Hadis Usulü





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 09/10/2018
Clap

Her ilmin kendine mahsus yöntemleri, uygulamaları vardır. Hadis usulü bilginin nesilden nesile sağlam bir şekilde aktarılması için gerekli esasları ve yöntemleri belirler.

 

Hadisin anlamı

Hadis kelimesi Arap dilinde “haber” ve “söz” anlamlarına gelmektedir. Hadis kelimesinin çoğulu ehâdîs’tir. Eski Arapça’da hadis, önemli haberler ve kıymetli sözleri ifade için kullanılırdı. Araplar, câhiliye dönemindeki meşhur ve özel günlerini anlatan haberleri ehâdîs diye adlandırırlardı. Hadis kelimesi “özel bir söz” mânasında Kur’an-ı Kerim’de geçmiştir: “...O halde Kur’an gibi bir “söz” getirsinler bakalım[1] ve “Allah, sözlerin en güzelini indirmiştir[2] âyetlerinde geçen “hadîs” kelimesi “özel bir söz” yani âyet anlamındadır. Hadis kelimesinin bir diğer anlamı ise haber’dir. Kur’an-ı Kerim’de “Sahi, olmadı mı senin haberin, Mûsâ’nın haberinden (hadîs)?”[3] âyetinde geçen “hadîs” kelimesi “haber” anlamındadır.

Hadîs kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de geçtiği gibi Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri arasında da geçmiştir. Peygamber Efendimiz’den ilim öğrenmeye en meraklı sahabi olan Ebû Hureyre Hazretleri (radıyallahu anh), bir gün Resûl-i Ekrem’e gelerek, kıyâmet günü şefâatine mazhar olacak en mesut insanın kim olduğunu sormuş; Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hadis öğrenmedeki arzundan dolayı bu hadisi (sözü) senden önce kimsenin sormayacağını biliyordum” buyurmuştur.[4] Allah Resûlü’nün, kendi sözlerine “hadis” demesi, ashabına örnek olmuştur. Daha sonra, O’nun sözlerine “hadis”, hadislerini inceleyen ilme de “ilmu’l-hadîs” (Hadis İlmi) denilmiştir.

Hadis ilmine, hadis usûlü de denilmiştir. Hadis âlimleri, Allah Resûlü’nün sözlerinin ve sahabilerin onu anlatan haberlerinin korunması ve değiştirilmeden sonraki kuşaklara aktarılması için bir takım kurallar belirlemiş ve bir metod/usûl ortaya koymuşlardır. Bu metotların anlatıldığı ilme “Hadis usûlü ilmi” denilmiştir. Hadis usûlünün konularının muhtevaları zamanla zenginleşmiş her bir konu adeta bir ilim dalı hüviyeti kazanmıştır. Bu ilim dalları hakkında müstakil çalışmalar yapılmıştır. Hadislerin korunup nakledilmesi ve doğru anlaşılması için geliştirilen bu ilim dallarının hepsine birden “Ulûmu’l-hadîs” (Hadis ilimleri) denilmiştir.

İlk dönemlerde ilim denilince önemine binaen hadis ilmi kastedilmiştir. Hadisi farklı açılardan inceleyen birçok ilim dalı ortaya çıkınca hepsine birden “Ulûmu’l-hadîs” (hadis ilimleri) denilmiştir. Hadis ilimlerine dair ilk eserlerden birisini kaleme alan Hâkim en-Nisâbûrî (ö. 405/1014), hadis ilimlerini incelediği eserine Ma’rifetu ulûmi’l-hadîs adını vermiştir. Hadis ilmini inceleyen en önemli eseri kaleme alan İbnu’s-Salâh’ın (ö. 643/1245) eserinin adı da Ulûmu’l-hadîs’tir. Bu eserlerde hadis ilminin “sahih hadis”, “hasen hadis” gibi her konusu ayrı bir ilim kabul edilmiştir. Zira her konu ile ilgili tarih içinde birikmiş çok sayıda alt konu başlığı ve literatür vardır.

Hadis teriminin kapsamı

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi sözlerine hadis denildiği gibi, O’nun hakkındaki bir olayı ya da bir fiilini haber veren sahabi sözleri de hadis diye anılmıştır. Allah Resûlü’ne ait sözlere; ayrıca O’nun fiillerini, takrirlerini (onaylarını), halini ve ahlâkını anlatan haberlere de hadis denilmiştir.

Mesela Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Abdest almadan kılınan namaz kabul edilmez” buyurmuştur.[5] Bu söz, Abdullah b. Ömer’in (radıyallahu anh) Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinleyip naklettiği bir hadistir. Hz. Ali Efendimiz’in “Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) abdest azalarını üçer üçer yıkardı”[6] sözü de yine Peygamberimiz’e ait bir hadistir. Zira Hz. Ali’nin (r.a) bu sözü, Allah Resûlü’nün davranışını bildiren bir haberdir.

Hadis ilminin konusu

Hadis ilminin konusu Allah Resûlü’ne ait sözler, davranışlar ve diğer bilgilerdir. Gayesi ise bu bilgilerin tespit edilerek, korunmasıdır. Hadisçilerce korunmuş bu bilgiler, tarihçiler tarafından Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını anlatmak maksadıyla kullanıldığında siyer ve megazi ilmi, tefsir âlimleri tarafından Kur’an’ı tefsir için kullanıldığında ise tefsir ilmi ortaya çıkmıştır. Fıkıh âlimleri ise hadisleri, fıkıh ilmi açısından tetkik ederek, hadislerden ibadet, ahlak ve hukukla alakalı hükümler çıkarmışlardır. Bu anlamda dinî ilimlerin ortaya çıkışında hadis-i şerifler, Kur’an-ı Kerim ile birlikte iki mukaddes kaynak ve kesin delil (hüccet) olmuştur.

Hadis ilminin konusu Allah Resûlü’nün hadisleridir. Ancak sahabilerin ve tabiin âlimlerinin sözleri de hadisçiler tarafından kaydedilmiş ve muhafaza edilmiştir. Zira sahabi sözlerinin hem Allah Resûlü’nün hadislerine ait izleri taşıma ihtimali vardır hem de dini en iyi bilen insanlar olarak onların sözleri ve görüşleri dini açıdan müstakil bir delildir. Sahabî ve tabiin sözlerine haber ya da eser denilmiş, bazen de hadis diye anılmışlardır. Bu takdirde Allah Resûlü’ne ait hadislere merfu hadis, sahabi sözlerine mevkuf hadis, tabiin sözlerine ise maktu hadis denilmesi meşhur olmuştur.

Hadisin bölümleri

Her bir hadis, iki ana bölümden oluşur. İlk bölüm hadisin metni ikinci bölüm ise hadisin senedidir. Metin, hadisin söz kısmı. Sened ise hadisi aktaran râvilerin isimlerinin bulunduğu kısımdır. Senedi olmayan hiçbir söz, hadis olarak kabul edilmez. Hadisler temel hadis kaynaklarında senediyle birlikte kaydedilmiştir. Hadisleri, kaynak eserlerden aktarırken kısaltma maksadıyla senedlerini zikretmeden aktarmak mümkündür. Ancak hadisin senedli olarak geçtiği ilk kaynaklar gösterilmelidir. Mesela,

حَدَّثَنَا إِسْحَاقُ بْنُ مَنْصُورٍ قَالَ حَدَّثَنَا عَبْدُ الرَّزَّاقِ قَالَ أَخْبَرَنَا مَعْمَرٌ عَنْ هَمَّامِ بْنِ مُنَبِّهٍ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

إِذَا أَحْسَنَ أَحَدُكُمْ إِسْلَامَهُ فَكُلُّ حَسَنَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ لَهُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا إِلَى سَبْعِ مِائَةِ ضِعْفٍ وَكُلُّ سَيِّئَةٍ يَعْمَلُهَا تُكْتَبُ لَهُ بِمِثْلِهَا

Buhârî dedi ki, bana İshâk b. Mansûr rivayet etti, o dedi ki bana Abdurrezzak rivayet etti, o dedi ki, bana Ma’mer haber verdi, Ma’mer, Hemmâm b. Münebbih’den o da Ebû Hureyre’den rivayet etti. Ebû Hureyre dedi ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

Sizden biri iyi Müslüman olursa yaptığı her iyilik on mislinden yedi yüz misline kadar katlanarak yazılır. Yaptığı her kötülük ise yalnızca bir yazılır.”[7]

Bu hadiste tırnak içindeki kısım metin, ilk kısım ise hadisin senedidir. Ebû Hureyre, hadisi Peygamber Efendimiz’den dinleyen kişidir. Ebu Hureyre’den dinleyen ise talebesi ve hemşehrisi Yemenli âlimlerden Hemmâm b. Münebbih’tir. Hemmâm b. Münebbih’ten ise talebesi Yemen’de hadis ilminin kurucusu kabul edilen Ma’mer b. Râşid hadisi öğrenmiştir. Ma’mer’den hadisi nakleden ise onun talebesi yine Yemenli muhaddis Abdurrezzâk b. Hemmâm’dır. Abdurrezzâk’tan ise talebesi İshâk b. Mansûr hadisi öğrenmiştir. İshâk, İmam Buhârî’nin hocasıdır. Buhâri, yukarıda anılan silsile ile hadise ulaşmıştır. Bu hadisi kitabına almış olan İmam Buhârî hadisin senedindeki ilk râvi sahabi olan Ebû Hureyre ise son râvidir. Senedin başı musannıf Buhârî tarafıdır. Bu senedde adı geçen her âlim hadisi hocasından hangi yolla aldığını bize seneddeki rivayet lafızları vasıtasıyla göstermiştir. İmdi bu hadisi nakletmek isteyen kişi, hadisin Buhârî’nin el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinin ilim bahsinde 31 nolu bab içinde geçtiğini ve hadisin sahabi râvisi olan Ebû Hureyre’nin adını kaydetmek zorundadır. İlmi sadakat, selef âlimlerinin emeklerine ve hadise saygı bunu gerektirir.

Hadisin isnadında geçen kişilere râvi denilir. Râvi, hadisleri öğrenip, usûlüne uygun bir şekilde talebesine öğreten âlimlere denilir. Rivayette uzman, hadisleri hem sened hem de metin olarak bilen âlimlere ise muhaddis denilir. Çok sayıda hadisi ezberinde muhafaza ederek talebelerine aktaran hadis âlimleri ise ezberlediği hadis sayısına göre “hafız”, “hüccet” ve “hâkim” gibi farklı unvanlarla anılmışlardır.

Hadis ilminin bölümleri

Hadis iki kısma ayrıldığı gibi, hadis ilmi de iki kısma ayrılır. Hadislerin öğrenilip öğretilmesi ki buna “rivâyetu’l-hadîs” ilmi denilir, hadislerin tetkik edilerek, sıhhat durumlarının ve anlamlarının açıklanması da “dirâyetu’l-hadîs” ilmi adını alır. Mesela yukarıdaki örnekte İmam Buhârî’nin hocası İshâk b. Mansûr’dan hadisi dinlemesi rivâyet, dinlediği bu rivayeti araştırarak, sıhhatini tahkik etmesi ise dirâyet’tir.

Dirâyet’in bir diğer yönü de hadisin anlamının açıklanmasıdır. Hadisleri rivayet ve sıhhat açısından inceleme muhaddisler tarafından yerine getirilmiş hadislerin anlamlarını açıklama ile ise daha çok fıkıh âlimleri ilgilenmişlerdir. Fakîhler, hadisleri açıklamışlar, nasıl uygulanacağını göstermişler, hadise ittiba etme usulünü beyan etmişlerdir. İşte hadisin anlam açısından bu şekilde tetkik edilmesine “Fıkhu’l-hadîs” denilmiştir.

Sünnet

Sünnetin anlamı

Arap dilinde yüzün karşıdan görünen kısmı, sûret, yol, sîret ve tabiat gibi anlamlara gelen sünnet kelimesi İslam ilim geleneğinde özel bir anlam kazanmış ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında ve hareketlerinde izlediği yol için kullanılmıştır. Sünnet terimi, Peygamber Efendimiz’in iradi fiillerini yani amellerini içini aldığı gibi ahlâkı, şahsiyeti ve beşeri yönlerini de içine alır. O, her şeyiyle insanlığın en güzel örneğidir. O’nun iradi gayri iradi her davranışında insanlara rehber olacak modeller vardır.

Sünnet kelimesinin kök anlamında herkesin kabul ettiği ve izlediği yol manası ile bir şeyi belirgin kılan özellikler terim anlamında da vardır. Allah Resûlü’nün söz, fiil ve davranışları insanların takip ettiği yol olmuş, dinin görünen ve belirgin özellikleri sünnet ile bilinmiştir.

Sünnet, Allah Resûlü’nün sözü, davranışı ve onayı, hadis ise bu söz, davranış ve onayı bildiren usulüne uygun rivayet edilmiş haberdir. Sünnet, hadislerle tespit edilip, kaydedilmiştir. Sünnet, bugün açık ve kesin olarak ancak hadislerle bilinebilir. Bir başka deyişle sünnet, muhaddislerin rivayetiyle bilinir. Bu sebeple saadet asrından sonraki dönemde sünnet ve hadis kelimeleri çoğu zaman aynı anlamda kullanılır olmuştur.

Sünnet teriminin karşıtı bid’at, yani sonradan ortaya çıkan, dine uygun olmayan yeni icaddır. Sünnet kelimesi zamanla sosyolojik bir anlam da kazanmış, Allah Resûlü’nün yoluna bağlananlara “ehl-i sünnet” (sünnete bağlı olanlar), karşıtlarına da “ehl-i bid’at” denilmiştir.

Sünnetin kapsamı

Farklı ilim dallarında sünnet farklı anlamlar kazanmıştır. Her ilim dalı, sünnet kavramını kendi metodolojisine uygun bir anlamda kullanmıştır. Fakîhler sünnet terimini bid’atın karşıtı olan ve ahkâma kaynak teşkil eden haberler anlamında kullanmışlardır. Onlara göre bu manada hadis ve sünnet eş anlamlıdır. Fıkıh kitaplarında ise “sünnet”, insanların sorumlu olduğu farz ve vacib olmayan dinî emirler anlamındadır.

Fıkıh usûlünde sünnet, Peygamber Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an-ı Kerim dışında, nakledilen delil olmaya elverişli haberleri ifade eder. Hatta sünnet delil olma ile kayıtlanmadan “Allah Resûlü’nden Kur’an dışında sâdır olan her şey sünnettir” şeklinde de tanımlanmıştır.[8]

Sahabîlerin uygulamalarına da sünnet denilmiştir. Zira sahabi uygulamaları bize hadis olarak ulaşmamış bir sünneti bildirmiş olabilir.[9] Zaten bu sebeple sahabi sözleri muhaddisler tarafından hadisler gibi isnadlı olarak rivayet edilmiştir. Sahabîlerin sünnete bağlılığı onları her uygulamalarında bir sünnet arayışına sevk etmiş ya da sünnete uygun içtihatlarla yollarını belirlemişlerdir. Ayrıca Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Size sünnetimi ve hidayet üzere olan raşid halifelerin sünnetini tavsiye ederim; ona sımsıkı sarılın” hadislerinde raşid halifelere uymayı ümmetine emir buyurmuşlardır.[10]

Sünnet-vahiy ilişkisi

Allah Teâlâ’nın peygamberlere indirdiği haberlere vahiy denilir. Vahye, başka bir kaynaktan müdahele edilemez. Şeytanlar, insanın vehim ve hevesleri vahye karışamaz. Bu sebeple vahiy yoluyla gelen her bilgi hakikattir, her haber doğrudur. Vahiy kendi arasında derecelere ayrılır. Cenab-ı Hakk’ın isimleri arasında ism-i a’zam (en büyük isim) bulunduğu gibi her bir isminin tecellileri arasında derece farkı vardır. Bir ismin tecellileri arasında azami tecelliler ile diğerleri arasında fark vardır. Kelâm sıfatının tecellisi de farklı farklıdır. Allah Teâlâ her kişiyle hatta her varlıkla konuşur. Varlık âlemindeki konuşması kanun şeklinde, canlı varlıklarla konuşması ise ilahi bir sevk şeklinde kendini gösterir. Mesela Cenab-ı Hak, “Rabbin bal arasına vahyetti”[11] âyetinde balarısı ile Allah Teâlâ’nın konuştuğu yani ona vahyettiği bildirilmektedir. “Musa’nın annesine onu bir süre emzir, diye vahyettik”[12] âyetinde ise peygamber olmayan kişilerle de Cenab-ı Hakk’ın konuştuğu bildirilmektedir. Peygamberler (a.s) haricindeki kişilere indirilen vahiyler, “ilham” diye adlandırılarak, diğer vahiylerden ayrılmıştır.

Peygamberlere indirilen vahiyler arasında da derece farkı vardır. Geçmiş peygamberlere indirilen vahiyler, en son indirilen Kur’an vahyine bir hazırlık gibidir. Kur’an ise Allah Teâlâ’nın ism-i a’zamının ve her isminin özellikle de Kelâm sıfatının a’zami tecellisidir.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim dışında da sevgili Peygamber’i ile konuşmuştur. Kur’an dışındaki bu vahiyleri Kur’an’dan ayırmak için onlara vahy-i gayr-i metluvv (tilavet edilmeyen vahiy) denilmiştir. Çünkü Kur’an vahyi, söz yani lafız olarak da vahiydir. Doğrudan Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu için mucizedir ve lafzını tekrarlamak ibadettir. İbadet maksadıyla ibadetlerde okunduğu için Kur’an vahyine “vahy-i metluvv” (tilavet edilen vahiy) denilmiştir.

Allah Resûlü’nün (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) şüphesiz her davranışı ve her sözü vahiyle bildirilmiş değildir. Ancak vahyin gözetimindedir. Vahiy sürekli O’nu izler ve gerekirse yol gösterir hatta bazen O’nu uyarır. İşte bu gözetim sebebiyle bütün Sünnet’in vahyin onayından geçtiği bu sebeple de vahy-i gayr-i metluvv olduğu kabul edilmiştir.

Peygamberler, Cenab-ı Hakk’ın koruması ve gözetimi altındadır. Allah Teâlâ’nın emri ve izni ile hareket ederler. “Biz Musa’ya kullarımla geceleyin Mısır’dan yola çık”[13] âyetinde bildirildiği gibi peygamberler vazifelerini vahyin gözetiminde gerçekleştirirler. Nitekim Hz. Nuh’un gemisini inşa ederken Cenab-ı Hakk’ın gözetiminde ve emriyle hareket ettiği “Biz ona ‘Gözetimimiz altında ve vahyettiğimiz şekilde gemiyi yap’ diye vahyettik”[14] âyetiyle anlatılmıştır.

Peygamberler, davranışları ile Cenab-ı Hakk’ın gözetimi altında oldukları gibi onların sözleri de vahiy buutludur. Sözleri hikmettir. Kur’an-ı Kerim’de “hikmet” kelimesi farklı anlamlarda geçmiştir. Ancak Kitab ve Hikmet’in birlikte geçtiği yerlerde hikmet sünnet anlamındadır.  “Allah sana Kitap ve Hikmet’i indirmekte ve sana bilmediklerini öğretmektedir. Gerçekten Allah’ın senin üzerindeki lütfu pek büyüktür.”[15] âyetinde Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’i indirdiği gibi Resûlü’ne hikmeti de indirdiği haber verilmiştir. Allah Resûlü’ne indirilen bu “hikmet” Sünnet’tir. Zira âyet-i kerimede Peygamber Efendimiz’in hanımlarına hitaben “Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti anın.”[16] buyrulmuştur.

Sünnetin bir kısmı doğrudan vahiy kaynaklı bir diğer kısmı ise vahyin kontrol ve denetimindedir. Bu sebeple Cenab-ı Hakk, Resûlü’ne mutlak itaati emretmiş, O’nun haram kıldıklarını haram bilmeyi helal kıldıklarını helal bilmeyi emir buyurmuştur. O’na itaat etmenin mümin olmanın şartı olduğu âyet-i kerimede şöyle haber verilmiştir: “Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”[17]

Kudsi Hadis

Allah Resûlü’ne indirilen lafzıyla ibadet edilmeyen vahiyler içinde Cenab-ı Hakk’ın sözleri de vardır. Peygamber Efendimiz bu sözleri Rabbi’nden rivayet ederek, bizlere aktarmıştır. İşte bu hadislere “kudsi hadis”, “rabbani hadis” ya da “ilahi hadis” denilmektedir. Mesela, Allah Resûlü, “Allah Teâlâ buyurdu ki; ‘Rahmetim gazabımın önüne geçti” demiştir.[18] Bu söz, doğrudan Allah Teâlâ’nın sözüdür. Ancak Peygamber Efendimiz’e Kur’an olarak vahyedilmediğinden dolayı âyet değildir. Lafzı vahiyle bildirilmemiş olduğundan lafız itibarıyla mucize de değildir. Bu sebeple namazlarda Kur’an yerine okunamaz.

Cenab-ı Hakk’ın sözü olarak Peygamber Efendimiz’in rivayet ettiği sözler, hüküm olarak hadisin hükmüne tabidir. Allah Teâlâ, Resûlü’nün sözleri arasına kendisinin bazı sözlerini katarak O’na ve O’nun Sünneti’ne verdiği değeri göstermiştir.

Sünnete ittiba etmenin önemi

Sünnetin önemini en iyi bilen insanlar ashab-ı kiramdır. Onlar, sünnete ittiba etmeyi her şeye tercih etmişlerdir. Hz. Ebû Bekr (r.a) halife olduğunda Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızı Hz. Fatıma validemiz babasının mirasını talep etmiştir. Hz. Ebu Bekr, Peygamberimiz’in akrabalarını kendi akrabalarından daha çok sevdiği halde Peygamberimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu “Biz peygamberler topluluğu miras bırakmayız; bizim bıraktığımız sadakadır” hadisini hatırlatarak Hz. Fatıma’nın talebini yerine getirmemiştir.[19] Hadise bağlılığı hislerinin önüne geçirmiştir.

Ashâb, sünneti kendi görüşlerine tercih etmişlerdir. Bir konuda hadis varsa hemen ona ittiba etmişlerdir. Kendilerinin bilmediği bir hadisi başkası hatırlattığında hemen görüşlerinden vazgeçer hadise ittiba ederlerdi. Hz. Ömer (r.a), halifeliği döneminde Suriye bölgesindeki orduları teftiş için sefere çıkmıştı. Amvâs denilen yerde veba çıktığını duyunca geri dönüp dönmeme konusunda kararsız kaldı. Abdurrahmân b. Avf (r.a), “Ben Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir yerde veba çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde veba çıkarsa, oradan ayrılmayın” buyurduğunu işittim” deyince hiç tereddüt etmeden geri dönmüştür.[20]

Zekası ve ilmi ile tanınan Hz. Ali Efendimiz, mestlerin üzerine mesh edilmesi konusunda “Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) mestlerin üzerine mesh ederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altına meshetmek daha uygun olurdu” demiştir.[21] O, bu sözüyle, dinin aşkın yönüne dikkatimizi çekmiş, akılla idrak edilemeyen meselelerde sünnete ittiba etmenin önemini hatırlatmıştır.

Peygamberler (a.s) masumdur. Allah Teâlâ onları koruması altına almıştır. Onlara bereket ve rahmetini indirmiştir. Müminlerin de peygamberlere dua etmeleri ve bağlılıklarını bildirmelerini “Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin ve tam bir içtenlikle selam verin.”[22] âyeti ile emretmiştir. Bu ayet-i kerimedeki emri yerine getirmeyi dini bir vazife kabul eden âlimler, peygamberlerin adı anıldığında “aleyhisselam” (Allah’ın selamı onun üzerine olsun) diye dua etmek gerektiğini; Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in adı anıldığında da “sallallâhu aleyhi ve sellem” (Allah O’na salat ve selam etsin) denilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’in adı ilk anıldığında salat u selam getirmek vacip; tekrar ettiğinde salat u selam getirmek ise müstehaptır. Ayrıca Peygamberimiz’in adını her andığımızda “Efendimiz”, “Resûl-u Ekrem” “Resûl-u Zişan” gibi övgü ve bağlılığık bildiren ifadelerle anılması da O’na saygı ve hürmetimizin ifadesidir.

Sahâbe ve Tabiûn

Sahâbenin tanımı

Peygamber Efendimiz’in arkadaşlarına sahabi denilmektedir. Sahabî, Arapça’da arkadaş anlamındadır. Çoğulu sahâbe ve ashâb’dır. Allah Resûlü’ne arkadaş olan, mümin olarak O’nun sohbetinde bulunup dininden dönmeden mümin olarak vefat eden kişilere sahabi denilmiştir.

Sahâbenin fazileti

Sahabîlerin fazileti konusunda Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet-i kerime vardır. Sahâbe-i kiram hakkında “Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu.”[23] buyrulmuştur. Cenab-ı Hakk’ın sahabiler hakkında “Allah onlardan razı oldu (radiyallahu anhum) buyurması sebebiyle onlardan birinin adı anıldığında (radiyallahu anh) demek güzel bir âdet olmuştur.

Allah Teâlâ, ashâbın ihlaslı, özü-sözü doğru ve kurtuluşa ermiş insanlar olduğunu bildirmiş;[24] “Siz insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” buyurarak onlara en büyük iltifatı yapmıştır.[25] Aynı hususu Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “En hayırlı çağ benim asrımda yaşayanlar, sonra onları takip edenler sonra da onları takip edenlerdir” hadislerinde ifade etmiştir.[26]

Kur’an ve Sünnet’in, ayırım yapmadan ashab-ı kiramı tadil etmesi, onların adalet ve hakkaniyetlerine şahitlik etmesi sebebiyle bütün sahabiler âdil kabul edilmiştir. Âdil ifadesi şahitliğine güvenilir, yalan söylemez, hıyanet etmez, dindar, emin ve güvenilir kişi demektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bütün sahabilerin udûl, yani adaletli olduklarında icmâ etmişlerdir. Bu sebeple sahabilerden her hangi biri hakkında kötü konuşmak, hakaret etmek en büyük günahlardan birisi kabul edilmiştir. Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) “Ashabıma kötü söz söylemeyin; sizden birisi Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa onlardan birisinin bir ölçek buğdayının sevabına erişemez” buyurmuşlardır.[27]

Ashâb-ı kiram, kendi aralarında fazilet sırasına göre farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mekkeli sahabilere muhacir, Medinelilere ensâr denilmiştir. Bedir savaşına katılanlar ve Rıdvân bey’atına katılanlar gibi önemli olaylarda bulunmalarına göre aralarında fazilet açısından sıralamalar yapılmıştır. Peygamber Efendimiz’in ehl-i beyti (ev halkı), çocukları, hanımları ve yakın akrabalarının ayrı bir yeri ve değeri vardır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kızı Hz. Fatıma’nın cennet kadınlarının efendisi olduğunu haber vermiş; bir hadislerinde “Fatıma benden bir parçadır; kim onu incitirse beni incitmiş olur” buyurmuştur.[28] Hanımı Hz. Aişe’ye Cibrîl’in selam söylediğini haber vermiş ve bir hadislerinde “Aişe hakkında bana eziyet etmeyin” buyurmuşlardır.[29]

Ashab-ı kiramın en faziletlileri halifelik sırasına göre dört halifedir. Onları da içine alan en meşhur sıralamalardan birisi ise “aşere-i mübeşşere” diye anılan cennetle müjdelenen on sahabîdir. Bunlar, Hz. Ebu Bekr (ö. l3/634), Hz. Ömer (ö. 23/644), Hz. Osman (ö. 35/655), Hz. Ali (ö. 40/660), Hz. Abdurrahman b. Avf (ö. 32/652), Hz. Ebu Ubeyde ibnu’l-Cerrâh (ö. 18/639), Hz.Talha b. Ubeydillah (ö. 36/656), Hz. Zübeyr ibnu’l-Avvâm (ö. 36/656), Hz. Sa’îd b. Zeyd b. Amr (ö. 51/671) ve Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas (ö. 55/675) radıyallahu anhum’dur.

Sahâbenin hadis rivayetindeki yeri

Allah Resûlü’nün sohbeti ile şereflenen sahabilerin sayısı hakkında 40 bin ile 114 bin arasında değişen farklı rakamlar verilmiştir. Sahabîlerin sayısı hakkındaki bu tahminler, veda haccına katılanlar, tebük seferine katılanlar ve kabilelerin muhtemel sayıları dikkate alınarak yapılmıştır. Bugün sahabi biyografilerine tahsis edilmiş kitaplarda 10.000 civarında sahabinin adı ve kimliği bilinmektedir.

Hadis rivayet eden sahabilerin sayısının 4.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bugün elimizde 2.715 sahabinin rivayet ettiği hadisler bulunmaktadır. Bu sahabilerin birçoğu genelde kendileri ile ilgili bir ya da iki hadis rivayet etmiş sahabilerdir. Hadis rivayeti ile meşhur olmuş sahabiler, ilim ve dikkatleri ile temayüz etmiş, az sayıdaki sahabidir. 1000’den fazla hadis rivayet eden sahabilerin sayısı bir sayıma göre 7 kişidir. Bu sahabilere “muksirûn” (çok rivayet edenler), binden az rivayet edenlere de “mukıllûn” (az rivayet edenler) denilmektedir. Muksirun sahabiler, en çoktan en aza doğru Ebû Hureyre (ö. 58/677), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Enes b. Malik (ö. 93/711), Hz. Aişe (ö. 58/677), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687), Cabir b. Abdullah (ö. 74/693) ve Ebu Said el-Hudrî’dir (ö. 64/683) (radıyallahu anhum). Hadis ilminin kurucusu kabul edilen Ebû Hureyre Efendimiz’in hadisleri bir sayıma göre tekrarlarla birlikte 3.851 tekrarsız 1.579 hadistir.[30]

Çok hadis rivayet eden sahabilerin vefat tarihine bakıldığında hepsinin de Allah Resûlü’nden sonra uzun süre yaşamış genç sahabiler oldukları görülmektedir. Hadis ilmi rivayete dayalı olduğundan dolayı bir kişinin bildiği değil ancak rivayet ettiği hadislerden haberdar olabiliriz. Genç sahabiler uzun yaşadıkları ve ilimlerini aktaracak zaman ve talebe bulduklarından dolayı çok sayıda hadis rivayet etmişlerdir. En çok hadis rivayet eden Ebû Hureyre Efendimiz’in yaklaşık 850 civarında talebesi olduğu kaydedilmektedir. Ayrıca genç sahabiler, yaşlı sahabilerden dinledikleri hadisleri naklederken çoğu kez onların isimlerini anmamışlardır. Bu duruma sahabi mürseli denilmektedir. Sahabî mürseli makbuldür. Zira bütün sahabiler âdil’dir.

Muhadram

Peygamber Efendimiz hayatta iken Müslüman olduğu halde O’nu görme şerefine eremeyen kişilere “muhadram” (çoğulu “muhadramûn”) denilmiştir. Üveys el-Karnî muhadramdır. Muhadram kelimesi, hayatının yarısını Cahiliye döneminde yarısını da Müslüman olarak yaşamış uzun ömürlü kişiler için de kullanılmıştır. Mesela Kadı Şüreyh ve Ebû Reca el-Utâridî (ö. 107/725) gibi kişiler meşhur muhadramlardandır.

Tabiûn

Ashab-ı kiramın peşinden gelen ve onlara uyan kişilere ise tabiî (çoğulu tabiûn) denilmiştir. Tabiî, sahâbeden birisi ile görüşen ve onun sohbetinde bulunan kişidir. Cenab-ı Hakk, “İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!”[31] buyurarak, güzel bir şekilde sahabilere uyanlardan (tabi olan) da razı olduğunu bildirmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabından sonra en hayırlı neslin ashabını izleyen nesil olduğunu bildirmiştir.

Tabiûn nesli İslam ilim tarihi açısından son derece önemlidir. En büyük ilim adamları bu nesilde yaşamış, islami ilimlerin esasları onlar tarafından belirlenmiştir. Özellikle Medineli yedi fakîh “Fukâha-ı seb’a” diye adlandırılan şu yedi tabiûn âliminin hadis ilminde önemli bir yeri vardır: Sa’îd b. el-Müseyyib (ö. 105/723), Kâsım b. Muhammed (ö. 105/723), Urve b. Zübeyr (ö. 94/713), Hârice b. Zeyd b. Sâbit (ö. 100/718), Ebû Seleme b. Abdurrahman b. Avf (ö. 104/722), Ubeydullah b. Utbe b. Mes’ud (ö. 98/717) ve Süleymân b. Yesâr (ö. 104/722). Sahabîlerin yakın akrabaları olan ve uzun süre onların yanında kalarak yetişmiş bu tabiûn âlimleri, aralarında istişare ederek meseleleri çözmeleri ile tanınmışlardır. Kur’an ve Sünnet’i hem rivayet açısından hem de dirayet açısından iyi bilen tabiûn dönemi âlimleri İslami ilimleri sağlam esaslara dayandırarak tesis etmişlerdir.

Hadislerin Tespiti

Allah Resûlü’nün (s.a) hadis öğrenmeye teşviki

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabını hadis öğrenmeye ve başkalarına öğretmeye teşvik etmiştir. Tebliğ ettiği hakikatlerin başkalarına ulaştırılmasını bizzat Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâya) emir buyurmuştur. Veda haccındaki hutbesini bitirince “Dinleyen burada olmayana ulaştırsın. Umulur ki dinleyen, sözlerimi kendisinden daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olabilir” buyurarak, sözlerinin diğer insanlara tebliğ edilmesini emretmiştir.[32]

Peygamber Efendimiz’in Mescid’i, aynı zamanda ilim öğrenilen bir medreseydi. Kadın-erkek, küçük-büyük bütün sahabiler ilim tahsili için mescide gelirlerdi. Sabah namazından sonra sahabiler, halka halka otururlar ve Kur’an-ı Kerim okurlar, miras hukukunu ve sünen’i öğrenirlerdi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Benim bu mescidime hayrı öğrenmek ve başkalarına öğretmek için gelen kişi Allah yolunda mücahede eden kişi mevkiindedir” buyurarak, ashabını Mescid’e gelmeye teşvik etmiştir.[33] Mescid-i Nebeviye gelme imkânı olmayan sahabiler Mescid’e gelenlerden o gün Allah Resûlü’nün ne söylediğini öğrenirlerdi. Hz. Ömer, Medine’nin kenar mahallelerinden birisinde otururken, komşusu ile nöbetleşe Mescid’e giderlerdi. Mescid’e giden geri geldiğinde o gün olup biteni ve Allah Resûlü’nün buyruklarını diğerine haber verirdi.[34]

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadınlara vaaz ve nasihatte bulunur, onları ilim öğrenmeye teşvik ederdi. Hatta Allah Resûlü’nün sözlerini dinleyebilmek için kadın sahabiler kendilerine ayrı bir gün tahsis edilmesi için ricada bulunmuşlar ve kendilerine bir gün tahsis edilmişti.[35] Ensar kadınlarının dinlerini öğrenmek için gösterdikleri gayreti Hazreti Aişe validemiz, “Ensar kadınları ne hayırlı kadınlardır. Hayaları onları dinlerini öğrenmekten alıkoymadı” sözleriyle övmüştür.[36]

Sahabîler, anlamadıkları hadisleri Allah Resûlü’ne yeniden soruyorlardı. Böylece unutma ya da yanlış anlama ihtimali ortadan kaldırılmış oluyordu. Dinledikleri hadisleri aralarında tekrar ederek müzakere ediyorlardı. Hatta bazen Allah Resûlü’nden duyduğu bir hadisi unuttuğundan endişe eden sahabiler, aynı hadisi kendisi ile birlikte dinleyen arkadaşına sormak için yüzlerce kilometre uzaktaki beldelere seyahat etmekten çekinmezlerdi.

Hadislerin tespitini kolaylaştıran hususlar

Allah Resûlü’nün öğrettiği bilgiler, ashaba çok orijinal ve yeni geliyordu. Adeta öğrenmeye susamış gibi her duyduklarını ezberliyor ve zihinlerine nakş ediyorlardı. Farklı kültür havzalarının tesirinde kalmadıkları ve cahiliye dönemini zihinlerinden silip attıkları için bütün himmetlerini Kur’an ve Sünnet’i öğrenmeye vermişlerdi. Bu sebeple onlar hadisleri çok kolay öğreniyorlardı.

Sahabîlerin hadisleri tespitini kolaylaştıran unsurlardan birisi de hadislerin söylenmesine sebep olan olayların onların zihinlerinde yaptığı şok tesirdi. Doğrudan kendileriyle ilgili ya da müşahede ettikleri çarpıcı bir olay esnasında söylenmiş bir hadisi unutmaları mümkün değildi. Mesela bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Übeyy b. Ka’b’ı çağırmış ve “Sana Beyine suresini okumamı Allah bana emretti” demiştir. Übeyy b. Ka’b, “Allah sana benim adımı da andı mı?” diye sorunca Allah Resûlü, “Evet” cevabını vermiş; bunun üzerine Übeyy, “Demek, Alemlerin Rabbi katında anıldım” diyerek, ağlamıştır.[37] Hz. Übeyy b. Ka’b’ın bu olayı ve kendisine söylenen sözleri unutması mümkün değildir. Bir ya da iki hadis rivayet eden sahabilerin rivayet ettikleri hadisler, çoğunlukla onların üzerinde şok tesiri yapan olaylarla ya da kendilerini doğrudan ilgilendiren olaylarla ya da kendilerine söylenmiş sözlerle ilgilidir.

Hadislerin yazıyla tespiti

Araplar arasında yazı yaygın değildi. Bu sebeple hafıza çok güçlü ve itibarlıydı. Ezberlenmeyen bilgiye kıymet verilmiyor, uzun hutbe ve şiirleri bir dinleyişte ezberlemek sıradan kabul ediliyordu. Ezberlemenin önemi İslâm ile birlikte azalmamış, ancak yavaş da olsa yazılı kültüre doğru bir yöneliş başlamıştır. Yazının kullanılmasından kaynaklanan endişeler İslâm’ın getirdiği önlemler ile azalmış, böylece toplumda yazının kullanımı yaygınlaşmıştır. Yalnızca hafızaya itimada dayalı Cahiliye Araplarının ilim zihniyeti, İslâm ile değişmiş, hafıza ile birlikte yazının kullanıldığı yeni bir dönem başlamıştır.

Sahabîlerin birçoğu dinledikleri hadisleri ezberliyordu. Ancak bazı sahabîler, hadis öğrenmeye merakları ve iştiyaklarından dolayı hiçbir şeyi unutmayalım diye, dinledikleri hadisleri yazıyorlardı. Ebû Hureyre (r.a), “Benden daha fazla hadis bilen yoktur; yalnızca Abdullah b. Amr b. el-As, benden daha çok hadis bilir, çünkü o, yazardı ben yazmazdım” demiştir.[38]

Hazreti Peygamber Efendimiz, İslam’ın ilk yıllarında vahiy katiplerinin sayısının az olduğu okuma-yazmanın yaygınlaşmadığı dönemlerde hadislerinin yazılmasına izin vermemiş, ancak daha sonra hadisin yazılması için teşvik etmiştir. Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 65/684), Allah Resûlü’nün hadislerini elindeki levhalara yazıyordu. Allah Resûlü’nün her söylediği sözü yazmasının uygun olmadığını, zira Allah Resûlü’nün bazen kızdığı zaman söylediği sözlerinin de olabileceğini ileri süren bazı sahabiler Abdullah b. Amr’ı uyarmışlar, o da yazmaktan vazgeçmişti. Bunu gören Peygamber Efendimiz, Abdullah’a niçin yazmadığını sormuş, o da kendisine yapılan uyarıyı söyleyince Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ağızlarını işaret ederek, “Yaz, canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz” buyurmuştur.[39]

Peygamber Efendimiz, İslam’ın ilk yıllarında vahiy katiplerinin az olduğu yıllarda Kur’an ile birlikte hiçbir şey yazılmamasını emretmiştir. Ancak vahiy katiplerinin sayısı çoğalıp, sahabilerin kendi yazdıkları Kur’an nüshalarına başka sözleri karıştırma ihtimali ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına ashabını teşvik etmiştir. Hatta bazı hususları bizzat kendisi yazdırmıştır. Görevlendirdiği vali ve memurlara zekat ve vergi miktarlarını yazılı vesikalar halinde vermiş; devlet başkanlarına mektuplar yazdırmış; Mekke fethindeki hutbesinin yazılmasını isteyen Yemenli Ebû Şah adlı sahabi için kendi sözlerinin yazılmasını emretmiştir.

Sahabîlerin, Allah Resûlü’nün hadislerini yazarak kaydetmelerine “kitabet”, yazdıkları mecmualara ise “sahife” denilmektedir. Mesela Abdullah b. Amr b. el-Âs’ın yazdığı sahife “Sadıka” adıyla meşhur olmuştur. Abdullah, kendisine sorulan hususlarda terddüt ettiğinde yazılı notlarına bakarak cevap verirdi. Bir gün hadis rivayeti esnasında kendisine “Önce Konstantiniyye (İstanbul) mi yoksa Rumiye mi fethedilecektir?” diye sorulmuştu.  Abdullah, bir sandık getirdi, içinden bir defter çıkardı ve “Allah Resûlü’nün etrafında toplanmış söylediklerini yazıyorduk, bu soru soruldu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hirakl’in şehri, yani Konstantiniyye önce fethedilecektir” buyurdu” demiştir.[40] Daha sonraki yıllarda bu sahife, torunlarından Amr b. Şu’ayb tarafından rivayet edilmiştir. Bu sahife’nin orijinali bugün elimizde olmamakla birlikte önemli bir kısmı Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer almıştır.[41]

Ashab-ı kiramdan Cabir b. Abdullah, Semure b. Cundeb, Sa’d b. Ubâde ve Abdullah b. Ömer (r. anhum) gibi birçok sahabinin yazdıkları sahifeler sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bu eserlerin orijinal halleri günümüze gelmemiş, ancak geniş hacimli hadis eserleri içindeki yerlerini almışlardır.

Ebû Hureyre’nin (r.a) da “es-Sahîfetu’s-Sahîha” adlı bir sahifesi vardı. Öğrendiği hadisleri unutmamak için daha sonraları ya kendisi bizzat yazmış ya da talebelerine yazdırmıştı. Ebu Hureyre’nin talebesi Hemmâm b. Münebbih’e yazdırdığı sahife ise bugün elimizde mevcut en eski hadis mecmuasıdır. Ebû Hureyre’nin bu sahifesinde 138 hadis vardır. Sahîfetu Hemmâm b. Münebbih adıyla neşredilmiştir.

Sahabîlerin rivayette dikkati

Hadis ilminin kurucuları sahâbe-i kiram’dır. Onlar Kur’an’ı ezberleyip, yazıp korudukları gibi hadisleri de korumuşlardır. Ashab-ı kiram, hadisleri öğrenmeye, müzakere etmeye ve başkalarına nakletmeye hayatlarını adamışlardır. Hatta bazı sahabiler, eğitim maksadıyla sürekli Mescid’de kalırdı. Ashab-ı suffa denilen bu sahabiler, ilim tahsili dışında başka bir işle meşgul olmazlardı. Mesela Ebû Hureyre Hazretleri, Allah Resûlü’nün yanından bir an olsun ayrılmaz, ilim tahsili dışında bir işle meşgul olmazdı.[42]

Yeni Müslüman olan sahabiler, dinlerini öğrenmek maksadıyla bir müddet Allah Resûlü’nün yanında kalırlardı. Mâlik b. el-Hüveyris (r.a) adlı sahabi, kendisi gibi genç arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye gelmiş ve yirmi gün Allah Resûlü’nün yanında kalarak ilim tahsil etmişlerdi. Onların ailelerini özlediğini anlayan Efendimiz, “Ailelerinizin yanına dönünüz, onların yanında kalınız ve (öğrendiklerinizi) öğretiniz” buyurarak, Mâlik b. el-Hüveyris ve arkadaşlarını memleketlerine göndermiştir.[43]

Sahabîler, hata yaparız, endişesiyle tereddüt ettikleri birçok hadisi talebelerine nakletmemişlerdir. Hatta bazı büyük sahabiler, Peygamber Efendimiz’in yanından hiç ayrılmadığı halde yanılırım endişesiyle çok az hadis rivayet etmiş ya da hiç hadis rivayet etmemiştir. Bazı sahabiler ise Allah Resûlü’nün söylediği kelimelerde değişiklik yaparım endişesiyle hadisi rivayet ettikten sonra “ev kemâ kâl” (veya O’nun buyurduğu gibi) demeyi âdet haline getirmişlerdir. Hadisi tam hatırlayamayanlar اَوْ نَحْوَ هَذَا (veya bunun benzeri) gibi bir ifadeyle tam hatırlamadıklarını belirtmişlerdir.

Sahabîler, kendilerinden hadis yazan talebelerinin yazdıkları yazıları bile kontrol etmiştir. Sa’îd b. Ebî Bürde, Ebû Musa el-Eş’arî’den (r.a) bir hadis dinlemiş, hemen kalkıp hadisi yazıya geçirmiş; işi biraz uzun sürünce Ebû Mûsa, ne yaptığını merak etmiş. Sa’îd, dinlediği hadisi yazdığını söylemiş. Ebû Mûsa, yazdığı belgeyi getirmesini istemiş; Sa’îd getirmiş ve az önce dinlediği hadisi ona okumuş. Bunun üzerine Ebû Mûsa, “Evet ben, Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle işittim, ancak senin buna bir ilave yapmandan ya da eksik bırakmandan endişe ettim” demiştir.[44]

Hadislerin mâna ile rivayeti

Hadis lafızlarının değiştirilmeden rivayet edilmesi gerekir. Bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sözümü dinleyip iyice öğrenen ve öğrendiği gibi başkalarına ulaştıran kişinin Allah yüzünü ağartsın” buyurmuştur.[45] Sözlerinin iyi öğrenilmesi ve anlaşılması için kelimeleri tane tane ve açık bir şekilde telaffuz etmiş, bazen sözlerini iyice öğrenilsin diye üç kez tekrarlamıştır.

Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâya), cevâmi’u’l-kelim, yani bir sözle farklı mânalar ifade edebilme özelliğine sahiptir. O’nun cevâmi’u’l-kelim kabilinden olan sözlerinin değiştirilmeden aktarılması gerekir. Zira her nesil O’nun sözlerinden yeni mânalar çıkaracaktır.

Efendimiz’in sözleri arasında dualar vardır ki, bu duaların O’ndan öğrenildiği gibi aktarılması gerekir. Nitekim Allah Resûlü, ashabına talim buyurduğu dualarında yakın anlamdaki kelimelerin değiştirilmesine dahi izin vermemiştir.

Hadislerin lafzen ezberlenip rivayet edilmesi esas olmakla birlikte dinlenildiği gibi ezberlenmesi bazen mümkün olmayabilir. Bu durumda hadisteki mânanın rivayet edilmesine bazı şartlarda izin verilmiştir. Hadislerin mâna ile rivayeti ashâb-ı kirama ve onların fakîh talebelerine mahsustur. Hadislerin yazıya geçirildiği dönemden itibaren mâna ile hadis rivayeti hoş karşılanmamıştır. Lafzen rivayet edenlerin rivayetleri tercih edilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bir kıssanın her anlatıldığı yerde farklı lafızlarla anlatılması gibi Peygamber Efendimiz de bazen bir hakikati her tekrarladığı mecliste farklı lafızlarla ifade etmiştir. Ayrıca “Kur’an yedi harf üzere nâzil olmuştur”[46] hadisinde bildirildiği gibi Kur’an yedi şekilde edâya müsait bir tarzda indirilmiştir. Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Allah Resûlu, kendisine inen âyetleri bir defasında bir vecihle bir başka zaman farklı bir vecihle okumuştur. Aynı şekilde ashabına öğrettiği tahiyyât gibi bazı duaları farklı zamanlarda bazı lafız farklılıklarıyla öğretmiştir.[47] Bu sebeple hadisteki her lafız farklılığını râvilerin tasarrufu neticesinde ortaya çıkmış bir değişiklik olarak görmemek gerekir. Her sahabi farklı zamanlarda dinlediğinden dolayı rivayet ettiği şekilde dinlemiş olabilir.

Râviler hadisleri mâna ile rivayet ederken, elden geldiğince hadisin lafızlarını korumaya dikkat etmişlerdir. Mâna ile rivayet, genelde aynı anlama gelen ya da yakın anlamlı kelimelerin değiştirilmesi şeklinde uygulanmıştır. Cümle yapıları ve üslup muhafaza edilmiştir.

Peygamberimiz’in (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) sözlerini nakleden bazı sahabiler mâna ile rivayet etmişlerdir. Sözü ilk dinleyenin başkasından dinleyene göre kastedilen mânayı anlama yüzdesi daha yüksektir. Konuşanın ses tonu, mimikleri ve ortam sözün anlaşılmasını doğrudan etkileyen unsurlardır. Ayrıca Allah Resûlü’nün manevi kişiliği sözlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmış, dinleyenler O’nun maksadını anlamışlardır. Kelimeler farklı mâna vecihlerini ifade ettikleri için her sahabi anladığı manaları farklı kelimelerle ifade etmiş olsa da anlatılan hakikati tasvir etmişlerdir. Bu sebeple ashabın rivayet esnasında farklı lafızlar kullanması sözün farklı yönlerini ve vurguları aktardıklarını gösterir. Böylece farklı sahabiler tarafından rivayet edilen hadisin değişik mana buudlarını bilme imkânı elde edilmiş olur.

Allah Resûlü’nün fiillerini bize aktaran sahabiler, aynı olayın farklı yönlerini aktarmışlardır. Bu sebeple bir olayı aktaran bütün rivayetleri bir arada görmeden anlatılan olayı tam olarak kavramak mümkün değildir. Hadis âlimleri, her bir rivayetin farklı bir bakış açısını yansıttığını bildiklerinden dolayı rivayetleri birleştirme cihetine gitmemişler; bunun yerine yorum safhasında rivayetleri hep birlikte değerlendirmeyi tercih etmişlerdir.

Hadislerin Toplanması: Tedvin

Tedvinin anlamı

Hadislerin kitaplar yani “divan”lar içinde toplanması faaliyetine “tedvin” denilir. Tedvin faaliyeti, saadet asrından hemen sonra, yani tespit döneminin akabinde başlamış, tedvine duyulan ihtiyacın artması ile birlikte bilinen bütün hadislerin toplanıp bir araya getirilmesini sağlayacak şekilde artarak devam etmiştir. Sahabîlerin farklı beldelere dağılması ile birlikte tedvin faaliyeti zaruret haline gelmiştir. Bunun neticesinde hicrî 1. yüzyılın sonları hicrî 2. yüzyılın ortaları arasındaki dönemde tedvin faaliyeti devlet ricalinin de desteği ile yoğun ve sistemli bir şekilde yapılmıştır. Bu döneme “tedvin dönemi” denilmiştir.

Tedvinin başlaması

Tedvin faaliyeti Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından hemen sonra başlamıştır. Genç sahabîler, Medine ve civar köyleri adeta ev ev gezerek sünneti derlemiş, hadisleri toplamışlardır. Mesela Abdullah b. Ömer (r.a), Allah Resûlü’nün sünnetini öğrenmek için Medine civarındaki mescidleri gezer, sünnete dair ne bulursa onları toplamaya çalışırdı. Abdullah b. Abbas (r.a), ev ev dolaşır sahabîlere bildikleri hadisleri sorar, öğrendiği hadisleri yanında taşıdığı levhalara yazardı.

Tedvin döneminde ashab-ı kiramın talebelerine aktardığı, bütün hadislerin toplanıp yazılması hedeflenmiştir. Bu maksatla hadis öğrenmek için yolculuklar yapılmış (er-rıhle fî talebi’l-hadîs), elden geldiğince bütün rivayet malzemesi yazılıp kaydedilmiş ve ezberlenmiştir. Sözlü olarak rivayet edilen hadisler ile sahabilerin bizzat yazdığı ya da talebelerine yazdırdığı sahifeler ve hadis cüzleri tedvin döneminde bir araya getirilmiştir.

Tedvin döneminde her bir sahabinin rivayetleri ayrı bir eser gibi toplanmış sahabilerin hepsini tek bir kitapta toplama düşüncesi sonucunda da Müsned türü hadis eserleri ortaya çıkmıştır. Hadis âlimlerinin, daha sonraki dönemlerde sahabi isimlerine göre tertip ederek yazdıkları Müsnedler, hadislerin sahabi râvilerine göre tedvin edilmiş en mükemmel örnekleri olarak kabul edilebilir. Bu çalışmalar, tedvin dönemindeki çalışmaları ihtiva ettiği ve onların düzenlenmesi sonucu ortaya çıktığı için ilk dönem tedvin faaliyetlerindeki yazılı metinlere ihtiyaç bırakmamıştır.

Resmi tedvin

Allah Resûlü’nden sonra devlet başkanlığı vazifesini üstlenen halifeler de sünnetin korunması ve hadislerin bir araya toplanması ile yakından ilgilenmişlerdir. Hatta Hz. Ebu Bekr (r.a), 500 kadar hadis ihtiva eden bir hadis kitabı yazmış lakin bazı endişelerle daha sonra, bu kitabı yakmıştır. Hz. Ömer (r.a), hadisleri yazılı bir metin haline getirme konusunu ashab ile bir ay kadar istişare etmiş ancak daha sonra bu fikrinden vazgeçmiştir.

Halifeler, hadislerin korunup kayıt altına alınması gerektiğini düşünmüşler ancak Kur’an’ın yanında ikinci bir kitap ihdas etmiş olmak gibi bir sorumluluğu yüklenmek istemediklerinden dolayı kitap haline getirme fikrinden vazgeçmişlerdir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sizden önceki ümmetlerin, Allah’ın Kitab’ı yanında başka kitaplardan yazdıkları sebebiyle sapıttıklarını biliyor musunuz?”[48] sözleriyle, ashabını uyarmıştır.

Devlet başkanları, müstakil ikinci bir kutsal kitap yazdırmak düşüncesinden endişe etmişlerse de sünneti kaydetmek ve korumak maksadıyla hadislerin yazılmasının önemine inanmışlar ve bu konuda her zaman âlimleri teşvik etmişlerdir. Mesela Hz. Mu’aviye (r.a) (ö. 60/679), Ebû Hureyre’nin hadislerini bir katibine yazdırmış, daha sonra aynı hadisleri tekrar dinleyerek Ebû Hureyre’nin hafızasını kontrol etmiştir. Halife Ömer b. Abdulaziz’in babası Abdulaziz b.  Mervân (ö. 85/704) Mısır valisi iken, sahabilerin hadislerinin yazılarak kendisine gönderilmesi için talimat vermiştir. Halifeler, hukuki uygulamalarda ihtiyaç duydukları için hadislerin yazıya geçirilmesi ile yakından ilgilenmişlerdir. Hadis dinlemek için hadisçilerin yanına gidemedikleri ve rivayet faaliyetine doğrudan karışamadıkları için hadis kitaplarını toplayarak onlardan istifade etmeye çalışmışlardır.

Sahabîlerin vefatı, âlimlerin sayısının azalması, İslam devletinin sınırlarının genişlemesi ile birlikte ehliyetsiz kişilerin hadis rivayet etmesini denetlemenin zorlaşması, bir takım aykırı fikirli kişi ve grupların ortaya çıkması gibi hususlar hadislerin tedvinine duyulan ihtiyacı artırmıştır. İlme merakı ve sünnete bağlılığı ile bilinen Ömer b. Abdülaziz devlet başkanı olunca (99-101/717-719) valilerine haber göndererek, hadislerin yazılmasını emretmiştir. Allah Resûlü’nün vaktiyle diyetler ve kısas hususunda yazılı bir vesika verdiği Amr b. Hazm’ın torunu Medine valisi Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm’a gönderdiği mektupta “Bak, araştır; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün hadislerini yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından, âlimlerin vefat edip gitmelerinden korkuyorum. Yalnızca Allah Resûlü’nün hadisleri kabul edilsin. İlim herkese öğretilsin; bilmeyenlerin öğrenmesi için âlimler ders halkaları kursun. Çünkü ilim gizli tutulmadıkça mahvolmaz” şeklinde talimat göndermiştir.[49]

Halife’nin teşviki ve ilmî açıdan tedvine duyulan ihtiyaç neticesinde farklı şehirlerdeki âlimler hadis tedvinine daha bir önem vermeye başlamışlardır. Hadisleri tedvin faaliyeti Medine’de başta İbn Şihab ez-Zührî (ö. 124/741) olmak üzere birçok âlim tarafından gerçekleştirilmiştir. Hicrî 1. yüzyılın sonlarına doğru isnadlardaki râvilerin artması, rivayet çeşitlerinin çoğalması gibi sebepler sonucunda usûlüne uygun rivayet ayrı bir önem kazanmıştır. İbn Şihab ez-Zührî’nin yaptığı tedvin faaliyetini akranlarının önüne geçiren en önemli hususlardan birisi de onun hadis rivayetinde usule uygun hareket etmiş olmasıdır. Bu sebeple o, hadisi ilk tedvin eden kişi olarak anılmıştır.

Hadis ilminde tedvinin yeri

İslâm ilim tarihi Kur’an-ı Kerim tedrisi ile başlamış, ilk ilim halkaları ve ilim geleneği böylece ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Medine, Kûfe ve Mekke’de ilk ders halkaları kurulmuş; ilim ekollerinin ilk nüveleri ortaya çıkmıştır. Bu dönemi müteakip Kur’an ve hadisi/sünneti iyi bilen Medineli fakîhler, âyet ve hadislerden dinin temel esaslarını ve fıkhî kurallarını istinbat ederek, dinin doğru anlaşılması ve yaşanmasında topluma önderlik etmişlerdir. Sonra o ana kadar yalnızca şahsî arşivleme gayretleriyle yazılmış hadislerin, daha geniş çaplı arşivleme ve toplama maksadıyla yazılması, yani tedvin ön plana çıkmıştır.

Tedvin dönemi bir çeşit arşivleme safhasıdır. Bu dönemde arşive girmeyen rivayetlere daha sonraki dönemlerdeki hadisçiler, itibar etmemişlerdir. Tedvin döneminde hadisler hem isnad hem de metin olarak kayıt altına alınmıştır. Tedvin döneminden önce sahabilerin ve fakîh tabiûn âlimlerinin mana ile hadis rivayetine izin verilmiş ancak tedvinden sonra mana ile rivayet sınırlandırılmıştır. Hadisler tedvin döneminde sahabi râvileri, lafızları ve rivayet usulleri kayıt altına alınarak korunmuştur.

Hicrî ikinci yüzyılın başlarından itibaren yoğun bir çalışma ile İslâm beldelerinin hemen hepsinde hadisler toplanmış, yazıya aktarılmış ve âlimlerin kütüphanelerinde korumaya alınmıştır. Daha sonra ilk hadis kitapları telif edilmiş, farklı beldelerdeki hadislerin bir araya getirilmesi ile birlikte hadisleri toplayan muhaddislerin bildikleri hadislerin sayısı artmış, isnadların hem râvi sayısı hem de çeşidinin çoğalması isnadlarla ilgili meselelerin daha ciddiyetle gündeme gelmesine sebep olmuştur. Bu dönemde hadislerin isnadları ile ilgili meselelerin değerlendirilmesine daha fazla önem veren muhaddisler kuşağı ortaya çıkmıştır. Neticede hayatını hadis rivayetlerini ve isnadları incelemeye adamış büyük münekkidler çağı başlamış; hadis ilmi hem rivayet hem de dirayet açısından zirveye çıkmıştır.

İlim Merkezleri

Sahabîler tarafından rivayet edilen bütün hadisleri öğrenme isteği, hadisleri kayıt altına almaya yoğun ilgi uyandırmıştır. Hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış âlimler, özellikle kendi şehirlerinde yaşayan seleflerinin naklettiği hadisleri toplamış ve yazıya geçirmişlerdir. Tedvin, yani bilgiyi yazıyla kaydetme ve kitap haline getirme faaliyeti özellikle halifelerin teşvikiyle daha bir hız kazanarak hicrî birinci yüzyılın ilim merkezleri olan Medine, Mekke, Basra ve Kufe gibi beldelerdeki hadis âlimleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak burada unutulmaması gereken ilk müdevvinlerin hepsi hadisleri yazarak toplamamışlardır. Bazıları hiç yazmadan ezberleyerek, bazıları da yazdıklarını ezberleyerek hadisleri toplamışlardır. Mekke’de Abdullah b. Abbas’ın talebeleri ve Amr b. Dînâr (ö. 126/744), Basra’da Katâde b. Diâme (ö. 117/735) ve Yahyâ b. Ebî Kesîr (ö. 132/749), Kûfe’de Ebû İshâk es-Sebi’î (ö. 117/735) ve Süleymân b. Mihrân el-A’meş (ö. 148/765), özellikle kendi beldelerindeki hadisleri tedvin konusunda öncü olmuşlardır.

Hadisleri tedvin faaliyeti kısa zamanda bütün İslam coğrafyasını sarmış. Saadet asrından itibaren yapılan ilim yolculukları bu dönemde daha bir hız kazanmış ve hadis ilminin önemli bir esası olmuştur. Muhaddisler, sahabilerin yaşadıkları beldeleri gezerek onların talebelerinden hadisleri kaydetmişlerdir. Böylece hadis tedvin faaliyeti tek bir sahabinin hadislerini kaydetme ile başlayıp bir beldedeki hadisleri kaydetme ve ulaşılabilen bütün beldelerdeki hadisleri kaydetme şeklinde kademeli bir şekilde genişlemiştir.

İlim yolculukları

Hadisleri ilk kaynaktan öğrenme, bildiği hadislerin ilk râvilerine ulaşarak teyit etme, bir hocadan dinlediği hadisi, başka hocaların rivayetleri ile karşılaştırarak kontrol etmek gibi maksatlarla âlimler, hadis öğrenmek için uzun yolculuklar yapmışlardır. Kufeli meşhur muhaddis Şa’bî, hikmetli bir tek sözü öğrenebilmek maksadıyla Suriye’nin bir ucundan Yemen’in öbür ucuna kadar gitmeye değer olduğunu belirtmiş ve ilmini, diyar diyar dolaşarak ve erken kalkıp zamanını boşa geçirmeden sabırla çalışarak elde ettiğini söylemiştir.[50]

Bu dönemde yalnızca bir hadis dinlemek maksadıyla talebeler çevre vilayetlerden Medine’ye geliyorlardı. Medine ve Mekke hac mevsimleri farklı bölgelerden gelen muhaddislerin buluşma mekanları oluyordu. Mesela Basralı Ebû Kılâbe (ö. 104/722), Medine’de kalmasını gerektirecek başka bir işi olmadığı halde şehre geleceğini haber aldığı bir hocadan tek bir hadisi dinlemek için üç gün Medine’de beklemiştir[51]. Böylece çok kısa bir zaman içinde ilim/hadis, tüccarlar, ilim seyyahları ve hacılar vasıtasıyla İslâm coğrafyasının her yanına yayılmış, isnad bölgeleri birbirine bağlayan güçlü bir bağ olmuştur.

Hadis talebelerinin hadis öğrenmek maksadıyla uzun yolculuklara çıkmaları sonucunda hicrî ikinci ve üçüncü yüzyıllarda İslâm dünyasındaki en hareketli ilmi faaliyet, hadis seyahatleri olmuştur. Hadis için yapılan yolculuklar neticesinde önemli oranda talebe şehirler arasında dolaşmıştır. Böylece beldeler arasında bilgi aktarımı sağlanmıştır. Farklı beldelerdeki rivayetler karşılaştırılarak, rivayet hataları daha kolay tespit edilmiştir. Birbirini tamamlayan rivayetler, hadislerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur.

Hadis Kitaplarının Tasnif

Tasnifin anlamı

Saadet asrından itibaren yazılmaya başlanan hadisler önce tedvin edilmiştir. Tedvin faaliyeti bir sahabinin ya da çok sayıdaki sahabinin naklettiği hadislerin yazılarak toplanmasıdır. Yazılı hadis malzemesinin belirli konular çerçevesınde sınıflandırılması ise tasnif faaliyeti olarak isimlendirilir. Bilindiği gibi ilk dönemden itibaren hadis toplamaya, öğrenmeye önem veren âlimler olduğu gibi hadislerdeki fıkhi hükümlerı tesbite daha fazla yoğunlaşan âlimler de olmuştur. Hadisçilerin çalışmaları sonucunda hadislerin rivayeti ve toplanması, fakîhlerin çalışmaları neticesinde de hadislerin fıkıh bablarına (bölümlerinde) göre sınıflandırılması gerçekleşmiştir.

Tasnifin başlaması

Hicri birinci asrın sonlarına doğru, fıkıh ilminin önem kazanmaya başlaması ve müstakil bir ilim dalı olarak ortaya çıkmasıyla birlikte fıkıhla ilgili hadislerin kitaplarda toplanması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda H. 120-130’lu yıllardan itibaren ilk musannef (konularına göre tasnif edilmiş) eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Önceleri her konu ayrı ayrı eserler halinde tasnif edilmiş, daha sonra çok sayıdaki konuyu bir araya getiren eserler telif edilmeye başlanmıştır.

Hicaz bölgesinde Abdülmelik b. Cureyc (ö. 150/767),  Irak’ta Said b. Ebi Arube (ö. 156/773) ve Yemen’de Mamer b. Raşid’in (ö. 152/769) ilk hadis eseri tasnif eden âlimlerdir. Mamer b. Raşid’in el-Cami’ adlı eseri bugün elimizde mevcuttur. Günümüze ulaşmış en eski hadis kitaplarından biri olan bu eser, kendi döneminin hadis yazım usulünü göstermesi açısından da önemlidir.

Muhaddisler, tasnif edilen ilk hadis eserlerini muhafaza etmişler, rivayetlerin kontrol ve denetiminde bu yazılı nüshalardan yararlanmışlardır. Ebû Hâtim er-Razî (ö. 277/890), Sa'îd b. Ebî Arûbe’den (ö. 156/773) nakledilen bir rivayeti “Sahih olsaydı İbn Ebî Arûbe’nin eserlerinde bulunurdu” diye reddetmiştir.[52] Ebû Hâtim’in bu sözünden İbn Ebî Arûbe’nin eserlerine sahip olduğu anlaşılmaktadır.

İlk dönemden itibaren muhaddislerin tasnif ettiği eserler ya da hadis yazdıkları defterleri muhafaza edilerek hadislerin tam bir arşivi tutulmuştur. Bu arşiv muhaddise, her şeyden önce hangi hadisin kime ait olduğu bilgisini vermektedir. Uzun hadis metinlerinin hatasız rivayet edilmesini temin etmekte, sözlü anlatımın zaman içinde hadis metinlerini değiştirmesi tehlikesini önlemektedir.

Musannefler

Hadislerin fıkıh konularına göre tertib edildiği ilk hadis eserleri aynı zamanda fıkıh kitabı olarak değerlendirilebilir. Mesela İmam Mâlik’in (ö. 179/795) eseri Muvattâ’ Medineli hadis âlimlerinin ittifakla kabul ettiği fıkhi hadisleri ihtiva etmektedir. Bir fıkıh kitabı tertibinde yazılmıştır. İmam Mâlik eserini 40 yılda telif etmiş Medineli 70 fakîhe arz etmiştir. Onların tasvibini aldığından dolayı eserine Muvattâ denilmiştir. Muvattâ, aslında bir tür adıdır. Bir belde âlimlerinin ittifakla kabul ettiği hadisleri ihtiva eden kitap anlamındadır. Bu eserde merfu hadislerin yanında Medine’de yaşamış sahâbe ve tabiûn âlimlerinin söz ve uygulamaları da bulunmaktadır. Aynı zamanda Maliki mezhebinin esasını oluşturan bir fıkıh kitabıdır. Muvattâ’da 822 merfu hadis, 613 mevkuf ve 285 maktu hadis olmak üzere toplam 1720 rivayet vardır.

Mamer b. Raşid’in talebesi olan Yemen’li Abdürrezzak b. Hemmam’ın (ö. 211/827) telif ettiği el-Musannef adlı eserde toplam 21.033 adet rivayet bulunmaktadır. el-Musannef’te sadece hadisler değil çok sayıda sahâbe ve tabiin âlimlerinin sözleri de bulunmaktadır.

Sünenler

Fıkıh konularına göre bir araya getirilen hadisler ile ilgili çalışmalar zamanla hem hacim hem de muhteva olarak gelişerek hadis literatürünün en önemli kaynakları olan Sünen’ler ortaya çıkmıştır. Sünenlerde yalnızca merfu hadislere yer verilmiştir. Sünenler, fıkıh kitapları tertibinde kaleme alınmıştır. Sünenler, fıkhın hadis kaynaklarını gösterme ve hadislerden hüküm çıkarma gibi maksatlarla kaleme alınmışlardır. Sünen’lerde taharet bahislerinden başlayarak ibadet, muamelat, hadler ve feraiz konularındaki ahkam hadisleri bir araya getirilmiştir.

İlk sünen kitaplarından birisi Said b. Mansur’un (ö. 227/841) Sünen’idir. Semerkandlı hadis âlimi Abdullah b. Abdurrahman ed-Darimî’nin (ö. 255/868) Sünen adlı eseri temel hadis kaynaklarından birisidir. Darimî’nin eseri, sünenlerle musannef eserler arasında bir muhtevaya sahiptir. Bu eserde sadece merfu hadisler değil sahâbe sözleri de vardır. Darimî hadis ilmindeki güvenilirliği sebebiyle bazı âlimlerce kütüb-ü sitte’nin (altı kitap) altıncı kitabı olarak kabul edilmiştir. Sünen’de 1.403 konu başlığı altında 3.500 hadis yer almaktadır. Eserin mukaddimesi (giriş bölümü) ile son bölümü olan Fedâılu’l-Kur’an (Kur’an’ın faziletleri) son derece önemlidir.

İbn Mace Muhammed b. Yezid el-Kazvinî’nin (ö. 273/886) Sünen adlı eserinde 37 ana bölüm, 1.515 konu başlığı ve toplam 4.341 hadis vardır. Bu hadislerin 1.339 kütüb-ü sitte’nin diğer beş kitabında bulunmadığından dolayı bu eser zamanla önem kazanmıştır. Ayrıca tertibinin güzelliği hicri altıncı asır başlarından itibaren bu eserin diğer beş kitapla birlikte kütüb-i sitte’nin altıncı kitabı kabul edilmesine sebep olmuştur.

Şüphesiz sünen eserlerinin en önemlilerinden birisi Ebu Dâvud es-Sicistanî’nin (ö. 275/888) Sünen’idir. Ebu Dâvud’un 500.000 hadis içinden seçerek 20 yılda tamamladığı eserinde 40 ana bölüm içinde 5.274 hadis bulunmaktadır. Ebu Dâvud, fıkıh âlimlerinin delil olarak yararlandıkları hadisleri bir araya getirmeyi hedeflemiştir. Bu sebeple sahih hadis bulunmayan konularda delil olarak yararlanılan zayıf hadislere de yer vermiştir. Hadisler hakkında bazen kısa değerlendirmeler yapmış, isnad ve metinler hakkında bilgiler vermiştir.

Ahmed b. Şuayb en-Nesâî (ö. 303/915) önce Sünenü’l-kübrâ adlı bir eser yazmış sonra bu eseri özetleyerek el-Muctebâ adlı eserini meydana getirmiştir. Her iki eser de bugün elimizde mevcut olmakla birlikte meşhur olan el-Mucteba adlı eseridir. Nesâî’nin Sünen’i denilince bu eser anlaşılır. Bu eserde 51 ana bölüm vardır. 2.400 civarındaki konu başlığı altında 5.761 hadis bulunmaktadır. Hadis rivayetindeki titizliği, dikkati ve rivayetler arasındaki küçük farkları bile kaydetmede gösterdiği özen sebebiyle sahih hadisleri ihtiva eden en önemli hadis kitaplarından birisi kabul edilmiştir.

Müsnedler

Hadis tedvin faaliyeti tek tek sahabilerin naklettiği hadislerin toplanması ile başlamıştır. Daha sonra birçok sahabinin rivayetlerinin kendilerine ait bölümlerde bir araya getirilmesi ile müsned türü eserler ortaya çıkmıştır. Müsnedler hadislerin toplanması ve kolay ezberlenmesi maksadıyla tertib edilmişlerdir. Bugün elimizde mevcut olan en eski müsned Basralı hadisçi Ebu Dâvud et-Tayalisî’nin (ö. 204/819) Müsned’idir. Bu eserde 281 sahabi tarafından rivayet edilmiş 2.767 hadis bulunmaktadır. Sahabîler dört halife, Bedir savaşına katılanlar, muhacirler, ensar, kadın sahabiler, genç sahabiler şeklinde altı ana grup olarak sıralanmışlardır.

Müsnedlerin en meşhuru Ahmed b. Hanbel’in Müsned’idir. 876 sahabinin 27.634 hadisi bu eserde bir araya getirilmiştir. Sahabîler fazilet sıralarına ve yaşadıkları beldelere göre sıralanmışlardır. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine daha sonra oğlu Abdullah ve Abdullah’ın talebesi Ebu Bekir el-Kati’i ilavelerde bulunmuşlardır. Onların yaptıkları ilaveler isnadın başındaki ifadelerden anlaşılmaktadır. Ahmed b. Hanbel âlimlerin delil olarak kabul ettiği hadisleri eserinde bir araya getirmiştir. Ahmed b. Hanbel, o güne kadar yazılmış birçok hadis sahifesi ve cüz’ünü eserine almıştır. Kendinden önce yazılmış hadis kitaplarını ihtiva etmesi ve farklı beldelere yerleşmiş birçok sahabinin hadislerini toplaması cihetiyle hadis eserlerinin en önemlilerinden biri kabul edilmiştir.

Ahmed b. Hanbel, hadis rivayetinde kendisinden önceki hadis âlimlerine bağlılık konusunda son derece titiz davranmıştır. Hadisçiler arasında bir hadisin rivayetleri arasındaki kelime ve harf farklılıklarını bile kaydetmiştir. Hatta rivayetin hocadan nasıl alındığını gösteren ifadeler arasındaki farkları bile kaydetmiş, isnadlardaki değişiklikleri göstermiştir. Ahmed b. Hanbel, Müsned’ine âdil ve zabıt hadisçilerin rivayet ettiği sahih hadisleri almıştır. Bunun yanında, bu eserde zabtı zayıf râvilerin naklettiği hasen hadisler ile haklarında bilgi olmayan ancak yalan söylemekle itham edilmemiş mestur râvilerin ma’ruf rivayetleri de bulunmaktadır. Hadis rivayetinde yalanın az olduğu, râvilerin hata ve kusurlarının yaygın olmadığı ilk dönemlerde her hadis râvisi hakkında tafsilatlı değerlendirmeler yapılmamış; yalnızca tenkit edilenler hakkında bilgi verilmiştir. İşte bu dönemde yaşamış ve az sayıda hadis rivayet ettiğinden dolayı hakkında fazla bilgi bulunmayan râvilerin rivayetlerine hadisçiler itibar etmişlerdir. Ancak Ahmed b. Hanbel bu tür râvilerin rivayetlerini alırken de ihtiyatlı davranmış, onların sika ve meşhur râvilerin rivayetlerine ters düşmeyen hadislerini kitabına almıştır.

Müsned türünün en hacimli çalışması Endülüs âlimlerinden Baki b. Mahled’in (ö. 276/889) Müsned’idir. Baki b. Mahled’in bu eseri elimizde olmamakla birlikte kitabın mevcut olduğu dönemlerde kitap hakkında bilgi veren âlimlerin tesbitlerine göre bu eserde 1.060 sahabiden rivayet edilmiş yaklaşık 31.064 hadis mevcuttur.

Kütüb-i sitte

Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce’nin Sünen’leri daha sonraki âlimler tarafından sünen-i erbaa (dört Sünen) olarak adlandırılmıştır. Bu dört kitaba İmam Buhârî ve Müslim’in Sahîh’leri de eklenerek kütüb-i sitte (altı kitap) adıyla meşhur olmuştur. Bazıları İbn Mâce’nin Sünen’i yerine Darimî’nin Sünen’ini koymuşlardır.

Kütüb-i sitte’de toplam 34.458 hadis vardır. Kütüb-i sitte eserlerini toplama maksadıyla yapılan çalışmalarda tekrar eden rivayetler çıkarıldığında 10.000 civarında hadis kalmaktadır.

Bazı âlimler İmam Mâlik’in eserinin Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinden sonra en sahih hadis kitabı olduğunu söylemişler ve Muvattâ’ı derleme çalışmalarında altı kitapla birlikte cem etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i hadis eserlerinin aslı olması ve içindeki hadislerin kıymeti açısından son derece önemli bir kaynak eserdir. En değerli hadis kitapları olan bu dokuz kitap, kütüb-i tis’a (dokuz kitap) adıyla meşhur olmuştur.

Rivayetin anlamı

Hadis-i şerifler özel bir aktarım usulü ile kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Hadislerin hocadan öğrenilerek talebelere öğretilmesi işi rivayettir. Rivayet, dilde su taşımak, bir adama su götürmek, kuyudan su çekmek ve hayvanı su içmeye götürmek anlamındaki “r-v-y” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Hadis ilminde rivayetin terim anlamı ise bildiği bir haberi ya da bilgiyi kime ait olduğunu belirterek başkalarına nakletmektir. Bir haberi rivayet eden kişi, sanki susamış birisine kaynağından su sunmuş gibi olmaktadır. Allah Resûlü, ilk kaynaktır; kaynaktaki suyun kaplara dökülerek metin haline gelmesi hadis; bu metinlerin kuşaktan kuşağa, elden ele intikali, rivayet; bütün bu faaliyeti ifade eden aktarım usûlü de isnaddır. Hadis rivayetinin isnadla yapılması ise hadis rivayetini sıradan rivayetlerden ayıran en önemli hususiyetidir. Rivayet, bilgiyi nakletme fiili, isnad ise bilginin nakledilmesinde kullanılan metottur. İşte hadis ilmindeki bu isnad metodu hadis ilmini diğer bütün ilimlerden ayıran en önemli unsurdur.

İsnadın anlamı

Sened kelimesi Arapça’da dayanılacak sağlam yer anlamındadır. Sened kelimesi ile aynı anlamda da kullanılan isnad masdarı ise bir şeyi sağlam bir yere dayandırmak anlamındadır. Hadisin güvenilirliğinin garantisi sened olduğundan hadisçiler, rivayet silsilesini adlandırmak için “itimat edilir” anlamındaki “sened” ya da “isnâd” tabirini kullanmışlardır. Sened râvilerin isimleri, isnad ise “Haddesenâ Fulân an fulân” gibi hususi lafızlarla hadis metnini söyleyenine nispet etme ve ilk kaynağına ulaştırma anlamındadır. Ancak sened ile isnad eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır. Ayrıca senede tarîk/yol da denilmiştir ki bu takdirde, hadise ulaştıran yol anlamındadır.

İsnadın önemi

Sözü doğrudan dinleyen ilk hocadan başlayarak silsile halinde bütün hocaların adlarını anarak, bir sözü ilk söyleyenine ulaştırma usûlü, Müslümanlara mahsus bir metottur. Ünlü tarihçi ve hadisçi Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071), isnadın İslâm ümmetine mahsus olduğunu Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde, güvenilmeyen râviler tarafından kutsal kitaplarına karıştırılan bilgileri ayrıştıracak isnad benzeri bir sistem bulunmadığını, söyler. Zira, isnad silsilesinde bulunun bütün râviler kendi dönemlerinde tanınan, doğruluklarıyla bilinen ve emin kişilerdir. İsnadlar, birçok vecihten dikkatlice araştırılır, râvilerin en güvenilir olanları belirlenir, hocalarıyla aralarındaki bağ en sıkı olanlar tespit edilir. Hadisin bulunabilen bütün tarîkleri yazılır ve karşılaştırılır, hatalı olanlar temizlenir, metnin kelimeleri tam olarak tespit edilir ve adeta harfleri bile sayılıp kayıt altına alınır, işte bu niteliklere sahip olan isnad, Allah Teâlâ’nın bu ümmete en büyük nimetlerinden birisidir.[53]

İsnad, sahih sünnete ulaştıran en güvenilir vasıtadır. Şayet isnad olmazsa geçmişle sahih bir bağ kurulamaz. İsnaddan yararlanmadan hadis nakletmek çatıya merdivensiz çıkmaya benzetilmiştir. İsnad, İslâm dininin tahrif edilmeden kesintisiz bir şekilde intikalinin garantisi olarak görülmüştür. Dinin korunmasını sağladığı için ünlü hadis âlimi Abdullah b. el-Mübârek (ö. 181/797) “İsnad, dindendir. Şayet isnad olmasaydı, isteyen istediği sözü söylerdi (uydururdu)” demiştir.[54]

İsnad doğru ile yanlışı ayıran, bir ölçüdür. İsnadı olmayan bilgiye güvenilmez. Hasımları mağlup etmede en etkili delil isnaddır. Bu sebeple Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778) “İsnad mü’minin silahıdır. Yanında silahı olmayan bir mü’min ne ile savaşacaktır?” diye sorarak, isnadın yalnızca farklı görüşlerdeki Müslümanları değil inanmayanları ikna etmede de önemli bir usûl olduğunu vurgulamıştır.[55]

Geçmişte, farklı görüşlere mensup kişilere ve dine inanmayanlara karşı isnadlı hadis aktarım metodundan yararlanan hadis bilginleri, isnadlı hadisleri değiştirip tahrif edemediklerinden dolayı bu tür kişilerin hadislerin isnadlı nakledilmesinden hoşlanmadıklarını söylemişlerdir. Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014) bu konuda “İsnad olmasaydı ve şu muhaddisler topluluğunun isnad araştırmaları ve onu korumak için gösterdikleri çaba olmasaydı, İslâm’ın meşalesi/kandili sönerdi” demiştir.[56]

Hadis ilmi, dolayısıyla isnad, İslâm dininin tahrif edilmeden kesintisiz bir şekilde intikalinin garantisi olarak görülmüştür. İsnadın zikredilmesi inanan insanların kalplerine de güven duygusu verir. İsnadda adı geçen hadis âlimlerinin rivayet edilen hadisin sıhhatine imza attıkları ve hadisin sıhhati hususunda icma ettikleri anlaşılmış olur. Zira her âlim, isnadın kendi zamanına kadar geçen kısmı hakkında araştırma yapmış ve bunun neticesinde hadisi sıhhatine kanaat getirdiğinden dolayı hadisi talebelerine rivayet etmiş olmaktadır. Bu sebeple isnadında büyük hadis âlimlerinin bulunduğu isnadlar âli isnad olarak kabul edilmiştir.

İsnadın çeşitleri

Âli (yüksek) isnad, benzerlerine göre güvenilir olmak kaydıyla râvi sayısı daha az olan isnada denilir. Âli isnad araştırmak hadis yolculuklarının en önemli sebeplerinden birisidir. Böylece daha az sayıda râvi ile ilk kaynağa ulaşılmaktadır. Günümüzde tarih araştırmalarında son derece önemli olan bilgiyi ilk kaynaktan alma esası hadisçiler tarafından âli isnad araştırmalarında uygulanmıştır. Âli isnadın karşılığı nâzil (düşük) isnaddır. Hadisçiler “âli isnad aramayı din olarak” telakki etmişlerdir. Ölüm döşeğindeyken Yahyâ b. Ma’în’e canının çektiği bir şey var mı, diye son arzusu sorulmuş, “Boş bir ev, kısa bir isnad (بَيْتٌ خَالٍ وَاِسْنَادٌ عَالٍ)” diye cevap vermiştir[57]. Ömür boyu hadis yazmak ve âli isnadlara ulaşabilmek, hadisleri ilk kaynaklarından tahkik etmek için yolculuklar yapan, bütün hayatını ve servetini bu uğurda tüketen Yahyâ b. Ma’în’in son arzusu da yaşadığı hayata uygun olmuş; muhtemelen yazdığı hadis nüshalarını rahatça koyabileceği ve ilmi faaliyetlerini sakin bir şekilde yapabileceği boş bir ev ile en kısa yoldan kendisini Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) kavuşturan âli bir isnad zinciri istemiştir.

İsnadlar arasında sahihlik açısından derecelendirmeler yapılmıştır. En sahih isnad anlamında “esahhu’l-esânid” tabiri kullanılmıştır. Hadis âlimleri en sahih isnadın hangisi olduğu hususunda ittifak edememişlerdir. Her sahabinin ya da her şehrin en sahih isnadının ne olduğu belirlenmiştir. En sahih isnad anlamında “silsiletü’z-zeheb” (altın silsile) terimi de hadis âlimlerince kullanılmıştır. Mesela İmam Buhârî, “Mâlik b. Enes> Nâfi> İbn Ömer (r.a)” isnadını hem kısalığı hem de güvenirliği açısından isnadların en sahihi kabul etmiştir. Ebû Hureyre’nin (r.a) en sahih isnadı “Zührî> Sa’îd b. el-Müseyyib> Ebû Hureyre (r.a)”; ehl-i beytin en sahih isnadı ise “Ali b. Hüseyn b. Ali> babası Hüseyn> dedesi Ali (r.a)” şeklinde belirtilmiştir.

İsnadlarına göre hadis çeşitleri

Hadislerin sıhhatini belirleyen en önemli unsur isnaddır. İsnadı zahiren sıhhat şartlarını taşıyan hadislerin metinleri ayrıca incelemeye tabi tutulmuştur. İsnadında hata bulduğunda muhaddis çoğu zaman metindeki kusura ayrıca dikkat çekme ihtiyacı hissetmemiştir.

İsnadına göre hadisler farklı şekillerde sınıflandırılır. Hoca-talebe birbirini görmüş ve birbirinden hadis almış râvilerden oluşan isnada muttasıl isnad, böyle bir isnada sahip hadise de muttasıl hadis denilmiştir. Muttasıl isnadın karşıtı munkatı isnaddır. İsnadında inkita/kopukluk yani râvi düşmesi olan rivayetlere munkatı denildiği gibi râvinin düştüğü yere göre de munkatı hadisler farklı isimlerle anılmışlardır. Sahabî râvisinin düştüğü isnadlara sahip hadislere mürsel hadis denilmiştir.

İsnadında peşi peşine iki râvinin düştüğü hadislere ise mu’dal hadis denilmiştir.

Hadisi nakleden kitabın müellifinin hocasının atlandığı ya da yine müellif tarafından bir kaç hocanın düştüğü isnadlara mu’allak denilmiştir.

Hadisler rivayet lafızlarının kullanımına göre de farklı isimler almıştır. Senedinde “an fulan” (Falan kişiden) ifadesi bulunan hadislere mu’an’an hadis denilmiştir.

Senedinde “enne fulan kâle” (Falan kişi şöyle söylemiştir) ifadesi bulunan hadislere de müenen hadis denilmiştir.

Cerh ve Ta’dil İlmi

Râvide aranan nitelikler

İlim adamlarında ve sanatkarlarda ehliyet ve liyakat arandığı gibi râvilerde aranan en önemli ve öncelikli şartlar da ehliyet ve liyakattir. Ehliyet hukukî açıdan râvinin rivayete ehil olması durumunu ifade eder ki, şahitte aranan hukukî ehliyet şartlarına mukayese edilerek belirlenmiştir. Rivayet gibi ilmi bir faaliyet için adeta hukukî prosedürün uygulanarak, râvilik vasfının şahitlikle karşılaştırılması ilim tarihinde örneği az görülür bir uygulamadır. Hadisçiler hukuki ehliyeti, “adâlet” terimi ile ifade etmişlerdir. Sözlükte doğruluk ve dürüstlük anlamına gelen bu kelime, rivayet ve şehadet ehliyetini ifade eder. Bu ehliyete sahip olanlara da sözü ve hükmü makbul anlamında “adl” veya “âdil” denir. Şahitlik yaptığında şahitliği kabul edilen kişiler ancak hadis râvisi olabilir. Şahitlerde ve râvilerde aranan adâlet vasfının içinde,

1) Müslüman olmak,

2) bülüğ çağında olmak,

3) akıl sahibi olmak

4) fasık olmamak ve

5) mürüvvet yani sosyal ahlaka uygun davranmak gibi nitelikler bulunur.

Râvi dinin esası olan haberleri naklettiği için öncelikle samimi olarak dine inanan bir kişi olmalıdır. Adalet vasfını anlatırken muhaddisler, bu hususun üzerinde durmuşlar, şahit ve râvinin dinine bağlı, farzları yerine getiren, büyük günahlardan sakınan, dini inaçlarında sapkın görüşlerden uzak duran bir kişi olması gerektiğini belirtmişlerdir. Tabiîn âlimlerinden İbrahim en-Nehaî, şahitlerde ve râvilerde aranan adalet vasfını “Âdil, Müslümanlar arasında hakkında töhmet bulunmayan kişidir” şeklinde tanımlayarak, adâletin hem dini yönüne hem de sosyal yönüne dikkatleri çekmiştir. Ayrıca o, “Bir râviden hadis almaya gidince önce onun yaşayışını, ahlâkını ve namaz kılışını tetkik ederdik sonra ilim alırdık” diyerek, bu hususu nasıl uyguladıklarını ifade etmiştir.[58]

Muhaddisler, hadisi ehil olmayana öğretmenin hadisi zayi etmek anlamına geldiğini söyleyerek, liyakatsiz kişilere hadis öğretmeyi uygun bulmamışlardır. Hadis râvisi toplum içinde ahlâkı ve kişiliği ile saygı ve hürmet duyulan birisi olmalıdır. Bu sebeple hadis hocaları, sefih, ahlâkî zaafı olan kişilere hadis rivayet etmeyi hoş karşılamamışlar, ehil olmayan kişilerin ilim meclislerinde bulunmasından hoşlanmamışlardır. Mesela mısırlı büyük hadis âlimi Ahmed b. Sâlih (ö. 248/862), iki müslümanın “hayırlı ve âdil bir kişidir” diye şahitlik etmediği talebelere hadis rivayet etmemiştir.[59] Müslümanların hoş görmediği olaylara karışanlara da râvi olarak itibar edilmemiştir. Hz. Hüseyin’i (r.a), Kerbela’da şehit eden orduda bulunan askerler, daha sonraki dönemlerde tövbe edip hadis rivayet etmek istediklerinde, rivayetlerine değer verilmemiş, râvi olmalarına müsaade edilmemiştir.[60]

İlmî Liyakat

Râvinin dine bağlılığı ve ahlâki açıdan itimat telkin etmesi yeterli değildir, bunun yanında akıllı, ilmi yeterliliğe sahip bir kişi olmalıdır. Râviler, ilmi açıdan yeterli zeka ve hafıza kuvvetine sahip olmalıdırlar. Hadisçiler arasında yapılan müzakerelerde râvilerin ilmi yeterlilikleri ortaya çıktığı gibi talebelerin soru ve sınamaları ile de hadis hocasının zihni melekelerinin yeterli olup olmadığı anlaşılır. Râvide aranan en önemli ilmi nitelik, dinlediği hadisi değiştirmeden dinlediği gibi aktaracak hafızaya, eğer yazarak öğreniyorsa kaydetme kabiliyetine sahip olmasıdır. Mesela Hz. Ali’nin kardeşi Akîl’in torunu Abdullah b. Muhammed, anne tarafından da Hz. Ali’nin torunudur; Ehl-i beyt’in önde gelen şahsiyetlerindendir. Onun hakkında İbn Hibbân, “Abdullah, Müslümanların efendilerinden, Ehl-i beyt’in fakîh ve kurrâlarındandır. Ancak hafızası kötüdür, zannına dayanarak rivayet eder ve hatalı rivayetler nakleder. Bu tür hataları çoğalınca, rivayetlerinden uzak durmak gerekli olmuştur” yorumunu yapmıştır.[61]

Hadisçiler güvenilir de olsa her râviyi araştırmışlardır. Her muhaddisin eleştirildiği konular olmuştur. Bu eleştirileri hadis ilminin zorluğu ile açıklayabileceğimiz gibi teorik bir ilimden ziyade pratik bir ilim olmasıyla da açıklayabiliriz. Bütün ilmi kariyeri boyunca bir râvinin, bütün hocalarıyla olan münasebetlerinde hep aynı seviyede kalması mümkün değildir. Nitekim Yahyâ b. Ma’în, “Hadis rivayet edenin hata yapmasına şaşırmam, hadis rivayet eden kişinin sürekli doğru rivayet etmesine şaşırırım” demiştir. Her hadisçinin ilmi faaliyetleri sıkı bir şekilde izlendiği, rivayetleri araştırıldığı için bir râvinin hatalı rivayetlerinin tespit edilememesi uzak bir ihtimaldir. Hataları fazla olan râviler terk edilmiş, ilmi faaliyetlerini sürdürmeleri hoş karşılanmamıştır. Hatta hadis tahsiline yeni başlayan talebeler, zayıf râviler konusunda özellikle uyarılmıştır.

Rivayetin güvenilir olması için bir râvinin güvenilir olması yeterli değildir. Güvenilir bir râvi bazı hocalarından hadisleri iyi dinleyememiş olabilir.  Mesela Kûfeli muhaddislerden Ya’lâ b. Ubeyd (ö. 209/824), sika bir râvidir. Ünlü hadis âlimlerinden Süfyan es-Sevrî’den yaptığı rivayetlerde zayıf, diğer hocalarından naklettiği rivayetlerde ise sika kabul edilmiştir.[62] Sika bir râvi her rivayetiyle kabul edilmediği gibi bazı zayıf râviler de mutlak olarak reddedilmemiş, bazı hocalardan naklettikleri hadislere itibar edilmiştir.[63]

Bazı muhaddisler, belirli bir hocanın hadislerinde ihtisas kazanmıştır. Diğer hocaların hadislerini iyi bilmemelerine rağmen uzmanı oldukları hocalarda ünlü muhaddislerden bile daha fazla itibar görmüşlerdir. Behz b. Esed, Şu’be b. el-Haccâc’ın hadislerinde uzmanlaşmıştı. Bazı hocalarından yaptığı rivayetler zayıf olduğu halde Şu’be’nin hadisleri için ünlü muhaddisler bile talebelerini ona gönderiyorlardı.

Ünlü bir muhaddise talebelik yapmak, hafız sayılacak kadar hadis ezberlemiş olmak, bir râvinin sika kabul edilmesi için yeterli değildir. Süleyman b. Dâvud eş-Şâzekûnî (ö. 234/848) Hammâd b. Zeyd, Bişr b. el-Mufaddal ve Yezîd b. Züray’ gibi ünlü muhaddislere talebelik yapmış şöhretli bir hadisçidir, ancak kendisinden hadis alınmamıştır. Süleyman, hadisleri yazarak dinlemiş, daha sonra yazdığı nüshaların kaybolması üzerine hafızasından rivayet edince hatalar yapmıştır. Bu sebeple de terk edilmiş, hadisleri muteber hadis kitaplarına intikal etmemiştir.[64]

Râvi olmak isteyenlerde aranan temel şartlar hadis nakledenin güvenilirliği ve ahlâkî kişiliğidir. Ancak ilmi ve ahlâki açıdan yeterli olan birçok âlim râvi olamamıştır. Hadis rivayet etmek râvi olmak için yeterli değildir. Râvi olmanın ilk ve temel şartı talebelerin, hocayı rivayete ehil görmeleridir. Hadisin ilk kaynaktan alınması yani âli isnad sahibi olmak râvi olmanın en temel şartlarından birisidir. Zira bir sonraki kuşaktaki talebe de ilk kaynağı araştırmakta ve ulaşabildiği en güvenilir ve en yaşlı râviden hadisi almaya çalışmaktadır. Talebe şayet bir önceki kuşakta hoca konumunda bulunan kişiyi hadis almaya layık görürse onun seçimi ile bu şahıs râvi olmaktadır. Bu sebeple denilebilir ki, râvi, hadis rivayet eden kişi değil; talebelerin hadis nakletmeye değer gördüğü ve münekkitlerin de kendisinden rivayeti onayladığı kişidir.

Rivayet ehliyeti ile ahlâkî ve ilmî liyakat, makbul bir râvi olmanın olmazsa olmaz şartlarıdır. İlk dönem muhaddislerinden Şa'bî "bu ilim (hadis), hem dindar hem akıllı insanlardan alınır"[65] diyerek, râvilerde bulunması gereken nitelikleri iki kelimeyle özetlemiştir. Ancak bu temel şartlar dışında râvi olabilmeyi belirleyen birçok etken vardır. Râvinin öncelikle akranları arasında en iyilerden olması gerekmektedir. Bazen bir muhaddisten binlerce kişi rivayette bulunmaktadır. Bu kişilerin hepsinin râvi olma şansı yoktur. Talebeler içinde bir kısmı temayüz etmekte ve sonraki kuşaklar, onlar vasıtasıyla muhaddisin ilmini tevarüs etmektedirler.

Güvenilir râvilerden rivayet

Güvenilir bir talebenin hocasından hadis rivayet etmesi, “o hocadan hadis alınabilir” kanaatinde olduğunu gösterir. Zira güvenilir râviler, sika ve zayıf ayırımı yapmadan her hocanın hadislerini nakletmezler. Hatta selef âlimleri, güvenilmeyen kişilerden hadis rivayetinin, İslam ümmetini helaka götürmesinden endişe etmişlerdir. Hadis âlimlerinden Abdurrahman b. el-Mehdî (ö. 198/813), “Her dinlediğini rivayet eden iyi hadisçi olamaz; herkesten rivayet eden de iyi hadisçi olamaz. Dinlediğini iyi öğrenen ve rivayette hata yapmayanlar ancak iyi hadisçi olur” demiştir.[66] Hadisçiler, rivayetleri alınmaması gereken râvileri “metruk râviler” (terkedilmiş) olarak adlandırmışlar ve arkadaşlarını “falanın hadislerini yazma” diye bazen mektupla uyarmışlardır.

Hadisçilere göre bir râvinin kim olduğunun bilinmesi yeterli değildir. Ayrıca râvinin hadisçiler arasındaki müzakere meclislerinde ilmiyle tanınması ve bilinmesi gereklidir. Hocanın ilmi açıdan tanınması hocalarının ve talebelerinin bilinmesine bağlıdır. Zira bir hadis hocasının ilminin sıhhatli bir şekilde sonraki kuşaklara aktarılması talebelerinin ilmi kabiliyetlerine bağlıdır. Sika bir hocanın talebeleri zayıf ise onun rivayetlerinin güvenilir bir şekilde nakledilmesi mümkün değildir. Mesela Ebân b. Abdullah er-Rakâşî, Ebû Musa el-Eş’arî’den (r.a) hadis rivayet eden bir tabiîn âlimidir. Bu zatın zayıf bir râvi olan oğlu Yezîd’den başka râvisi olmadığından dolayı rivayetleri kabul edilmemiştir.[67]

Hadisçiler, buldukları bütün rivayetleri toplamış ancak yalnızca güvendikleri hocaların rivayetlerini talebelerine öğretmişlerdir. Rivayet, başlangıçtan itibaren zımnen râvinin ve rivayetin onaylanması anlamına gelmiştir. Zayıf râvilerden nakletme, hatalı ve münker rivayetleri talebelerine öğretme hadisçilerin itibarlarını zedeleyen hususlardır. Hadisçinin itibarı yalnızca bildiği hadis sayısına ya da âli isnad sahibi olmasına bağlı değildi. Hadisçi rivayetlerinde az hata yapma, sika hocalardan nakletme, hocanın güvenilir diğer talebelerine muhalefet etmeme gibi hususiyetleri dikkate alınarak muhaddisler arasında itibar ve değer kazanmıştır. Bu sebeple hocalar, güvenmedikleri, hata yapmaları muhtemel rivayetleri, başka bazı üstün özellikleri olsa da rivayet etmekten çekinmişlerdir.

Râvilerin tenkidi

Râviler, hakkında en sık karşılaşılan tenkit, râvinin ilmi hüviyeti ve kimliği bilinmeyen meçhul birisi olmasıdır. Muhaddislerin bu şekilde eleştirdikleri râvilerden nakledilen hadisler zayıf kabul edilmiştir. Bir kişiden iki ya da daha çok muhaddis rivayet etmişse o kişi bilinen (marûf) bir râvi kabul edilir.

Muhaddisler bir râvide kusur buldukları zaman onu açıklamaktan sakınmamışlar, ancak insanların kusurlarını açıklamak gıybet kabul edildiği için ifadelerinde oldukça hassas davranmışlardır. Râviler hakkında yapılan eleştirileri gıybet olarak değil, bir mahkemede şahitlik yapan kişinin şahitlik ehliyeti hakkında verilen bir hüküm gibi değerlendirmişler; râvinin durumunu açıklamanın bilenlerin üzerinde bir emanet olduğunu belirtmişlerdir. En önemli rical kitaplarından birisinin yazarı olan İmam Buhârî, “Gıybetin haram olduğunun farkına vardığım yaştan beri kimseyi gıybet etmedim” demiştir.

Rivayet esasta ilmi bir faaliyet olduğundan dolayı başka faziletlerinin zikredilmesi râvi hakkında ta’dil anlamı taşımaz. Muhakkak ilmi yönü hakkındaki değerlendirmeler tetkik edilmelidir. Bu sebeple gerekli olmadıkça râvinin kişiliği ile ilgili değerlendirmelere girilmemiş ilmi tenkit ile karalama ve yargılamayı birbirine karıştırmamaya dikkat etmişlerdir. İmam Buhârî gibi dikkatli münekkitler eleştirilerinde, “yalancıdır” gibi sert ifadeleri kullanmak yerine “terk edilmiştir (metrûk)” gibi râvinin şahsını karalayan değil ilmi durumunu tasvir eden ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir.

Hadis âlimleri, bir râvinin güvenilir olduğunu bildiren (ta’dîl) sözleri, sebebi açıklanmasa da yeterli görmüşler ancak tenkidin açık olması gerektiğini söylemişlerdir. “Cerh (tenkit) müfesser (açıklanmış) olmalıdır” şeklinde ifade edilen bu ilkeye göre râvinin niçin tenkit edildiğinin açıklanması gerekir. Böylece râvinin tenkit edilme sebebinin geçerli olup olmadığı denetlenebilir. Ayrıca gerçekten iddia edilen kusurun râvide bulunup bulunmadığı farklı kaynaklardan kontrol edilebilecektir.

Delile dayanmayan yanlı ve tek taraflı tenkitler bazen tenkitleri yapan kişiler hakkında eleştiri konusu olmuş; bu tür kişilerin tenkitlerine itibar edilmemiştir. Subjektif tenkitler en fazla akran ilim adamları arasında görüldüğü için, ilmi seviyeleri birbirine yakın, muasır âlimler arasındaki eleştirilere itibar edilmemiştir. Zira bu eleştirilerin kıskançlık ve grupçuluk gibi subjektif sebeplere dayanma ihtimali vardır.[68]

Râvilerin kontrolü

Rivayetleri kabul edilen râviler, değişmez ve sürekli bir râvilik vasfı kazanmış değildirler. Râviler hafızaları, dikkatleri ve ilmi dürüstlüklerini sınamak maksadıyla sık sık imtihan edilmişlerdir. İmtihanlar bazen açık bazen de talebenin hocaya hissettirmeden kontrol etmesi şeklinde olmuştur. Böylece râviler sürekli denetim altında tutulmuştur. Hafızaları, hastalıkları, yaşlılıkları, dikkatleri, rivayet ettiği hadisleri ezberleyip ezberlemediği gibi hususlar bazen açık imtihanlarla bazen de hissettirmeden yapılan kontrollerle takip edilmiştir.

Hadisçiler sınamadıkları hiç kimseye güvenmemişlerdir. İtimat etmemeyi esas alarak önce denemiş sonra itimat etmişlerdir. Bazı râviler, çok rivayet etme isteğine kapılıp bilir bilmez kendisinin olmayan hadisleri de kimi zaman benimdir, diyerek kabullenmişlerdir. Râvinin bu tür temayülleri var mı, yok mu? diye yine hissettirmeden râvi yoklanarak, zaafları tespit edilmeye çalışılmıştır. Hadisçiler râvilerin son durumlarını kontrol etmek için bu tür uygulamaları sıklıkla yapmak zorunda kalmışlardır. Bazı şehirlerde âlimler kendi şehirlerine yeni gelen bir hadisçinin durumunu anlamak için hadislerin isnadlarını tamamen kaldırarak ya da değiştirerek sınamayı bir âdet haline getirmişlerdir.[69]

Hadisçiler, başkalarının sözlerini olduğu gibi kabul etmek yerine kendileri araştırmayı (tahkik) esas almışlardır. Bu sebeple tek bir râvi hakkında bazen birbirinden farklı çok sayıda tenkit ve değerlendirme bulmak mümkündür. Bu tahkik etme yöntemi kimin güvenilir kimin güvenilmez olduğunu anlamalarını temin etmiştir. Şa’bî’ye ilmini nasıl elde ettiği sorulunca, “İtimat etmeyi hayatımdan çıkardım, çok seyahat ettim, taşlar gibi sabırlı oldum ve kargalar gibi erken kalktım” cevabını vermiştir.[70]

Ricâl kitapları

Saadet asrından itibaren ricâl (kişiler) değerlendirmeleri yapılmıştır. Hadis rivayetinin başlamasıyla birlikte hadislerin râvileriyle ilgili değerlendirmeler de yapılmaya başlamıştır. Râvilerin tek tek tetkik edilmesi ise Şu’be b. el-Haccâc (ö. 160/776) ile birlikte başlamıştır. Râvilerle ilgili değerlendirmeleri ihtiva eden ilk eserlere râvilerin ölüm doğum tarihleri hakkında bilgiler verildiğinden dolayı “tarih” ya da râvileri tabaka tabaka ele aldığı için “tabakât” adı verilmiştir. Tabakât, tabaka kelimesinin çoğuludur. Tabaka, aynı yaştaki kişileri ifade için kullanılır. Hadis ilminde daha çok aynı hocalardan ders okumuş, hadis dinlemiş kişileri ifade eder.

Tarihçi İbn Sa’d (ö. 230/844), et-Tabakâtu'l-kübra adlı eserinde çok sayıda hadis râvisi hakkında bilgi vermiştir. İbn Sa’d, önce Allah Resûlü’nün (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) siyerini anlatmış daha sonra 5 tabakaya ayırarak sahabi biyografileri hakkında geniş bilgiler vermiştir. Daha sonraki tabakaları ise beldelerine Basralılar, Şamlılar ve Mısırlılar şeklinde ayırarak tanıtmıştır. Râviler hakkında bazen cerh ve ta’dil değerlendirmeleri de yapmıştır.

Hadis ilmi açısından en önemli rical kitabını İmam Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr adıyla kaleme almıştır. Bu eserde 10.522 kişi hakkında bilgi vardır. Eserde ilk olarak Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) anlatılmakta ve sırayla adı Muhammed olanlar tanıtılmaktadır. Daha sonra alfabetik olarak isimler sıralanmaktadır. Alfabetik sistemin ilk uygulandığı eserdir. Bazen tanıtılan râvilerin rivayetlerinden örnek verilmektedir. Nakledilen bilgiler, isnadlı olarak zikredilmektedir. Râviler hakkında kısa ancak hadis ilmi açısından önemli bilgiler verilmektedir. Bu eser, rical çalışmalarının sistemleşmesi yolundaki en önemli çalışmalardan birisidir.

Meşhur hadis âlimi Ebû Hâtim er-Râzî’nin oğlu Abdurrahman b. Muhammed b. Ebû Hâtim (ö. 327/938), el-Cerh ve't-ta'dîl adlı eserinde Buhârî’nin et-Târîhu'l-kebîr adlı eserini ikmal etmiştir. Buhârî, râviler hakkında cerh ve ta’dil bilgilerine fazla yer vermemiştir. İbn Ebî Hâtim, râvi biyografilerine bu bilgileri eklemiş ayrıca yeni râviler eklemiştir. Bu eserde 20.000’e yakın râvi biyografisi (terceme) bulunmaktadır. Kitap Ahmed ismini taşıyan râvilerle başlamış daha sonra alfabetik olarak devam etmiştir. Râvinin önce tam adı verilmiş, nereli olduğu ve nasıl tanındığı zikredilmiş, daha sonra en meşhur hoca ve talebelerinin isimleri sıralanmış, bazen bir rivayeti örnek olarak nakledilmiş, varsa eserleri zikredilmiş, cerh ve tadil açısından değerlendirmeler yapılmıştır. İbn Ebî Hâtim’in biyografi yazım usulü daha sonraki yazarlar tarafından geliştirilerek takip edilmiştir.

Kütüb-i sitte’nin önem kazanması ile birlikte kütüb-i sitte ricalini tanıtan eserler kaleme alınmıştır. Bu eserlerden en önemlisi İbn Hacer el-Askalanî’nin Tehzîbu’t-Tehzîb adlı eseridir. Bu eserde kütüb-i sitte’de rivayeti bulunan 12.415 râvinin hal tercemesi bulunmaktadır. İbn Hacer’in telif ettiği Lisânu’l-Mîzân adlı çalışmada ise zayıf ve tenkit edilmiş râviler tanıtılmıştır. Bu iki eserden yararlanarak hadis kitaplarında adı geçen sika ya da zayıf hadis râvileri hakkındaki bilgilere ulaşmak mümkündür.

Hadis Öğretim Usulü

Rivayet lafızları

Hadisleri öğrenme “ahz ve tahammül” (alma ve yüklenme), öğretme ise “edâ” şeklinde isimlendirilmiştir. Râvilerin güvenilir olması kadar, hadisin geçerli bir öğrenme yoluyla öğrenilmiş ve talebelere öğretilmiş olması gerekmektedir. Aksi takdirde râvileri sika olduğu halde râviler arasında sağlam bir aktarım yolu bulunmadığından dolayı isnadın ittisali zedelenmiş olur. Hadisin hocadan talebeye nasıl nakledildiği isnadda rivayet lafızları ile gösterilir.

İlk dönemlerde isnad silsilesi kısa olduğu için rivayet lafızlarını zikretme ve farklı rivayet yolları için farklı lafızlar kullanma usûlü yerleşmemişti. Bu sebeple ilk dönem rivayetlerinde genelde “an” (ondan) rivayet lafzı kullanılmıştır. İbn Şihâb ez-Zührî, muteber hadis öğrenme yollarına ve bu yolları ifade eden lafızların belirtilmesine önem vermiştir. Onunla birlikte hadislerin rivayeti esnasında kullanılan lafızlar düzenlenmiştir. Zührî’yi takip eden dönemde muhaddisler, hadislerin isnadı ile birlikte hadisin nasıl öğrenildiğini gösteren, râviler zincirini birbirine bağlayan rivayet lafızlarının zikredilmesini gerekli görmüşler; bu lafızları ihtiva etmeyen hadislerin kıymeti bulunmadığını belirtmişlerdir. Şu’be b. el-Haccâc (ö. 160/776), “Senedinde ‘ahberanâ’ ve ‘haddesenâ’ tabirleri bulunmayan rivayetler, abur cuburdur” demiştir.[71]

Rivayet lafızlarının kullanımında dildeki kullanılış esas alınmıştır. Bir sözü doğrudan dinleyenler, dinlediklerini ifade eden lafızlarla, doğrudan dinlemeyenler ise dolaylı aldıklarını ifade eden lafızlarla hadisleri nakletmişlerdir. İbn Sîrîn, İbn Abbâs’tan doğrudan hadis almadığı için ondan yaptığı rivayetlerde “Bana haber verildi” şeklinde, doğrudan dinlemediğini ifade eden rivayet lafızları kullanarak nakilde bulunmuştur. Ancak bazı lafızlar vardır ki dilde çift anlamlı kullanılabilmektedir. Mesela “an” (ondan) lafzı, dilde hem bir sözü dinlediği birinden nakletmek hem de doğrudan dinlemediği bir sözü sahibine nispet etmek anlamındadır. Bu sebeple tedlis ve irsal yapan râvilerin “an” ile yaptığı rivayetlere itibar edilmemiş; bu tür rivayetler muttasıl kabul edilmemiştir.

Hadisin doğrudan hocadan alınması durumunda “haddesenâ” (bize söyledi), “ahberanâ” (bize haber verdi), “enbeenâ” (bize bildirdi) ve “semi’tu” (işittim) lafızları kullanılır. Kıraat metodunda ise “haddesenâ”, “ahberanâ” ve “enbeenâ” lafızları kullanılır. Ancak bazı muhaddisler, kıraatta “ahberanâ”yı semâda ise “haddesenâ”yı kullanmayı tercih etmişlerdir. “Haddesenâ” senedlerde “senâ” veya “nâ” şeklinde “ahberanâ” ise “enâ” şeklinde kısaltılarak kullanılmıştır. Müteahhirun âlimleri icazette “enbeenâ” lafzını kullanmayı tercih etmişlerdir. Rivayet lafızları hocadan dinleyen talebelerin sayısı birden fazla olduğunda çoğul, talebe tek olduğunda ise “haddesenî” (bana söyledi) şeklinde tekil kullanılır. Rivayet lafzına bakarak, talebenin hadisi nasıl aldığına dair önemli hususlar öğrenilmiş olur.

Talebenin hem doğrudan aldığı hadislerin hem de doğrudan almadığı hadislerin aktarımında “kâle” (söyledi), “zekere” (zikretti) ve “an” (falandan) lafızları kullanılır. Hadisin doğrudan alınmadığını ifade için ise yukarıda geçen lafızların meçhul sıgaları kullanılır.

Münavele ve icazet gibi diğer hadis öğrenme yolları ile nakledilen hadislerde ise “haddesenâ münâveleten” ya da “ahberanâ icâzeten” gibi ifadelerle hadis öğrenme yolu açıkça belirtilir.

Güvenilir hadis öğrenme yolları

Hadisçilerin güvenilir gördüğü hadis tahammül yolları hocayı görüp bizzat ondan hadisi öğrenme esasına dayanmaktadır. Hocayı görmeye muhaddisler o kadar önem vermişlerdir ki bazı hadis bilginleri, hocanın yüzünü görmeden, sesini duyarak alınan hadise itibar edilmeyeceğini bile öne sürmüşlerdir. Bu konuda tercih edilen görüşe göre, hocanın perde arkasından yüzünü göstermeden yaptığı rivayet, sesini tanıyan ve hocanın orada olduğuna şahitlik eden güvenilir bir kimsenin bulunması durumunda kabul edilir.

Muhaddisler, hadis dinlemeyi şahitliğe benzettiklerinden dolayı râvinin karşılaşmadığı (likâ) ve bizzat duymadığı kişilerden yaptığı rivayeti doğru bulmamışlardır. Bu maksatla uzun ilim yolculuklarına çıkılmış, hadisler mümkün olan ilk kaynaktan alınmaya gayret edilmiştir.

Mümkün olan en eski kaynağa bizzat ulaşma ve kaynak kişiyi görerek huzurunda hadislerini dinleme ya da ona okuyup rivayetleri için izin alma, muhaddislerin hadis tahammülünde takip ettikleri metottur. Bu metot uzun yolculuklara çıkmayı, evinden, çocuklarından ayrı kalmayı, fakirlik ve yoksullukla mücadele etmeyi gerektiren zor ve sıkıntılı bir öğrenim yoludur. Tabiîn âlimlerinden Ebu’l-Âliye, “Biz Medine’de, Basra’da Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabından rivayet edilen hadisleri dinlerdik, ama bununla yetinmez onların yanlarına gidip aynı hadisleri bizzat kendilerinden de dinlerdik” diyerek, hadisi doğrudan ilk kaynak kişiden dinleme usulünün ashab devrinden itibaren uygulandığını göstermiştir.[72]

Hadisi Hocadan Dinleme: Semâ

Hadisi hocadan dinleme (semâ) ve hocanın huzurunda hadislerin okunmasını dinleme, ya da bizzat hocaya onun hadislerini okuyarak onayını alma (kıraât/arz), doğrudan hocanın huzurunda gerçekleştiği için hadis tahammül yollarının en güvenilirleri kabul edilmişlerdir. Şayet talebe bu yollardan birisi ile hadisi dinlememişse, sonraki kuşaktaki talebeler onun yerine bu yollarla hadisi öğrenen bir başka hocanın hadislerine yöneleceklerdir. Böylece daha az değer verilen öğrenme yollarından biriyle öğrenilmiş hadis, kabul edilmeyecektir. Bu sebeple talebeler, daha önceden farklı yöntemlerle öğrendikleri hadisleri de imkan ve fırsat bulup hocaların meclislerinde bizzat hocadan dinlemeyi gerekli görmüşlerdir.

Bir hadisin mevcut olması ya da talebenin hadisi bilmesi yeterli değildir, onu rivayet edebilme veya râvileri arasına girebilmek için râvinin hadisi bizzat dinlemesi gerekmektedir. Hadis âlimleri hayatta olan bir hadis hocasından onun talebesi vasıtasıyla naklettikleri hadisleri daha sonra hocayla bizzat görüşerek kendisinden de dinlemişlerdir. Muhaddis duyduğu ya da yazılı bir belgede okuyup öğrendiği hadisi ilk râvisinden dinlemek için onun yanına gidiyor, başka şehirde ise bazen yalnızca bir tek hadis için bile seyahate çıkıyordu. Mesela İmâm Şafi’î ezberlemiş olduğu Muvattâ’ın rivayet iznini alabilmek için İmâm Mâlik’in bulunduğu Medine’ye gitmiş ve Muvattâ’ adlı eserini onun huzurunda bizzat dinlemiştir. İmam Şafiî, bu eserden hadis rivayet ederken doğrudan kitaptan değil, “Bana Mâlik haber verdi” diyerek hocadan yani İmam Mâlik’ten hadisleri rivayet edecektir. Rivayet esnasında “haber verdi” ve “söyledi” ifadeleri sözlü aktarımı gösterdiğinden dolayı hadisin sözlü alındığı zannedilmemelidir.

Hadis rivayeti ister yazılı ister sözlü olsun insan merkezlidir. Rivayet asrındaki hadis âlimleri İmam Malik’ten hadis rivayet ettiklerinde onun kitabından değil, doğrudan onun kendisinden rivayet etmişlerdir. İmam Malik’in, Muvattâ adlı kitabını elde edip, kendisini hiç görmeden, hadisleri tek tek ondan dinlemeden nakletmenin hadis rivayeti açısından bir değeri yoktur. Zira kitaba başkalarının birşey karıştırmış olması mümkündür. O dönemde matbaa bulunmadığından dolayı her bir eser tek yazma nüshadır. Nüshayı çoğaltanın yaptığı hatalar ya da kasıtlı değiştirmelerden korunmak için yazarın asıl nüshası ile onun huzurunda karşılaştırmak ve yazarı kaynak göstermek en uygun yoldur.

İmam Buhârî, Sahîh’ine Muvattâ’dan aldığı hadisleri İmam Mâlik’in talebesi Abdullah b. Yusuf yoluyla rivayet etmiştir. “Bize Abdullah b. Yusuf söyledi, dedi ki bize Mâlik, Nâfi’den o da İbn Ömer’den Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İkindi namazını kaçıran ve zayi eden sanki ailesini ve malını yitirmiş kişi gibidir” buyurduğunu, haber verdi.”[73]

Bu rivayetin senedinde adı geçen Abdullah b. Yusuf et-Tinnîsî (ö. 218/833) aslen Dımeşklı (Şam) olup sonraları Mısır’a yerleşmiş İmam Malik’in talebesi olan bir hadis âlimidir. Muvattâ’ı İmam Mâlik’in huzurunda dinlemiştir. İmam Buhârî de Muvattâ’ı Abdullah b. Yusuf’tan dinlemiştir ve onun kanalıyla çok sayıda Muvattâ’ hadisini kitabına almıştır. Abdullah b. Yusuf, Muvattâ’ın en güvenilir râvilerinden biri kabul edilen önemli bir hadisçidir. Rivayetin isnadında yazılı olarak intikal eden eserin adı yerine ilk kaynak olan İmam Mâlik’in adı zikredilmiştir. Çünkü nakledilen kitapta geçen hadislerin İmam Mâlik’e ait olduğunun garantisi aradaki Abdullah b. Yusuf’tur. Abdullah b. Yusuf’un güvenilirliği ve İmam Mâlik’in huzurunda Muvattâ’ı okuduğu bilindiği takdirde elindeki Muvattâ nüshasının güvenilirliği ve ondan yaptığı rivayetlerin sıhhati kesinleşmiş olacaktır. Nitekim Abdullah’ın İmam Mâlik’ten hadis alıp almadığı araştırılmıştır. İmam Mâlik’in genç talebelerinden Mısırlı Yahya b. Abdullah b. Bukeyr (ö. 231/846), bir mecliste “Abdullah, Mâlik’i ne zaman dinlemiş ki?” diyerek, memleketlerine sonradan gelen Abdullah b. Yusuf’un İmam Mâlik’in talebesi olmasına şüpheyle yaklaşmıştır. Onu duyan İbn Abdulhakem, yola çıkıp Abdullah b. Yusuf’un hemşehrisi Dımeşkli muhaddis ve fakîh Ebû Müshir diye tanınan Abdula’lâ b. Müshir’in (ö. 218/833) yanına Dımeşk’a gitmiş ve bu hususu ona sormuştur. Ebu Müshir, “166 yılında Medine’de Malik’ten Muvattâ’ı Abdullah benimle birlikte dinledi” diye cevap vermiştir. İbn Abdulhakem, gelip durumu Yahyâ b. Abdullah b. Bukeyr’e söyleyince Yahyâ, bir daha böyle bir tereddütü dile getirmemiştir. Çünkü Yahya bahsedilen tarihte on iki yaşında birçocuktu ve henüz ilim tahsiline belki yeni başlamıştı.[74]

Yazılı metinlerin yayılması ile birlikte hem yazı hem de hocadan bizzat dinleme birlikte uygulanmıştır. Talebeler, önce hocanın nüshasını kopya ederler, sonra kendi yazdıkları nüshayı hocanın huzurunda okuyup tashih ederlerdi. Böylece asılla karşılaştırılmış nüshalarında hata ihtimalini ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Ubeydullah b. İyâd es-Sedûsî’nin (ö. 169/785) rivayet hakkına sahip olduğu hadisleri ihtiva eden bir sahifesi vardı. Kendisinden hadis dinlemek isteyen kişiye önce bu sahifeyi verir; talebe istediği hadisleri yazar, sonra da hocaya okurdu.[75]

Sema ve arz hem sözlü hem de yazılı nüshalardan okumak suretiyle gerçekleştirilmiştir. Ancak bu iki metotta talebe ile hocanın yüz yüze (er-rivâye ale’l-vech) aynı mekanda bulunması gerektiği için diğer rivayet metotlarından üstün kabul edilmişlerdir.

Sema, hadisi bizzat hocanın ağzından işitmektir. Bu yöntemde hocayla aynı mecliste oturup hoca dinlenilir veya okuduğu hadisler yazılırdı (imlâ). Hoca hadisleri hafızasından söylerken ya da nüshasından okurken tüm dikkatini hadis tedrisine vereceği için bu yöntemin hadis öğrenme usûllerinin en güveniliri kabul edilmiştir. İmla meclisinde hadis yazan bir talebenin dikkatini dağıtacak hiçbir şeyle meşgul olmaması gerekmektedir. Hadis hocanın ağzından tam duyulmalıdır. Hatta hocanın hadislerini tekrar ederek meclistekilerin duymasını temin eden hocanın yakın talebelerinin ağzından çıkanları değil, hocanın ağzından çıkan sözlerin takip edilmesi gerektiğini söyleyen âlimler vardır. Muhaddisler “kalpleriyle ezberleyip kulaklarıyla dinlemedikleri” hadisleri rivayet etmeyi uygun görmemişlerdir. Hoca da hadis rivayet ederken ya da kendisine hadis okunurken dikkatini dağıtmamalıdır. Hadis meclisinde gerekli titizliği göstermeyen muhaddislerden alınan hadislere itibar edilmemiştir.

Hadisi Hocaya Okuma: Arz

Hadis öğrenme yollarının en muteberlerinden bir diğeri ise “hocaya okuma” (kırâat ale’ş-şeyh), bir diğer adıyla “arz” usûlüdür. Kur’an okuyan kişi, hafızlara okuyuşunu arz ettiği gibi, hadis okuyan da hadisleri hocasına okuyup arz etmektedir. Her iki metodun da birbirine benzemesinden dolayı kıraât ilmindeki arz metodu, hadiste de arz diye nitelendirilmiştir. Bir öğretim metodu olarak “arz”, talebenin hocadan öğrendiği bilgileri hocasına okuması ve sunması anlamındadır. Kıraât/okumak ve arz, gerek hadis ilminde gerekse kıraât ilminde, müteradif anlamlı kullanılmıştır. Hadis ilminde “arz”, talebenin, hocasının huzurunda onun rivayet ettiği hadisleri okuması ya da talebenin öğrenip yazdığı hadisleri, onları kendisine rivayet eden hocasının veya başka güvenilir bir râvinin hadisleriyle karşılaştırması anlamlarındadır.

Hadisçiler bazen hadisleri yazılı nüshalardan istinsah etmişler veya ezberlemişlerdir. Ancak yalnızca kitaptan öğrenme, rivayet için yeterli görülmemiş; kitap sahibinden bizzat dinlemek (semâ) ya da yazılı nüshayı hocaya okuyup onayını almak gerekli görülmüştür. Bunun yanında musannifin kendi yazdığı ya da kontrol ettiği bir nüshayı rivayet etmesi için bizzat talebesine vermesi (münâvele) veya kendi tashihinden geçmiş kitabı için rivayet izni verdiğini talebesine doğrudan bildirmesi (icâzet) durumunda rivayet makbul görülmüştür. Bu yöntemler doğrudan hocadan dinleme imkânı bulunmadığında baş vurulan muteber hadis öğrenme yollarıdır. Daha ziyade muahhar dönemlerde rağbet görmüş bu yöntemler de yine doğrudan hocanın onayını alma esasına dayanır.

Sema ve kıraât yöntemleri hadis rivayetinin başlangıcından itibaren yan yana uygulanmışlardır. Mesela Ma’mer b. Râşid, Hemmâm b. Münebbih’ten naklettiği hadislerin otuz kadarını bizzat dinlemiş (semâ), geri kalanları ise Hemmâm’a kendisi okumuştur (arz).[76] Ancak yalnızca yazıya itimat edilmemiş doğrudan hocadan yazma esas alınmıştır.

Hadis rivayetinde hataları asgariye indirmek ve su-i istimallere mani olmak için hem yazma hem ezberleme tercih edilmiştir. Geçmiş kutsal kitapların tahrif edilmesinin sebebi yazılmamış olması değildir. Yazılı metinleri koruyan din adamlarının güvenilir olmamalarıdır. Onlar, yazılı Tevrat âyetlerinin bazılarını gizlemişlerdir. Yahudilerin Tevrat’ı nasıl tahrif ettiğini Kur’an-ı Kerim, “Peki, Mûsâ’nın insanlara bir nûr ve rehber olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kağıtlar haline koyup işinize geleni gösterdiğiniz, fakat çoğunu gizlediğiniz ve sizin de, babalarınızın da bilmediğiniz birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?”[77] âyetiyle anlatır.

Yazının rivayete önemli bir katkısı da öğrenilen (tahammül) hadisin korunmasında hafızaya yardımcı olmasıdır. Yazı, hocadan öğrenilen hadisi değiştirmeden hafızada tutmak ve unutulduğu zaman yeniden bakıp hatırlamak için yardımcı bir unsurdur. Abdullah b. el-Mübârek, “Yazı olmasaydı, biz hadisleri ezberleyemezdik” demiştir.[78]

Başlangıçta yazıya sıcak bakmayan âlimler vardır; ancak yazının gelişmesi ile birlikte yazı güvenilir bir öğrenme yöntemi olarak kabul edilmiştir. Hatta hadis yazmayan talebeler muhaddis kabul edilmemiştir. Devrinin önemli muhaddislerinden Ebû Bekr b. Ebî Şeybe’nin (ö. 235/849) “Hocalarından bizzat eliyle yirmi bin hadis yazmamış kişi hadisçi sayılmaz” sözü, o dönemin ilim anlayışını ortaya koymaktadır.[79]

Yazılı metinler bu derece yaygın ve öğrenimi kolaylaştırıcı olduğu halde ısrarla hocadan yüz yüze öğrenimin talep edilmesinin sebebi nedir? denilirse, bunun en önemli sebeplerinden birisi tahrifi engellemek, bilgi aktarımını disiplin etmek ve kaynağı kontrol altında tutmaktır.

İcâzet

Hadis rivayeti hoca eksenli olduğu için yazılı metinlerden rivayet de hocanın iznine bağlanmıştır. Hocanın talebesine rivayet izni vermesine “icâzet” denilir.

Başlangıçta kitap icazetleri çok sınırlı ve sıkı kurallara bağlı olarak uygulanmıştır. Kitapların çoğalması, meşhur kitapların farklı beldelere yayılması ile birlikte “önemli olan ilmin neşredilmesidir” denilerek, kitap icazetlerinde daha esnek davranılmaya başlanmıştır. Özellikle hicrî dördüncü yüzyıldan sonra temel hadis eserleri, icazet metodu ile talebelere aktarılmıştır.

Yazılı nüshalardan rivayet açık ya da kapalı icazet şartına bağlanmıştır. Hoca talebesine icazet vermediği takdirde talebenin yazılı metinlerden rivayet etmesi doğru değildir. Yazılı metinler talebenin eline birkaç farklı şekilde geçebilir.

  • Münâvele. Hocanın talebesine elden kendi kitabını ya da yazılı bir hadisi vermesidir. Hoca talebesine, bu kitabı ya da hadisi kendisinden rivayet etmesine icazet verirse, bu makbul bir hadis öğrenim yoludur.
  • Kitâbet ya da Mükâtebe. Hocanın talebeye kitabını ya da yazılı bir hadisi göndermesidir. Hocanın hadisini yazan katip ve yazılı vesikayı götüren şahıs güvenilir olduğu takdirde bu tür kitabetle hadis rivayetinin caiz olduğu kabul edilmiştir. Bazıları yazılan mektubun zaten icazet manası taşıdığını söyleyerek icazete gerek olmadığını bazıları da kitabette de icazetin şart olduğunu söylemişlerdir.
  • İ’lâm. Kendisinden rivayete izin vermeden hocanın kendi kitabını ya da yazılı hadislerini göstererek “ben bu kitabı falan hocadan dinledim” demesidir. Hoca güvenilir olduğu takdirde bu şekilde öğrenilmiş hadislerin rivayet edilebileceğini söyleyenler olmuştur. Ancak hoca kendisinden rivayet edilmesine izin vermediği takdirde hocanın bildirmesi rivayet için yeterli görülmemiştir.
  • Vasiyet. Hocanın vefat ederken ya da bir yolculuğa çıkarken kitabını ya da yazılı hadislerini bir şahsa vasiyet etmesidir. Hadis öğrenme yollarının en zayıflarından birisi olan vasiyet usulü çok nadir olarak vuku bulmuştur. Bu şekilde hadis rivayet edilmesinin caiz olması meselesi âlimler arasında ihtilaflıdır.
  • Vicâde. Bir Hocanın el yazısıyla yazılmış hadislerinin bulunmasıdır. Bulan kişi bu hadisleri hocadan aldığını gösteren bir lafızla rivayet edemez. Yalnızca “Falan hocanın yazısıyla yazılmış kitapta şöyle buldum” gibi bir ifadeyle hadisi nakledebilir. Talebe hocasından dinlemediği rivayetleri, vicâde (kitabı bulma, miras yoluyla sahip olma) metoduyla elde ettiği bir kitaptan yaptığında bu rivayetlere itibar edilmemiştir. Mesela Mahreme b. Bükeyr b. Abdullah’ın (ö. 159/776) babasından yaptığı rivayetlere itibar edilmemiştir. Yahyâ b. Ma’în’e göre bu rivayetler yazılı nüshadandır. Hadisleri babasından bizzat dinlememiştir.[80] Hadisçiler, sika bir râvi olan Mahreme’nin rivayetlerinin delil olduğunu ancak bizzat dinlemediği için babasından naklettiği hadislerin delil olamayacağını söylemişlerdir.[81]

Râvinin şüphe duyduğu bir rivayeti nakletmesi doğru değildir. Hadis üstatları, usûl bilginleri ve kelamcılar, rivayet edilen hadisin şüphe ihtimali bırakmayacak şekilde iyi ezberlenmesi ya da güvenilir bir şekilde yazılıp güvenilir bir şekilde râvinin özel kütüphanesinde saklanması gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Râvi, yazdığı hadisin okunuşunda şüphe ederse, kendi yazdığını tamamen unutursa, yazdığı kitabı kaybeder ya da başka birisine ödünç verir de yazılarında değişiklik olduğunu fark ederse bu kitaptaki hadisleri rivayet etmesi uygun değildir. Bütün âlimler, râvinin ancak kesin olarak dinlediğine emin olduğu hadisi rivayet edebileceğinde ittifak etmişlerdir. Aksi takdirde Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisi üzerinden yalan uyduranlar hakkındaki tehdidine muhatap olur.[82]

Haber Çeşitleri

Haberin değeri

Haber, güvenilir bilgi kaynaklarından birisidir. Duyular vasıtasıyla tecrübi bilgi, akıl vasıtasıyla istidlali bilgi elde edildiği gibi elde edilen bilgiler haberler vasıtasıyla başkalarına ulaştırılır. Haberlerin içinde peygamberler’in (a.s) getirdiği haberler yani vahiy, tecrübi ve istidlal dışında güvenilir bilgi elde etme yollarından birisidir. İnsanoğlu en önemli atılımlarını vahiy yoluyla elde ettiği bilgiler vasıtasıyla gerçekleştirmiştir.

Haberin doğruluğu gerçeğe uygunluğu ile belirlenir. Peygamberlerin bildirdiği haberlerin doğruluğunun teminatı ise peygamberlerin ismeti (korunmuşluğu) ve mucizeleridir. Hayatı boyunca günahsız yaşamış peygamberlerin Allah Teâlâ’ya iftira atmak gibi büyük bir günahı işlemeleri mümkün değildir. Ayrıca peygamberlerin, bildirdiği hakikatlerin gerçek olduğunu Cenab-ı Hakk, onlara verdiği olağanüstü (harikulâde) ikramlarla herkese göstermiştir. Bu sebeple peygamberlere ait her söz hak’tır. Ancak bir sözün gerçekten peygamber tarafından söylenip söylenmediği haberler vasıtasıyla bilinir. Haberler kesinlik ifade etmelerine göre mütevâtir ve ahâd haber şeklinde iki gruba ayrılır.

Mütevâtir haber

Geçmişten günümüze intikal eden haberler bazen o kadar farklı ve değişik yol vasıtasıyla bize ulaşır ki hiçbir araştırma ihtiyacı hissetmeden bu haberlerin gerçekliğine inanırız. Mesela tarihte Hz. Süleyman adında bir peygamberin varlığı hakkında hiçbir tereddüd duymayız. Zira onunla ilgili birçok haber farklı milletlerden farklı dinlerden farklı kültürlerden kişiler tarafından bize nakledilmiştir. İşte bu tür haberlere mütevatir haber denilmektedir.

Mütevatir haber, her tabakada, yalan üzerine ittifak etmeleri mümkün olmayacak kadar çok sayıda kişi tarafından bildirilen bir söz ya da olayı anlatan haberdir şeklinde tanımlanmıştır.

Mütevatir haberin şartları

Haberi bize kadar ulaştıran her tabakada, yani her nesilde râvi sayısı tevatür için gerekli asgari sayıya sahip olmalıdır. Çünkü haberler birbirine geçmiş halkalardan müteşekkil bir zincir gibidir. Zincirin taşıma gücü en zayıf halkasının taşıma gücüne eşittir. Aynı şekilde haber de en zayıf tabakadaki durumu esas alınarak derecelendirilir. Mesela başlangıçta on kişinin naklettiği haber, üçüncü kuşakta tek kişi tarafından rivayet edilmiş, daha sonra sayı tekrar çoğalmışsa bu haber tek kişinin rivayeti olarak değerlendirilir.

Tevatür için gerekli olan sayı hakkında kesin bir rakam verilmemiştir. Çünkü zamana ve duruma göre farklı sayılarda kişilerin verdiği bilgiler kesinlik ifade etme açısından farklılık arzedebilir. Haber-i mütevatirin her tabakada en az dört ya da beş kişi tarafından rivayet edilmiş olması gerekir görüşünde olanlar olduğu gibi en az on kişi olması gerektiğini söyleyenler de olmuştur.

Bir bilginin haber olabilmesi için görme ve duyma gibi beş duyudan herhangi biriyle elde edilmiş bir bilgi olması gerekmektedir. Akli bilgiler, inançlar bir haber olmadığından dolayı çok sayıda insan tarafından bir şeye inanılmış olması onun doğruluğunu göstermez. Mesela Hindistan’da yaşayan insanların ineğe tapınması ve bunun kuşaktan kuşağa milyonlarca insan tarafından uygulanması ve ineğe tapınmanın gerekli olduğunun aktarılması bu işin doğru olduğunu göstermez. Ancak bu inancın, “yüzlerce yıl önce de insanlar ineğe tapardı” şeklinde haber formuna dönüştürülmesi durumunda doğruluk ya da yanlışlık söz konusu olabilir. Aynı şekilde bin yıl önce yaşamış tarihi bir şahsiyet hakkındaki gözlemler ya da onun bir sözünü bildiren haberler doğruluk ya da yanlışlık konusu olabilir.

Mütevatir haberin özelliklerinden birisi de yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından haber verilmiş olmasıdır. Bu topluluğun sayı itibarı ile çokluğu kadar aralarında yalan üzerinde birleşme mümkün olmayacak şekilde farklı beldelerden farklı gruplardan farklı maksatlarla haraket eden insanlar olması da gerekmektedir. Belli bir mezhebe bağlı kişilerin hep birlikte kendi mezheplerini desteklemek maksadıyla söyledikleri bir sözü nakleden kişilerin sayısı ne kadar çok olsa da böyle bir haber mütevatir olamaz.

Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra sahabilerin birçoğu farklı beldelere yerleşmişlerdir. Her biri farklı şehirlerde yaşayan ve aralarında iletişim bulunmayan beş ayrı sahabinin “Allah Rasulü (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) böyle buyurdu ya da şöyle yaptı” şeklinde verdikleri haber, o beş farklı kişiden bizzat duyan insanın zihninde açık bir kesinlik ve gerçeklik oluşturmaktadır. İşte araştırma ihtiyacı hissetmeden bu tür bir kesinlik ifade eden haberlere mütevâtir haber denilmektedir.

Mütevatir olan bir bilgi kesinlik ifade ettiğinden dolayı bu tür bilgileri onaylamak dini bir vecibe kabul edilmiştir. Mesela Kur’an-ı Kerim bize mütevatir olarak nakledilmiştir. Kur’an’daki bir ayeti kabul etmemek ya da mütevatir bir sünnetle bilinen bir hakikati inkar etmek mümkün değildir. Sübutu yani gerçekliği kesin olarak bilinen dini hükümlerin ve nassların inkârı İslam âlimlerince dini inkar kabul edilmiştir.

Haberin sübutunu inkar etmeden anlamını farklı şekillerde yorumlamak mümkündür. Ancak yorumların usulüne uygun olarak yapılmaması durumunda dini naslara karşı saygısızlık yapılmış olacağı unutulmamalıdır.

Mütevâtirin çeşitleri

Peygamber Efendimiz’in bir sözünü nakleden mütevatir hadislere lafzen mütevatir denilmektedir. Lafzen mütevatir hadisler hakkında müstakil eserler kaleme alınmıştır. Mesela Celaleddin es-Suyuti, el-Ezherü’l-Mütenâsire fi’l-ahbâri’l-mütevâtire adlı eserinde daha çok lafzi mütevatir hadisleri bir araya getirmiştir. Muhammed b. Ca’fer el-Kettânî (ö. l345/1926), Nazmu’l-mutenâsir mine’l-hadîsi’l-mutevâtir adlı eserinde, 310 mütevatir hadis toplamıştır.

Bir olayın ya da fiilin farklı kişiler tarafından aktarıldığı mana itibariyle mütevatir haberlere de manevi mütevatir ya da mana itibariyle mütevatir denilmiştir. Mesela namaz, rekat sayıları, duada ellerin havaya kaldırılması gibi husular birçok farklı hadiste farklı maksatlarla anlatılmış ortak manalardır. Ayrıca manevi tevatürün sukuti tevatür şeklinde ikinci bir şekli bulunmaktadır. Buna göre huzurunda vuku bulmuş bir hadiseyi o kişilerin hayatta olduğu bir dönemde içlerinden sadece birinin anlatması diğerlerinin ise sükut etmesi zımnen tasdik anlamına gelmektedir. Mesela bir savaş ya da yolculuk esnasında Peygamber Efendimiz’in duasıyla suyun ya da yemeğin bereketlendiğini haber veren bir sahabi diğerleri tarafından yalanlanmamışsa tek kişinin haberi bütün o olaya şahit olan sahabilerin verdiği haber gibi kabul edilmiştir. Zira sahabilerin adaleti ve dine bağlılıkları, gördükleri en küçük yanlışları düzeltmedeki hassasiyetleri böylesine önemli bir olayda sessiz kalmalarını engeller. Bu sebeple böyle bir olayda sessiz kalmalarının onaylama manasına geldiği kabul edilmiştir.

Haber-i vâhid

Haber-i mütevatirin karşıtı haber-i vahid’tir. Haber-i vahid’in sözlük anlamı, tek kişinin verdiği haberdir. Ancak İslam âlimleri bu tabiri mütevatir derecesine ulaşmayan bütün haberler için kullanırlar. Bu durumda haber-i vahid iki ya da üç kişinin verdiği haberler de olabilmektedir.

Haber-i vahidler sahih, hasen ve zayıf gibi derecelere sahip olurlar. Bir haber-i vahidin araştırılarak doğruluğundan emin olmak mümkündür. Bu durumda haber-i vahidler de kesin bilgi ifade ederler. Ancak haber-i vahidin kesin bilgi ifade etmesi araştırmaya ve delile dayalı, haber-i mütevatirin ise sadece işitmeye yani haber almaya dayalıdır.

Haber-i vâhidlerin çeşitleri

Haber-i vahidler kendi aralarında üç bölüme ayrılır. Tek kişinin rivayet ettiği ya da isnadın her hangi bir tabakasında râvi sayısının bire düştüğü rivayetlere ferd ya da garib hadis denir.

İki kişinin rivayet ettiği ya da isnadın herhangi bir tabakasında râvi sayısının ikiye düştüğü rivayetlere aziz hadis denir. “Biz kıyamet gününde sonra gelen birinciler olacağız” [83] hadisi Ebu Hureyre ve Huzeyfe b. el-Yeman adlı iki sahabi tarafından rivayet edildiğinden dolayı aziz hadisin bir örneğidir.

Meşhur hadis, râvileri her hangi bir tabakada üç ve üçten fazla olan ancak mütevatir derecesine ulaşamamış haberlere denilir. Yine başlangıçta râvi sayısı bir ya da iki olduğu halde daha sonra meşhur olmuş haberler için de meşhur tabiri kullanılmıştır. Mesela, Buhârî’nin Sahîh’inin ilk hadisi olan “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır” hadisi sahih isnadla yalnızca Hz. Ömer (r.a) tarafından rivayet edilmiştir. İsnadın dördüncü tabakasındaki Yahya b. Saîd el-Ensârî’den itibaren meşhur olmuş ve yüzlerce talebe tarafından Yahyâ b. Saîd’den rivayet edilmiştir. Bu hadis başlangıçta bir kişi tarafından rivayet edildiğinden dolayı ferd, daha sonra şöhret kazandığından dolayı da meşhurdur.

Meşhur aynı zamanda halk arasında yayılmış haberler için de kullanılır. Halk arasında hadis diye yayılmış sözlerin bir kısmı uydurma olduğundan dolayı bu konuda halkı bilgilendirmek ve uyarmak için eserler telif edilmiştir. Aclûnî (ö. ll62/1749), Keşfu’l-Hafâ’ adlı eserini halk arasında şöhret bulmuş hadisleri toplamak maksadıyla yazmıştır. Bu kitapta sahih, hasen ve zayıf hadisler bulunduğu gibi uydurma haberler hakkında bilgiler de vardır. Müellif, toplam 3281 rivayet hakkında değerlendirme yapmıştır. Konuyla ilgili en kapsamlı eserdir.

Fıkıh âlimleri meşhur hadis yerine müstefiz hadis tabirini tercih etmişlerdir. Hanefi fakihleri haberlerin kesinliği konusunda daha farklı bir ayırıma gitmişlerdir. Saadet asrında meşhur olanlar, saadet asrından sonra meşhur olanlar ve tabiin döneminde meşhur olanlar şeklinde kuvvetliden zayıfa doğru bir gruplama yapmışlardır.

Sahih Hadisler

Sahih hadisin tanımı

Hadis-i Şerifler ilk kaydedildiği andan itibaren ciddi bir şekilde korunmuş, en küçük hatalar bile ihmal edilmeyerek tesbit edilmiştir. Hadisleri korumak ve rivayetten kaynaklanan hataları önlemek maksadıyla bazı esaslar belirlenmiştir. Bu esaslara uygun rivayetler makbul kabul edilmiş, uymayanlar ise reddedilmiştir. Makbul rivayetler sıhhatli ve sağlıklı bir insana benzetilerek sahih (sağlıklı) diğerleri ise zayıf, sakîm (hasta) ya da mu’allel (hastalıklı) olarak nitelendirilmiştir.

Sahih hadisin ilk ve en temel şartı hadisi nakleden râvinin âdil yani ahlâk ve kişilik itibarıyla güven duyulan bir kişi olmasıdır. Sahabîlerin kişilikleri hakkında en küçük bir tereddüde yer olmadığından dolayı bütün sahabilerin adalet niteliğini taşıdığı kabul edilmiştir. Ancak hadis râvisinde olması gereken ikinci temel şart ilmi yeterliliktir. Hafızasının ve yazarak rivayet ediyorsa yazısının güvenilir olması anlayışlı ve zeki olması râvide aranan en önemli niteliklerdir.

Zamanla rivayet silsilelerinin uzaması ile birlikte hoca ile talebe arasındaki bağın bilinmesi de önem kazanmıştır. Hoca ile talebe arasındaki sağlam ve güvenilir hoca-talebe ilişkisi sahih hadisin temel şartlarından biri kabul edilmiştir. Bir hocanın hadislerini öğrenmek ya da yazmak isteyenler onun yanında en çok bulunmuş güvenilir talebelerinden yazmayı esas kabul etmişlerdir. Böylece talebenin hatalarının azaltılması ve söylemediği sözleri hocasına nispet etme ihtimalinin ortadan kaldırılması hedeflenmiştir.

Râvileri güvenilir, hoca-talebe ilişkisi sağlam rivayetlerde yine de hata ihtimali vardır. Yanılma, unutma gibi hata ihtimallerini ortadan kaldırmak için bir hocanın farklı talebelerinin naklettiği rivayetler arasında karşılaştırmalar yapılarak hadisler kontrol edilmiş ve sıhhatleri denetlenmiştir. Böylece metin açısından da ortaya çıkabilecek yanlışlıklar tesbit edilmeye çalışılmıştır.

İsnadların uzaması ve rivayetlerin sayıca artmasına paralel olarak gelişen denetleme ve kontrol faaliyeti neticesinde sahih hadiste bulunması gereken şartlar belirginleşmiştir. Buna göre:

1) râvi adil olmalı;

2) zabt sıfatına sahip olmalı;

3) hoca-talebe arasındaki bağ sağlam olmalı;

4) rivayet şaz ve münker olmamalı;

5) rivayet muallel olmamalıdır.

Muallel hadis, râvileri güvenilir olduğu ve görünüşte sıhhatli olduğu halde araştırıldığında gizli bir kusuru olduğu ortaya çıkan rivayettir. Görüldüğü gibi bir hadisin şekil itibarıyla sıhhat şartlarını taşıması ve güvenilir râviler tarafından rivayet edilmesi yeterli kabul edilmemiş. Ayrıca uzman hadis âlimleri tarafından tetkik edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Hadisçiler hiçbir zaman şekle bağlanıp kalmamış ve otoriteye mutlak teslimiyet göstermemişlerdir. Araştırma ve tahkiki ihmal etmemişlerdir. Bu sebeple en güvenilir hadis âlimlerinin rivayetlerini de araştırmışlar ve onların yaptığı hataları tetkik etmeyi daha fazla önemsemişlerdir. Zira güvenilir râvinin yaptığı hatayı fark etmek daha zordur.

Hadis metinleri sayıca az olmakla birlikte isnaddaki her bir râvinin değişmesiyle ortaya çıkan her farklı rivayet ayrı bir hadis olarak kabul edilmiştir. Mesela bir tek sahabi tarafından nakledilen bir hadis onun iki talebesi tarafından rivayet edildiğinde iki farklı hadis kabul edilmiş, o iki talebenin her birinin beş ayrı talebesi olduğunda ise on farklı hadis olarak değerlendirilmiştir. Böylece her nesilde talebe sayısının artması ile birlikte rivayetler çoğalmış, hicri üçüncü asra gelindiğinde bir milyon civarında rivayet ilim talebeleri arasında yayılmıştır. Hadis âlimleri belirli kriterler çerçevesinde bu rivayetler arasından seçmelerde bulunmuşlardır.

İmam Buhârî’nin Sahîh’i

Zayıf hadisler, tarih alanında, kişilerin ve beldelerin faziletleriyle ilgili meselelerde ve hakkında hüküm olmayan fıkhî konularda delil kabul edildiğinden dolayı hadisçiler tarafından rivayet edilmiş hatta kitaplara kaydedilmiştir. Bu dönemde hasen hadisler de zayıf hadis sınıfında değerlendirilmiştir. Hadisçilerin zayıf hadisleri rivayet ettiklerinden dolayı tenkit edilmesi ve âlim olmayan kişilerin hadis kitaplarından istifade etmesinin zorluğu gibi hususlardan dolayı muhaddis İshak b. Rahuye (ö. 238/852) talebesi Buhârî’nin de bulunduğu bir mecliste yalnızca sahih hadislerin toplandığı bir eser yazılması gerektiğini söylemiştir.

Bu tavsiye üzerine çalışmaya başlayan İmam Buhârî (ö. 256/870) o güne kadar topladığı 600.000 hadis arasından 7.563 tanesini seçerek el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserini meydana getirmiştir. Tam adı el-Câmi’u’l-müsnedu’s-sahîhu’l-muhtasar min umuri Resûlillahi ve sünenihi ve eyyâmihi’ dir. Kitabın adında muhtasar ifadesinin bulunması bütün sahih hadisleri toplamayı hedeflemediğini göstermek içindir. Nitekim Buhârî’den sonra da birçok müellif sahih hadisleri toplayan çalışmalar yapmışlardır. Ancak İmam Buhârî’nin seçtiği hadisler, hem ilk olması itibarıyle hem de Buhârî’nin sahih hadis kriterlerini çok sıkı uygulaması sebebiyle her zaman en güvenilir hadisler olarak kabul edilmiştir. Buhârî’nin hadislerinin diğer hadis eserlerinden daha sıhhatli olması kitabın geneli itibarıyladır. Farklı hadis kitabındaki bir hadis Buhârî’deki hadisten daha sahih olabilir ya da Buhârî’nin naklettiği rivayetten daha sahih bir rivayetin bulunması mümkündür.

İmam Buhârî’nin kitabı üzerine daha sonraki hadis âlimleri çeşitli araştırmalar yapmışlar, tek tek râvilerini araştırmış, kitaptaki rivayetlerin farklı isnadlarını bulmuş (müstahrec) ve kitabın farklı özellikleri üzerine müstakil araştırmalar yapmışlardır. İmam Buhârî’nin kitabı araştırmacıları kendisine hayran bırakmış ve en muteber hadis kitabı olarak kabul edilmiştir.

Buhârî bin civarında hocadan hadis yazmış, ama Sahîh’ine 293 hocasının hadislerini almıştır. Buhârî’nin Sahîh’inde en kısa isnad sülasi yani üç râvilidir. Kitapta sülasi yirmi iki hadis bulunmaktadır. Genelde râvi sayısı üç ile altı arasında değişmektedir. Buhârî her tabakadaki en seçkin râvilerin hadislerini kitabına kaydetmiştir. Buhârî’de 208 tanesi sahabi olmak üzere toplam 1.597 râvi vardır.

Bu eserde 97 ana bölüm 3.730 bab başlığı bulunmaktadır. Kitabın adında el-Câmi’ (toplayan) ifadesinin geçmesi eserin muhtevasının her konudaki hadisleri topladığını göstermektedir. Kitap niyet konusundaki hadisle başlamakta sonra vahyin başlangıcını anlatan bölümle devam etmekte iman ve ilim konularından sonra ise fıkıh bahislerine geçilmektedir. Kitapta tarih ile ilgili bölümler kâinatın yaratılışıyla başlamakta, daha sonra peygamberler tarihi ve megazi yani Peygamber Efendimiz’in savaşlarını anlatan bölümlerle devam etmektedir. Tefsir bölümü geniş muhtevalı olup kendi zamanına kadar yazılmış tefsire dair eserlerden alınmış açıklama notlarıyla bab başlıkları zenginleştirilmiştir.

Buhârî kendi görüşlerine ve farklı yazarlardan yaptığı alıntılara sadece bab başlıklarında yer vermiştir. Bazı bab başlıklarında da âyetlere yer vermiştir. Özellikle kitabın son bölümü olan Kitâbu’t-Tevhîd’in bab başlıklarında daha çok âyetleri zikretmiştir. İmam Buhârî, ayrıca bu eserinde rüya, tıp, hastalıklar, edeb gibi hayatın her alanına ilişkin konuları ihtiva eden hadisleri de toplamıştır.

İmam Buhârî hadisleri yalnızca toplamayı değil aynı zamanda hadislerden hüküm çıkarılmasını ve hayatın her alanına hadisin rehber olmasını hedeflemiştir. Bu sebeple hadisleri çok sayıda bab başlığına dağıtmıştır. Hatta bazen bir tek hadisi ilgili olduğu altı yedi farklı bab başlığı altında tekrar etmiştir. Toplamda 7.275 hadis olduğu halde tekrarlar çıkarıldığında 2.791 hadis kalmaktadır. Hadisleri her tekrar ettiğinde farklı bir senedini ya da farklı bir metnini vererek bu tekrarları da anlamsız olmaktan çıkarmıştır. Bazen kısaltma maksadıyla tekrar ettiği hadislerin isnadlarını zikretmemiştir. İsnadlarını atladığı bu rivayetleri bab başlıklarına almış böylece kitabın hacmini fazla büyütmeden çok sayıda hadise eserinde yer vermiştir.

İmam Müslim’in Sahîh’i

Müslim b. Haccac el-Kuşeyrî’nin (ö. 261/874), el-Câmi’u’s-sahîh adlı eseri sahih hadis kitaplarının en önemlilerinden birisidir. Müslim, Ahmed b. Hanbel ve İmam Buhârî gibi meşhur âlimlerin talebesidir. Kitabında 300.000 hadis arasından seçtiği 7.563 hadise yer vermiştir. Hadisleri bölümlere ayırmış fakat başlık koymamıştır. Kitapta 54 ana bölüm (kitab) vardır. Hadisleri farklı bablar altında tekrar etmemiştir. Bir hadisin farklı rivayetlerini ard arda sıralayarak aynı yerde tekrarlamıştır. Kitaptaki hadislerin birçoğu Buhârî’de bulunan hadislerdir. Hem Buhârî’de hem de Müslim’de bulunan hadislere “muttafekun aleyh” hadisler denir. Müslim’de Buhârî’de olmayan 820 hadis vardır.

Sahiheyn

Buhârî ve Müslim’in kitaplarına Sahiheyn (iki sahih) denilmektedir. Onların ittifakla aldıkları hadislere “muttefekun aleyh” (ittifakla kabul edilmiş) denilir ve en sahih hadisler olarak kabul edilir.

Müslim hadislerin mana ile rivayet edilmesini, özetlenmesini ve bölünerek farklı başlıklar altında nakledilmesini benimsememiştir. Hadis lafızlarını korumaya önem vermiştir. Bu sebeple Buhârî ile ittifak ettikleri hadisler nakledilirken daha çok Müslim’in naklettiği metinler tercih edilir. Buhârî’nin eserinde fıkhi yön, Müslim’de ise hadis rivayet usullerine riayet daha ön plandadır.

Diğer müelliflerin Sahîhleri

Buhârî ve Müslim’den başka sahih hadisleri toplamak maksadıyla eser yazan başka müellifler de vardır. Mesela Muhammed b. İshak b. Huzeyme (ö. 311/923) ve Muhammed b. Hibban’ın (ö. 354/965) Sahîh’leri de sahih hadisleri toplamak maksadıyla kaleme alınmışlardır. Ancak hem isnadlarının kısalığı hem hadis ilmine vukufiyetleri hem de sahih hadisleri ilk seçen hadisçiler olmaları sebebiyle diğer kitaplar, Buhârî ve Müslim’in kitapları seviyesine ulaşamamıştır.

Hasen Hadisler

Makbul hadisler

Makbul hadisler sahih ve hasen olmak üzere iki ayrı bölüme ayrılmışlardır. Rivayet şartlarında hadisin sıhhatini etkilemeyen bir eksikliğin bulunması durumunda bu tür hadislere aralarındaki derece farkını göstermek için hasen hadis denilmiştir. Hasen Arapça’da güzel ve hoş anlamlarına gelen bir kelime olduğundan dolayı hicri ikinci asır âlimleri tarafından hadis değerlendirmelerinde sözlük anlamına uygun olarak sahih hadis anlamını da ihtiva edecek şekilde kullanılmıştır. Hicri üçüncü asırdan itibaren ise sahih hadis derecesine çıkmayan makbul hadisler için kullanılan özel bir terim olmuştur.

Makbul hadisler için sahih ve hasen dışında zaman zaman ceyyid (iyi ve güzel), sabit ve salih gibi terimler kullanıldığı da olmuştur.

Hasen hadisin tanımı

Hasen hadis terimini ilk tanımlayan Ebû İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî’dir (ö. 279/892). İmam Tirmizî, râvileri yalanla itham edilmemiş, diğer sahih hadislere muhalif olmayan ve kendisini destekleyen ikinci bir rivayeti bulunan hadisi hasen hadis diye tanımlamıştır. Tirmizî hasen hadisin tanımını geniş tutmuş, ikinci bir tarikle desteklenen zayıf hadislerin hasen olduğunu kabul etmiştir. Bu tanımda doğrudan kendisi hasen seviyesinde olmayan ancak kendisini destekleyen ikinci bir tarik vasıtasıyla hasen derecesine çıkan rivayetler anlatılmıştır. Bu sebeple Tirmizî’nin yaptığı tanım hasen li-gayrihi (başkasıyla hasen derecesine çıkan) hadisleri ifade etmektedir.

Hasen li-zatihi yani doğrudan kendi başına hasen derecesinde olan hadisler ise daha farklı şekilde tanımlanmıştır. Buna göre hasen hadis, sahih hadisin bütün şartlarını taşıyan ancak râvilerinden birisinin zabtında eksiklik bulunan hadistir. Zabt eksikliği ravinin hafızasının yeterli derecede kuvvetli olması ya da zaman zaman yanılması gibi eksikliklerdir. Ancak bu râvilerin hadis rivayetiyle meşhur ve adalet yönüyle güvenilir olmaları gereklidir. Anılan nitelikleri taşıyan ravilerin güvenilir râvilere muhalif olmayan ve rivayet açısından başka bir kusuru bulunmayan rivayetleri hasen kabul edilmiştir.

Rivayetlerin birbirini desteklemesi

Hadisin farklı bir tarikle desteklenmesine itibar denilir. Bir yoldan gelen bir hadis bir başka rivayet yolu yani tarik veya vecih ile desteklendiğinde destekleyen rivayet diğerinin şahidi olmuş olur. Hadis âlimleri rivayetlerin birbirini desteklemesi hususu üzerinde önemle durmuşlar, her rivayetin farklı tariklerini araştırmayı hadisin sıhhatini tesbit açısından vazgeçilmez kabul etmişlerdir. Bu sebeple rivayetler arasında uyum, sahih hadisin şartlarından biri olarak kabul edilmiştir. Yukarıda da anlatıldığı gibi zayıf bir hadis onu destekleyen ikinci bir tarikının ortaya çıkmasıyla hasen li-gayrihi hükmünü alır. Hasen bir hadis (hasen li-zatihi) onu destekleyen hasen bir tarikının ortaya çıkmasıyla sahih li-gayrihi hükümünü alır. Rivayetlerin birbirini desteklemesi az da olsa bir kuvveti olan ince iplerin birbirine sarılarak kuvvet kazanması gibi kabul edilmiştir. Ancak metruk râvilerin rivayetleri rivayet açısından hiçbir değeri olmadığından dolayı birbirini desteklemez.

Farklı tarikleri olan hadisler her bir tarikı dikkate alınarak farklı terimlerle nitelendirilmiştir. Mesela, özellikle Tirmizî’nin kullandığı “hasenün sahihun” terimi, hadisin iki farklı isnadı olduğunu göstermektedir. Tirmizî, farklı isnadları olan ve farklı isnadları birbirini desteklediği için sahih hadis derecesine ulaşmış hasen hadisler için bu ifadeyi kullanmıştır.

Tirmizî, hadis tek isnadlı olduğu halde sahih derecesine ulaşmışsa “sahih garib”, birkaç farklı isnadı olan hadisin bazı isnadlarında gariblik varsa ona da “hasen sahih garib” tabirlerini kullanmıştır. Garib ferd hadis anlamındadır. Ancak garib terimi, hadisin isnadı için kullanıldığında, herkes bir hocadan rivayet ederken başka bir râvinin farklı bir hocadan rivayet ettiği hadisler için de kullanılır.

Tirmizî’nin el-Câmi’ü’s-sahîh’i

Sahih hadisleri ihtiva eden kitapların yazılması üzerine sahih hadis derecesine çıkamayan ancak fıkıh açısından son derece önemli olan hasen hadisleri ihtiva eden kitapların yazılması zarureti ortaya çıkmıştır. Ebû Dâvud ve Tirmizî gibi hadisçilerin eserleri fıkhi açıdan son derece önemli olan sahih, hasen ve salih hadisleri ihtiva etmektedir.

Hasen hadisi ilk defa tanımlayan ve kitabında çok sayıda hasen hadise yer veren hadisçi Muhammed b. İsa et-Tirmizî’dir (ö. 279/892). Tirmizî’nin kitabının asıl adı el-Câmi’ü’s-sahîh olmakla birlikte Sünen diye meşhur olmuştur. Tirmizî İmam Buhârî ve İmam Müslim’in talebesidir. Kitapta 46 ana bölüm içinde 2.496 alt başlık içinde 3.956 hadise yer verilmiştir.

Tirmizî, bir babda naklettiği metinleri hem isnad hem de metin yönüyle inceler. Tirmizî hadisi naklettikten sonra sıhhat durumunu ve râvilerin güvenilirliğini açıklar. Daha sonra aynı konuda farklı sahabilerden gelen rivayetlere işaret eder ve “Bu babda falan falan sahabilerden de hadis vardır” der. Böylece bir konudaki bütün hadislere işaret eder.

İmam Tirmizî, hadisi yalnızca rivayet açısından değerlendirmekle yetinmez, hadis hakkındaki fıkhî değerlendirmelere de yer verir. Hadisin ifade ettiği hüküm hakkında âlimlerden gelen görüşleri zikreder. En sonunda da “Ebu İsâ der ki” diyerek kendi görüşünü söyler.

Tirmizî’nin rivayet ettiği hadisler hakkında rivayet ve dirayet açısından değerlendirmeler yapması sebebiyle Tirmizî’nin kitabı hadis talebeleri için önemli bir ders kitabı olarak kabul edilmiştir.

Zayıf Hadis

Zayıf hadisin tanımı

Hadisçilerin belirlediği güvenilirlilik kriterlerine göre makbul olmayan hadisler merdud (reddedilmiş) kabul edilir. Bu tür hadislere sahihin karşıtı olarak kullanılan sakîm (hasta) de denilir. Zayıf hadis, hadisin sıhhati için belirlenmiş beş şarttan birini ya da birkaçını taşımayan hadistir. Bazı âlimler 42 çeşit zayıf hadis olabileceğini söylemişlerdir.

Hadisin zayıflığı, râvinin adalet ve zabt yönlerinden yetersiz olmasından kaynaklanır. Ancak râvinin adalet ve zabt yönünden zayıf olduğunu gösteren açık bir delil bulunmalıdır. Bu delil de naklettiği rivayetlerdeki kusurlardır. Bu sebeple hadisçiler râvinin zayıflığını ifade eden tespitlerden ziyade rivayetin hatasını ortaya koyan değerlendirmeler yapmayı tercih etmişlerdir.

Hadisin zayıf olmasının sebepleri

Hadiste zaafa sebep olan unsurlar râvideki bazı yetersizliklerdir. Bu yetersizlikler en ağırından en hafifine doğru şöyle sıralanır: 1) yalancılık; 2) yalancılıkla suçlanma; 3) çok hata yapma; 4) gaflet; 5) günahkarlık (fısk); 6) yanılma; 7) muhalefet; 8) cehalet (bir râvinin kim olduğunun ya da güvenilirlik durumunun bilinmemesi); 9) bid’at ve 10) hafıza zayıflığı. Rivayetlerdeki kusurlar, râvilerdeki bu on tenkid kriterinden (metâin-i aşere) kaynaklanmaktadır. Bu tenkid noktalarından beş tanesi (1., 2., 5., 8. ve 9.) râvinin adaleti ile alakalı diğer beş tanesi ise zabtıyla alakalıdır.

Hadisçiler bu on kusurdan biri bulunan râviyi zayıf kabul ederler. Ravinin yalancılığı, günahkârlığı ve bid’at ehlinden olması gibi adaletle alakalı eksiklikleri dışındaki kusurlar ravinin rivayetlerine bakılarak anlaşılır. Bu sebeple raviler ricâl kitaplarında daha çok rivayetleri dikkate alınarak tenkit edilmiştir.

Hadisçiler zayıf ravileri araştırmakla yetinmemiş sika ravilerin rivayetleri de araştırılmıştır. Sika da olsa her ravinin hata yapabileceği ihtimalini göz önüne almışlardır. Râvileri sika, isnadı muttasıl (herhangi bir tabakada râvisi atlanmamış) rivayetlerdeki kusurlara illet, illetli rivayetlere ise muallel denilmiştir. Sahih hadisin şartlarından birisi de hadiste illet bulunmamasıdır.

Râviler bazen hadisçilerin belirlediği muteber rivayet usulunün dışına çıkmışlardır. Mesela râvi hocasını bilinen meşhur adıyla değil başka bir adıyla anarak kısmen gizlemek istemiş olabilir. Ya da hadis alması mümkün olup da gerçekte o hadisi kendisinden doğrudan almadığı hocadan sanki dinlemiş gibi rivayette bulunmuş olabilir. İşte bu tür rivayet kusurlarına tedlis denilmiştir, tedlis yapılan rivayetlere de müdelles hadis denilmiştir. Mesela Süfyan b. Üyeyne “Zühri şöyle söyledi” diyerek bir hadis nakletmiştir. Süfyan b. Üyeyne, Zühri ile görüşmüş ve ondan hadis rivayet etmiştir. Süfyan’a “Bu hadisi Zühri’den dinledin mi?” diye sorulduğunda, “Hayır Zühri’den, Mamer ondan da Abdürrezzak dinledi ben de Abdürrezzak’dan dinledim” cevabını vermiştir. Şayet Süfyan bu hadisi ilk rivayet ederken Zühri dedi ki tabiri yerine ‘Zühri’den duydum’, ya da ‘o bana söyledi’ veya ‘o bana haber verdi’ gibi ifadeler kullanmış olsaydı yalan söylemiş olacaktı. Ancak o doğrudan duyduğunu belirtmeyen bir ifade kullandığından dolayı tedlis yapmış olmaktadır. Tedlis bir rivayet kusurudur. Müdellis yani tedlis yapan râvilerin rivayetleri ihtiyatla karşılanmış; açıkca dinlediğini belirten bir rivayet lafzı kullanmadıkça rivayetleri kabul edilmemiştir.

Zayıf hadis çeşitleri

Zayıf hadislerden en meşhur olanları çeşitli rivayet kusurlarıyla isimlendirilmiştir. Senedinde ravi düşmemiş hadislere muttasıl denilir. Sahih hadislerin isnadı muttasıldır. İnkıtâ yani kopukluk, hadisin sıhhatini zedeleyen bir kusurdur. Ancak bütün inkitalar aynı derecede bir zayıflık sebebi olmadığı için her biri farklı terimlerle adlandırılmıştır. Senedden sahabi atlandığında hadis mürsel, senedde ard arda iki ya da daha fazla râvi atlandığında mu’dal, senedin baş tarafından yani hadis kitabının yazarı tarafından bir ya da bir kaç hocanın atlandığı durumlarda mu’allak, senedin herhangi bir yerinde bir râvinin atlandığı bütün rivayetlere genel bir ad olarak da munkatı’ denir.

Zayıf hadisin çeşitlerinden biri de şazz (kural dışı) olan hadislerdir. Sika (makbul) bir râvinin kendisinden daha sika bir râviye ya da diğer sika râvilere muhalefet ettiği hadise şazz hadis denir. Muhalefet durumu isnadda olabileceği gibi metinde de olabilir.

Şayet sika râviye muhalefet eden zayıf bir râvi olursa buna da münker hadis denir. Münker hadisler zayıf râvinin sika bir râviye muhalefeti olduğundan dolayı iki önemli kusura sahiptir. Bu sebeple münker hadisler en zayıf hadis çeşitlerinden kabul edilmiştir. Hadisçiler tarafından fazla bilinmeyen rivayetleri yalnızca bilinmediğinden dolayı münker kabul edenler de olmuştur. Ancak bu tür hadislere münker yerine ferd yani râvisi her hangi bir tabakada tek kişiye düşen hadis denilmesi meşhur olmuştur.

Ferd hadis mutlak manada zayıf hadis çeşitlerinden biri olarak kabul edilmemiştir. Anzak ferd hadisler arasında çok sayıda zayıf hadis vardır. Zira ferd hadisi destekleyecek her hangi bir mütabii yoktur. Bu sebeple hadis âlimleri fert hadisleri araştırmaya önem vermişler ve bu konuda müstakil eserler yazmışlardır. Mesela Bezzar’ın Müsned’i ve Taberânî’nin el-Mu’cemu’l-evsât adlı eserleri fert hadisleri toplayan ve onları sıhhat açısından tetkik eden eserlerdir.

Râvinin hadis metnindeki kelime ya da cümlelerin yerini değiştirmesi ya da isnaddaki bir râvinin baba adıyla râvinin kendi adının değiştirilmesi gibi hataların bulunduğu rivayetlere maklûb hadis denir.

Zayıf hadisin hükmü

Bütün zayıf hadisler aynı seviyede değildir. Rivayetler, râvilerin durumuna ve diğer râvilere muhalefetine göre sınıflandırılmışlardır. Rivayetler arasında karşılaştırmalar yapılarak en güvenilir olanından en zayıf olanına doğru hadisler arasında derecelendirme yapılmıştır.

Sahih ve hasen hadisler her konuda delil olduğu halde zayıf hadisler belli konularda delil kabul edilmişlerdir. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü olması ihtimal dahilinde olduğundan dolayı, sahih hadisin bulunmadığı konularda zayıf hadislere itibar edilmiştir. Sahih hadislerle sabit bir hususun övülmesi, yerilmesi ya da teşvik edilmesi gibi meselelerde zayıf hadisler kabul edilmişlerdir. Bunun dışında destekleyici ve kuvvetlendirici bir unsur olarak zayıf hadislerden yararlanılmıştır. Ancak zayıf hadislerin bazı çeşitleri vardır ki tamamen terk edilmiştir. Bu tür rivayetlere metruk rivayetler denir. Bu tür rivayetlere hiç bir konuda itibar edilmemiştir.

Zayıf hadisin kabul edilebilmesi için şu üç şartın bulunması gerekir: 1) Rivayet edilen hadis çok zayıf olmayacak; 2) Kur’an ve Sünnet’e muhalif olmayacak; 3) Kitap ve Sünnet’le sabit bir esasa dayanacak. Görüldüğü üzere zayıf hadis, olmayan bir hükmü ispat hususunda delil kabul edilmemiştir. Ancak var olan ve kesin delillerle bilinen hususları dinin aslına uygun bir şekilde teşvik, sakındırma ve övme gibi hususlarda zayıf hadislerden yararlanılmıştır.

Hadis Uydurma Faaliyeti

Yalanın dini hükmü

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken sahte peygamberlik iddiasında bulunup, kendisine vahiy indirildiğini iddia eden insanlar ortaya çıktığı gibi söylemediği sözü Peygamber Efendimiz’e nispet etmeye çalışanlar da olmuştur. Böyle bir olay karşısında Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kim bilerek benim üzerinden yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun” buyurmuştur.[84] Yine bir başka hadis-i şeriflerinde Efendimiz, yalan bir sözü nakleden kişinin de yalan söylemiş olacağını haber vermiş; “Her dinlediğini söylemek kişiye yalan olarak yeter” buyurmuştur.[85]

İslam’da yalan (kizb) neredeyse küfre denk görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ı inkar etme, dini kabul etmeme anlamında ‘yalanlamak’ ifadesi kullanılmıştır. Yalanın karşılığında sıdk (doğrulamak) ifadesi de inanmak, tasdik etmek anlamındadır. Bu sebeple sahabiler yalanla doğruluğu birbirine tamamen zıt iki kavram olarak telakki etmişlerdir. Saadet asrında müminlerin Allah’a ve Resûlü’ne karşı yalan söyledikleri katiyen görülmemektedir. Bu hususu anlatan Abdullah b. Abbas (r.a) (ö. 68/687), eskiden yalan bilinmezdi, birisi “Allah Resûlü (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) şöyle buyurdu dedi mi” hemen dinlenirdi, şimdi ise yalan ortaya çıktı. Biz de hadisi kimden dinlediniz diye araştırmaya başladık, diyerek fitnelerin ortaya çıkmasından sonraki durumu özetlemiştir.[86]

Münafıkların yalan söyleme ve dine birşey karıştırmalarına asla izin verilmemiştir. Allah Rasulü münafıkların isimlerini Huzeyfe b. Yeman (r.a) adlı sahabisine bildirmişti. Peygember Efendimiz’in vefatından sonra halifeler Huzeyfe b. Yeman’ın şahitliğine itibar etmişler, önemli meselelerde onun görüşlerine hatta davranışlarına göre kendilerini ayarlamışlardır. Raşid halifeler ve daha sonraki halifeler herkesin serbestçe hadis rivayet etmesine izin vermemişler, hadis rivayetini sıkı bir şekilde denetlemişlerdir.

Yalancıların ortaya çıkışı

Müslümanlar arasında Hz. Ali Efendimiz’in vefatını mütakip siyasi ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Muhalefette kalan bazı aşırı Şii gruplar (Rafıziler) haklılıklarını ispat etmek için hadis diye bazı sözler uydurarak Hz. Ali’ye nispet etmişlerdir. Hz. Ali gibi bir ilim deryasının sözleri arasına yalan karıştırılmaya çalışılması karşısında çok üzülen talebeleri, “Nasıl bir ilim hazinesini kirlettiklerinin farkında değiller” diyerek üzüntülerini dile getirmişlerdir. Bu sebeple Hz. Ali’den Abdullah b. Mes’ud ve talebeleri gibi güvenilir âlimlerin rivayet ettiği hadisler kabul edilmiştir.[87]

Yabancı dillerden tercüme faaliyetinin başlaması ile birlikte, eski kitaplarda geçen bazı hikmetli sözleri, tıbbi bilgileri, bitkiler ve hayvanlarla ilgili tespitleri hadismiş gibi nakledenler de olmuştur. Yalancılar bu tür sözleri halk arasında yaymışlardır. Aktardıkları bilgilere halkın itibar etmesi ve insanları etkilemek maksadıyla böyle bir yol benimseyen kişiler, hem hadisçilerin hem de devlet ricalinin takibinden kurtulamamışlardır.

Bazı kişiler anlattıkları hikayeleri ve abartılı sözleri hadismiş gibi anlatma yoluna gitmişlerdir. Cahil bazı dindar kişilerin de bu tür faaliyetlere girişmesi halk arasında hadis diye uydurulmuş bazı sözlerin yayılmasına sebep olmuştur. Halk bu kişilerin dindarlıklarına aldanarak her söylediklerini kabul etmiştir. Ancak âlimler, bu tür zahidlerin rivayetleri konusunda özellikle dikkat etmişler, onların rivayetlerini kesinlikle kabul etmemişlerdir.

Görüldüğü gibi hadis uydurma faaliyeti şahsi menfaat temini, grup menfaatini kollama düşüncesi, din düşmanlığı ve cehalet gibi bir takım sebeplere dayanmaktadır. Ancak hadisçilerin kurduğu mükemmel rivayet sistemi ve bu sistemi denetlemek için getirdikleri tenkid ve tahkik metotları hiçbir zaman uydurma faaliyeti yapanlara niyetlerini gerçekleştirmek için fırsat vermemiştir.

Yalancılara karşı alınan tedbirler

Cahil halk tabakaları arasında propaganda maksadıyla hadis uydurma faaliyetinin başlaması İslam âlimlerini isnadı sistemleştirmeye sevk etmiştir. Böylece kimin hangi hadisi kimden dinlediği kayd edilerek, tanınmayan kişilerin hadis meclislerine girmesi engellenmiş ve uydurma hadisleri halk arasında yayan militanların (dâî) ilim meclislerine karışmasına izin verilmemiştir. Hicri ikinci asrın ikinci çeyreğinde ortaya çıkan zındıkların faaliyetleri de devlet tarafından sıkı bir denetime tabi tutulmuştur. Eski İran dinleri ve Maniheizm propagandası yapmak maksadıyla gizlice örgütlenen ve İslam’ı bozmak maksadıyla faaliyette bulunan zındıkların takibi için özel bir polis teşkilatı kurulmuştur.

Hayatının her hangi bir döneminde dünyevi meselelerde bile yalan söylediği tespit edilmiş bir kişinin hadis rivayetine kalkışmasına izin verilmemiştir. İslam büyük günah işleyenlerin bile tövbelerini kabul ettiği halde, yalan söyleyen bir kişinin tövbe etse bile rivayetine itibar edilmemiştir. İsnadında böyle bir yalancının bulunması hadisin uydurma kabul edilmesi için yeterli görülmüştür. Bir hususta yalan söylediği bilinen kişinin diğer sözlerinde doğru söylemesi mümkündür. Ancak hadisçiler böyle bir ihtimali dikkate almamış, onun bütün rivayetlerini uydurma kabul etmişlerdir. Zira dinde ihtiyat esastır. Var olan bir şeyin ihmal edilmesi, dinden olmayan bir şeyin dine sokulmasına tercih edilmiştir. Bu ihtiyat düşüncesi birçok sahih hadisin mevzu damgası yemesine sebep olmuş olabilir. Bu sebeple bir hadisin mevzu olduğuna hükmedilmesi her zaman onun hadis olmadığını değil muteber bir isnad silsilesi ile sabit olmadığını gösterir.

Hadis diye uydurulmuş sözlerle ilgili eserler

Hadis diye uydurulmuş sözler (mevzu hadisler) hadisçiler tarafından örnek olması ve meşhur hadis uydurmacılarının tanınması maksadıyla müstakil kitaplarda toplanmıştır. Eğer onların bu tespit faaliyeti olmasaydı, geçmişte uydurulmuş bu sözlerden haberdar olamayacaktık. Zira bir kişinin halk arasında uydurma sözler yayması ilmi faaliyet açısından bir anlam ifade etmemektedir. Nasıl ki halk arasında yayılmış tıbbi bilgiler tabipler tarafından kabul edilip kayd edilmedikçe bir anlam ifade etmiyorsa, hatta zamanla unutulup gidiyorsa bir ilmin uzmanlarınca benimsenmeyen bilgilerin de bir anlam ifade etmesi mümkün değildir.

Hadis Kaynaklarından Yararlanma

Tehzib dönemi

Hadislerin hadis kitaplarında bir araya toplanmasından (tasnif dönemi) sonra hadis kitaplarını tehzib (düzenleme) çalışmaları başlamıştır. Tehzip döneminin özelliği isnadların hazf edilmesi ve temel hadis kaynaklarındaki hadislerden yararlanılarak yeni düzenlemeler yapılmasıdır. Tehzib dönemi günümüze kadar devam etmiştir. Bugün yapılan çalışmalar da bir nevi tehzib çalışmasıdır. Mesela yeni ortaya çıkan çevre problemleri ile ilgili hadisler toplanmak istendiğinde Buhârî ve Müslim gibi önceki musannıfların kitapları taranarak hadisler toplanmakta ve yeniden düzenlenmektedir. İşte önceki temel bir eserden yararlanarak hazırlananan yeni eserlere tehzib dönemi eserleri denilmektedir.

Hadislerin isnadlı olarak kitaplara kaydedilmesinden ve temel hadis kitaplarının kaleme alınmasından sonra hadis rivayeti yerini yavaş yavaş kitapların rivayetine bırakmıştır. Buhârî, Müslim gibi sahih hadisleri toplayan kitaplar üzerine dördüncü asırdan itibaren çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Mesela bu eserler tekrarları çıkartılarak cem edilmiştir. Daha sonra Buhârî ve Müslim’in eserleri ile birlikte Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce, Nesâî ve İmam Mâlik’in eserleri bir araya getirilerek hadis toplama çalışmaları yapılmıştır. Sonra diğer hadis kitaplarının adı geçen altı kitapta bulunmayan hadisleri seçilerek zevâid (ilave, ek) kitapları yazılmıştır. Daha sonra bütün hadisleri bir araya getirme maksadıyla hadis toplama çalışmaları yapılmıştır.

İlk dönem eserlerinde hadisler isnadlarıyla kaydedildiği için daha sonraki eserlerde hadislerin isnadları zikredilmemiş bunun yerine hangi kitaplarda geçtiğini belirtmekle yetinilmiştir. Hadisin hangi kitapta geçtiğini göstermeye “tahrîc” çalışması denilmiştir. Tahric çalışmaları hadislerin kaynaklarını bulma, gösterme açısından son derece önemlidir. Tahric çalışmaları ile temel hadis kaynaklarında bulunmayan hadislerin tespit edilerek, halk arasına yayılması engellenmiştir.

Hadis Toplama Çalışmaları

Hadis tarihinde hicri beşinci asrın ortalarına kadar olan dönem mütekaddimun dönemi, daha sonraki dönem ise müteahhirun dönemi olarak adlandırılmıştır. Mütekaddimun döneminde özellikle de hicri üçüncü asırda kaleme alınan temel hadis kaynakları esas alınarak birçok çalışma yapılmıştır. İlk önce Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerini birleştirmek için el-Cem‘ beyne’s-sahiheyn adlı çalışmalar yapılmıştır. Muhammed el-Cevzekî (ö. 388/998) ve Muhammed b. Nasr el-Humeydî (ö. 488/1095) el-Cem’  beyne’s- sahiheyn adlı eserler kaleme almışlardır.

Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesai ve İmam Malik’in eserleri Ebu’l Hasen Rezin b. Muaviye es-Serakustî (ö. 535/1140) tarafından birleştirilerek el-Cem’ beyne’l-usulu’s-sitte adlı eser yazılmıştır. Daha sonra bu eseri, Mecdüddin İbnu’l-Esir el-Cezerî (ö. 606/1209) yeniden düzenlemiş ve Câmi’u’l-usûl lî ehâdisi’r-Resûl adlı eserini kaleme almıştır. Bu eserin Abdülkadir el-Arnaut tarafından neşredilen nüshasında 9523 hadis vardır. Bu baskının dipnotlarında İbn Mace’nin Sünen’indeki zevâid (diğer altı kitapta bulunmayan hadisler) de ilgili yerlerde kaydedilmiştir.

Bütün hadisleri toplama girişimi

Bütün hadisleri bir araya toplamak maksadıyla İbn Kesir (ö. 774/1373), 2.714 sahabinin müsnedini bir araya getirdiği 35.363 merfu hadis ihtiva eden Cami’u’l-mesânid adlı eserini kaleme almıştır. İbn Kesir, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ini esas alarak onun üzerine kütüb-i sitte, Taberanî’nin üç Mu’cem’i, Ebu Yala’nın Müsned’i, İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’i ve Bezzar’ın Müsned’ini ekleyerek bu eserini yazmıştır. Bu eserler dışında daha birçok hadis kitabından ayrıca tabakat ve rical kitaplarından yaralanarak en geniş hacimli hadis kitaplarından birini telif etmiştir. Müellif eserini tamamlayamadan vefat ettiğinden dolayı Ebu Hureyre müsnedini yazamamıştır.

Celalleddin es-Suyutî (ö. 911/1505) bütün hadisleri bir araya toplamak istemiştir. Ancak ömrünün yetmeyeceğini anlayınca topladığı hadisleri el-Cami’u’l-kebîr adlı eserde bir araya getirmiştir. Suyutî, eserini iki ana bölüme ayırmış, akval (sözler) bölümünde 26.568 merfu hadisi alfabetik olarak kaydetmiş, ef’al (fiiller) bölümünde ise Allah Resûlü’nün fiillerini nakleden sahabilerin sözlerini sahabi müsnedine göre tertib etmiştir. Bu bölümde de 17.000 hadis vardır. Önce aşere-i mübeşşerenin müsnedlerini, daha sonra da diğer sahabilerin müsnedlerini sıaralamıştır. Suyutî, bu eserini tamamlayamayacağını anlayınca el-Câmi’u’s- sağîr adlı bir eser kaleme alarak kavli hadislerden 10.031 tanesini harf sırasına göre sıralamıştır.

Ali el-Müttakî el-Hindî  (ö. 975/1567), Suyutî’nin eserlerini konularına göre tertip ederek, ana bölümleri oluşturan kitab adlarını alfabetik sıra ile tertip etmiş ve Kenzu’l-ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-ef’âl adlı eserini telif etmiştir. En hacimli hadis kitaplarından olan Kenzu’l-ummâl’da 46. 616 merfu, mevkuf ve maktu hadis bulunmaktadır.

Seçme Hadisler

İlk dönemlerden itibaren belirli konularda seçme hadisler toplanmıştır. Mesela kırk hadis mecmuaları, âli isnadlı hadisleri toplayan avâli’ler; hadislerdeki meselleri toplayan Kitâbu’l-Emsâl’ler ve benzeri çalışmalar rivayet asrında da yapılmıştır. Ancak müteahhirun denilen dönemde yapılan hadis derlemelerinde daha önce yazılmış hadis kitaplarından seçmeler yapılmıştır.

Hadis hayatın her alanına hitap ettiğinden dolayı birçok farklı konulardaki hadisleri biraya getiren hadis mecmuaları derlenmiştir.

Sosyal açıdan ihtiyaç duyulan konularda hadisler derlenmiştir. Mesela edeb ve tıp gibi konulardaki hadisleri toplayan eserler yazılmıştır.

Ahkam hadisleri seçilerek bir araya toplanmıştır. Beğâvî (ö. 516/1122) ahkam hadislerini toplamak maksadıyla Mesâbihu’s-sünne adlı eserini kaleme almıştır. Hadislerin senedlerini kaldırmış yalnızca sahabi râvisini zikretmiştir. Fıkıh konularına göre tertip edilmiştir. Her konuyu iki bölüme ayırmış ilk bölümde sıhâh başlığı altında Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinden aldığı hadisleri zikretmiş; ikinci bölümde ise hısân başlığı altında kütüb-i sitte’nin diğer kitaplarını ve Darimî’nin Sünen’inden aldığı hadisleri zikretmiştir. Eserde toplam 4434 hadis vardır. Tebrîzî (ö. 737/1336), Beğâvî’nin kitabındaki sıhâh ve hısân bölümlerine kendi ilave ettiği 1511 hadisi ekleyerek Mişkâtu’l-Mesâbîh adlı eserini kaleme almıştır. Bu eseri hanefî âlimlerinden Aliyyul-Karî, Mirkatu’l-mefâtih şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh adıyla şerh etmiştir.

İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1448), Bulûğu’l-merâm adlı eserinde 1356 ahkam hadisini cem etmiştir.

Dini hayat açısından önemli görülen konulardaki hadisler toplanarak bir araya getirilmiştir. Mesela zühd hakkındaki hadisler Kitâbu’z-Zühd adlı eserlerde toplanmıştır.

Hadisler insan hayatının her yönüne bir takım müeyyideler getirmektedir. Peygamber Efendimiz’in emir ve yasaklarını, teşvik ve sakındırmaları ile ilgili hadisler Hafız Münzirî (ö. 656/1258) bir araya getirerek et-Tergîb ve’t-terhîb adlı eserde biraya getirmiştir. Bu eserde 5.707 hadis vardır. Hadislerin yalnızca sahabi râvisi zikredilmiştir. Hadisin sonunda hangi hadis kitabından alındığı belirtilmiş ve hadislerin sıhhati hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.

İmam Nevevî (ö. 676/1277), Riyâzu’s-sâlihîn adlı eserinde çoğunluğunu kütüb-i sitte’den seçtiği 1896 hadisi biraraya getirmiştir. Konular vaaz ve irşada uygun bir şekilde tertip edilmiş. Her bölümün başında önce konuyla ilgili âyetler zikredilmiş sonra belirli bir sıra içinde hadisler nakledilmiştir. Kütüb-i sitte’nin özeti gibi değerlendirilebilir. En çok okunan hadis kitaplarından birisi olmuştur.

İmam Nevevî, Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen duaları el-Ezkâr adıyla meşhur olmuş eserinde toplamıştır. Bu eserdeki duaları muteber hadis kitaplarından seçmiştir.

Hadislerin Kaynağını Bulma

Hadislerin sayıca çok olması ve kaynak eserlerin fazla olması sebebiyle aranan bir hadisin yerini bulma her zaman zor olmuştur. Bu zorluğu aşmak için selef âlimlerimiz hadisleri ilk kelimesine göre alfabetik (elifbâî) sistemle tertip eden eserler kaleme almışlardır.

Hadisler konularına göre tertip edildiğinden dolayı konusu bilinen bir hadisi hadis kitaplarının ilgili bahisleri tetkik edilerek bulmak mümkündür. Yine sahabi râvisi bilinen bir hadis müsnedlerde aranarak bulunabilir.

Hadisi bulmakta yararlanılan en kısa yol kelime fihristlerdir. el-Mu’cemu’l-müfehres li elfâzi’l-hadîsi’n-Nebevî (Concordance) adlı eser, kütüb-i sitte, Dârimî’nin Sünen’i, İmam Mâlik’in Muvattâ’ı ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i olmak üzere dokuz temel hadis kitabını kapsamaktadır. Anılan kitaplardaki hadislerde geçen her kelime bu esere kaydedilmiştir. Sözlüklerde olduğu gibi bir kelimenin sülasi kökü bulunduğunda, o kökün bütün kullanımları sırayla gösterilmektedir. Kelimenin hangi kitaplarda geçtiği kitapların sembolleriyle gösterilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçenler cilt ve sayfa numarası verilerek, Müslim’in Sahîh’inde ve İmam Mâlik’in eserinde geçenler bölüm (kitab) adından sonra hadis numarası verilerek gösterilmiştir. Diğer eserlerde geçen hadisler ise bölüm (kitab) adından sonra bab numarası verilerek gösterilmiştir. Cocardance’ın son cildi olan 8. cilt özel isimlere ayrılmıştır. Bu ciltte hadislerde geçen, şahıs ve yer adları ile sûre ve âyetlerin fihristi bulunmaktadır.

Bugün bilgisayarlardaki hadis programları vasıtasıyla hadisleri tek bir kelime ya da işaretinden arayıp bulmak mümkündür. Hadislerin kaynaklarını Concordance sistemi ile gösterme usulü yerleştiği için, bilgisayar vasıtasıyla bulunan hadislerin de yine aynı usule göre gösterilmesi âdet olmuştur. Yukarıda adı geçen dokuz hadis kitabı dışındaki kitaplardan kaynak gösterilirken cilt ve sayfa numarasına göre kaynak gösterilmektedir.

Hadislerin ilk geçtiği kaynakları bulmak ve göstermek hadisin sıhhati hakkında genel bir kanaat vermektedir. Hadisin orijinal halini görmek isteyenlere, hadisin asıl kaynağını göstermektedir. İsnadını araştırmak isteyenlere ise isnadını vermektedir. Hadisi kitabına alan muhaddisin varsa değerlendirmelerini görme ya da benzer hadisleri zikretmişse aynı konudaki benzer rivayetleri görme imkânı vermektedir. Farklı kitaplardan alınarak dikkatsizce nakledilen hadisin elden ele intikal ederek değişmesini engellemektedir. Bazen bir tek kelime değişmesi bile hadisin anlamını değiştirebilmektedir. Bu sebeple hadisi her aktardığımızda kaynağını göstermek zarureti vardır. Hatta bilgisayar veya fihristler vasıtasıyla hadisin kaynağını bulduğumuzda gösterilen yere muhakkak bakarak kaynağı bizzat tahkik etmek gerekmektedir.

[1]           Tûr, 52/34.

[2]           Zümer, 39/23.

[3]           Taha sûresi, 20/9.

[4]           Buhârî, İlim 33; Rikâk, 51.

[5]           Tirmizî, Tahâret 1.

[6]           Tirmizî, Tahâret 34.

[7]           Buhârî, İman 31.

[8]           Şatibî, el-Muvâfakât, 4/1. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, 2/295.

[9]           Şatibî, el-Muvâfakât, 4/2.

[10]         Tirmizî, İlim 16.

[11]         Nahl suresi, 16/68.

[12]         Kasas sûresi, 28/7.

[13]         Taha suresi, 20/77.

[14]         Mu’minun suresi, 23/27.

[15]         Nisa suresi, 4/113.

[16]         Ahzab suresi, 33/34.

[17]         Nisâ sûresi, 4/65.

[18]         Buhârî, Tevhid, 15.

[19]         Buhârî, Hums 1.

[20]         Buhârî, Tıbb 30.

[21]         Ebû Dâvud, Tahâre 63.

[22]         Ahzab suresi, 33/56.

[23]         Feth suresi, 48/18.

[24]         Haşr suresi, 59/8, 9.

[25]         Al-i İmran suresi, 3/110.

[26]         Buhârî, Fedâilu ashâb 1.

[27]         Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 221.

[28]         Buhârî, Fedâilu ashâb 29.

[29]         Buhârî, Fedâilu ashâb 30.

[30]         Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserindeki sayıma göredir. Bugün elimizde mevcut olmayan Bakî b. Mahled’in Müsned’inde Ebu Hureyre’nin 5374 hadisi olduğu rivayet edilmektedir. Yine Bakî b. Mahled’in Müsned’indeki sayıma göre Abdullah b. Ömer’in 2630, Enes b. Malik’in 2286, Hz. Aişe’nin 2210, Abdullah b. Abbas’ın 1660, Cabir b. Abdullah’ın 1540, Ebu Said el-Hudrî’nin 1170 hadisi olduğu nakledilmiştir.

[31]         Tevbe suresi, 9/100.

[32]         Buhârî, İlim 9.

[33]         İbn Mace, Mukaddime 17.

[34]         Buhârî, İlim 27.

[35]         Buhârî,  İlim 35.

[36]         Buhârî, İlim 50; Müslim, Hayz 61.

[37]         Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 122.

[38]         Buhârî, İlim 39.

[39]         Ebû Dâvud, İlim 3.

[40]         Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/176.

[41]         Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/178 vd.

[42]         Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 160.

[43]         Buhârî, Ezân 18.

[44]         Râmehürmüzî, el-Muhaddisu’l-fâsıl, s. 384.

[45]         Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlim 7.

[46]         Buhârî, Fedâilu’l-Kurân 5.

[47]         Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, 2/377.

[48]         Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdu’l-ilm, s. 34.

[49]         Buhârî, İlim 34.

[50]         Zehebî, Tezkire, 1/81.

[51]         Hatîb el-Bağdâdî, Rıhle, s. 144, 145.

[52]         İbn Ebî Hâtim, İlel, I, 32.

[53]         Hatîb el-Bağdâdî, Şeref, s. 40.

[54]         Hatîb el-Bağdâdî, Şeref, s. 41.

[55]         İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, 1/27.

[56]         Hâkim en-Nîsâbûrî, Marifetu ulûmi’l-hadîs, s. 4, 6.

[57]         İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-hadîs, s. 256.

[58]         İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/47.

[59]         Râmehürmüzî, a.g.e., s. 412, 571-577.

[60]         Bk. Zehebî, Mîzân, 3/385.

[61]         İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, 2/3, 4.

[62]         İbn Hacer, Tehzîb,  11/402, 403.

[63]         Bk. İbn Hacer, Tehzîb, 10/421.

[64]         Zehebî, Mîzân, 3/291.

[65]         Zehebî, Tezkire, 82.

[66]         Râmehürmüzî, a.g.e., s. 206.

[67]         İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, 1/98.

[68]         Zehebî, Mîzân, 1/251.

[69]         Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, 13/133.

[70]         Zehebî, Tezkire, 1/81.

[71]         Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 283.

[72]         Hatîb el-Bağdâdî, er-Rıhle, s. 93.

[73]         Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 14; Mâlik b. Enes, Muvattâ, Vukûtu’s-salât 21.

[74]         İbn Hacer, Tehzîb, 6/87.

[75]         Yahyâ b. Ma’în, et-Târîh, 3/274.

[76]         Yahyâ b. Ma’în, et-Târîh, 3/81, 102.

[77]         En’âm sûresi, 6/91.

[78]         Râmehürmüzî, a.g.e., s. 377.

[79]         Râmehürmüzî, a.g.e., s. 377.

[80]         Yahyâ b. Ma’în, et-Târîh, 3/254.

[81]         İbn Hacer, Tehzîb, 10/70, 71.

[82]         Kâdî Iyâz, el-İlmâ, s. 135, 136.

[83]         Buhârî, Vudû’ 68; Müslim, Cum’a 19, 21.

[84]         Bu hadis mütevatirdir. 70’den fazla sahabi tarafından rivayet edilmiştir.

[85]         Müslim, Mukaddime 3.

[86]         Müslim, Mukaddime 4.

[87]         Müslim, Mukaddime 4.

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 09/10/2018