yeni bir şey de değildir. Din tanımayan edebiyat da, insan sevgisini, düşmanları sevmeyi en yüksek fazilet biliyordu. Stoacı filozof Seneque vs. Fakat bunlarda sevgi, insanlık ideali üzerine kurulmuştur. (Hz.) İsa'da ise sevgi, temelini, karakter gücü veya şahsî değerde değil, itaatte ve nefsin eğilimlerini red fikrinde bulur. Düşmanını sevmek, insan sevgisinin doruğu değil, insanın nefsine olan hakimiyetinin zirvesidir. Ona göre, "insan sevmekle ruhu lehine sonsuz bir değer kazanmaz ve Tanrının varlığına katılmaz, 36 aksine sevgi sadece bir itaat gereğidir. Sevgi bu itaatin, insanı insana bağlayan müşahhas hayatta, nasıl uygulanabileceği ve uygulaması gerektiğini gösterir."37 İnsanın yakınını ve Tanrısını sevmesine dair emirden çıkan da budur. Kendisini imtihan etmek kasdıyla, en büyük emrin ne olduğunu soran yahudi din adamına Hz. İsa şu cevabı verir: Birincisi şudur: "Dinle ey İsrail; Tanrımız Rabb, bir olan Rabdır. Ve Rabb Tanrını bütün gönlünle, bütün canınla, bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin." İkincisi bu: "Komşunu, kendin gibi seveceksin." (Markos. 12, 28-31)

"Tanrıyı sevmek, kendi öz iradesini, itaat içerisinde, Tanrının iradesine tâbi kılmaktır"36. "Şu halde aşikârdır ki sevgi, insan hayatını canlandıran ve gevşeten bir şey olarak değil, bir nevi irade tavrı olarak anlaşılmıştır."39 Düşmanını veya yakınını sevmek, en iğrenç kimsede bile ilahî kıvılcımı hissetmesini bilen duygusal bir etkilenme veya sempati veya hayranlık üzerine kurulmaz. Tanrının emri üzerinde temellenir. Gerçekten, sempati veya etkilenmeden ileri gelen sevgi, aslında insanın kendisine olan sevgisidir, birtakım tercihlerin sevilmesidir. Bu şeylerin bu tercihlerin sevilmesinde kıstas benim, "ben"imdir. Dostluk, cinsî sevgi, tabiî "ben"in tezahürleridir. Onlar, kendi zatlarında ne iyi, ne de kötüdürler. Ancak, insanın niyeti kötü olduğu zaman, kötü olurlar. Fakat onlarda, Tanrının sevgi emrinin gerçekleştiğini düşünmek, bu emri alt-üst etmektir. Yakınını sevmenin yerine, kendisini sevmeyi koymaktır. Tanrının istediği gerçek sevgi; sempati, hayranlık ile olan sevgi değil, "seveceksin" buyruğundaki iradeye seslenen "karar" sevgisidir. "Sevgi bir duygu olarak anlaşıldığı takdirdedir ki, sevmeyi emretmek saçma olur. Sevme emri gösteriyor ki, sevgi iradenin bir davranışı olarak mütalâa olunmaktadır." Böyle bir sevgi ne zayıftır ne gevşektir. Hz. İsa, insanı taşıdığı şahsî değerler açısından değil, Tanrının emri ile değerlendirilir40. Bu inceleme, İncillerin anlayışını, Yunan idealizminin yaldızlarından temizlemektedir. Ortaya çıkan aslî çehre, İslam'daki sevgi anlayışı ile aşağı yukarı aynıdır.41

 

DİPNOTLAR

1) Firuzabadi, Besair. II, 557; İbn Kayyim, Medaric, III, 30.

2) krş. Hüseyin Atay, Kur'ân'a Göre İman Esasları s. 62.

3) Nidd: Nazir, benzer, şebih anlamlarına gelir. Tanrı olarak benimsenen, O'nun yerine ikame edilen şeylere denir.

4) Bunu, garblılar da anlamışlardır: "İslam öncesi Arabistan'da abd'in pek âlâ, bir Uluhiyete tapan anlamı vardır. Wellhusen ve Nöldeke tarafından düzenlenen theophore (Allah'a nisbet olunarak yapılan şahıs isimleri) adlar listesine başvurmak, bunu anlamak için yeterlidir" (Reste des arabischen Heidenthuums, S. 2-3'ü referans vererek Gaudefroy-Demombynes, "Sur quelques noms d'Allah", s. 5).

5) İbn Kayyim, Medaric, III, 19-20: Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili I, 572-573.

6) İbn Teymiyye, Minhacu's-Sünne, III, 98.

7) Aynı yer.

8) Âlusî, Ruhu'l-Meanî, Âl-i İmran, 31 hk. III, 129.

9) İbn Teymiyye, Minhacu's-Sünne, III, 100.

10) İbn Kayyim, Medaric, III, 18 vd.

11) "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun" (Âl-i İmran, 31).

12) Alûsi, 3, 31 hk., III, 129.

13) Alûsi, aynı yer.

14) el-Buharî, İman, 9; Müslim, İman, hadis no:67 eî-Tirmizî, İman, 10.

15) İbn Teymiyye. Minhacu's-Sünne. III, 100.

16) F.Schuon. De l'Unite trancendante des Religions, Paris, Gallimard, 1968, s.28.

17) RM, 5, 54 hk. VI, 163.

18) Müslim, Birr, Hadis No: 164; el-Buharî, Ahkâm, 10; et-Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed b. Hanbel, III, 104; ed-Darimi; Rikak, 71.

19) Alusî, Bakara, 165 hk., II, 34; Keza aynı eser Al-i İmran, 31 hk. III, 129.

20) el-Gazzalî, İhya IV, 255.

21) krş. K.Rahner, Dieu drans le Nouveau Testament, Paris, 1968, s. 73-74.

22) el-Buharî, Da'vaat, 4;Müslim, Tevbe, 1-8; et-Tirmizî, Kıyame, 49.

23) Müslim, Tevbe, 7.

24) Müslim, İman, 297; et-Tirmizî, Cenne, 16; İbn Mace, Mukaddime, 13.

25) Taberi, X, 62-69'da 17610-17632 no.lı haberler buna dairdir. Muhakkik M.M. Şakir'in tahriclerine bk,; Ebu Sa'id ed-Darimi, er-Redd ala el-Cehmiyye, s. 303-304.

26) krş. Rahner. s .74-75.

27) krş. Rahner, s. 75-77.

28) Eski Ahid. Hoşea, 2, 19.

29) Eski Ahid, Çıkış, 4, 22.

30) krş. H. Atay. Kur'ân'a Göre İman Esasları, s .23-28.

31) Rahner, 69 vd.

32) O. Celement, L'Eglise Orthodoxe, Paris, PUF, 1965, s. 38 Bu fikrin, İrenee'den beri Kilise Babalarınca ifade edildiği söylenir.

33) el-Buharî, Rikak, 38.

34) R. Bultmann, Jesus, s.106-113.

35) Aynı eser, s. 106.

36) İbarenin altını çizmek bize aittir. (S. Yıldırım).

37) Aynı eser, s. 108.

38) Aynı eser, s. 109.

39) Aynı eser, s. 111.

40) Aynı eser, s. 112.

41) Müslümanların, doğrulayabilecekleri bildirilen Ehl-i Kitab sözlerine bir örnek olabilir.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 03/05/2020